Algıladığımız
fiziksel dünya bir radyo istasyonuna benzer... (David Icke)
Artık
cisimlerin arasında boşluk olduğu bilimsel bir gerçek. Bazıları
buna ‘Kuantum
Hologram’
diyorlar. Apollo-14 Astronotu Edgar Mitchell, buna “Doğa’nın
Zekası”
demiş, Stephen Hawking ona “Tanrı’nın
Zekası”
adını vermiş, bazısı ise sadece “Alan”
diyor. 1944’te, ‘Kuantum Fizik’in babası olan Max Plank, bu
alanın varlığını “Matriks” olarak tanımlamış ve “Bilinçli
olağanüstü bir zekanın var olduğu kesin” demiş.
Gregg
Braden
Matriks
filminden, Morpheus:
“Matriks
her yerde. Bütün çevremizde. Hatta şu anda, bu odada. Pencereden
baktığın zaman, televizyonu açtığın zaman. İşe gittiğin
zaman, vergilerini ödediğin zaman. Gerçeği görmemen için
gözlerinin önüne konmuş olan bir dünya var”...
“Bir
dünyada yaşadığımızı düşünüyoruz. Oysa aslında bir
frekans menzilinde yaşıyoruz. Hepsi bu. Bir frekans menziline
yakalanmışız, dolayısıyla bir illüzyona”...
Ünlü film “Matrix” te böyle diyor...
Çevremizde
gördüğümüz ‘dünya’, fiziksel duyularımız olan görme,
işitme, dokunma, koklama ve tatma ile ulaşabildiğimiz çok boyutlu
sonsuzluğun pek küçük bir parçasıdır. Algıladığımız
fiziksel dünya bir radyo istasyonuna benzer, fiziksel duyularımız
da onun frekansına ayarlıdır. Dolayısıyla bütün gördüğümüz
budur. Ancak çevremizde başka frekanslar ve ‘bilim’in varlığını
reddettiği, sonsuz yaradılışın yoğunlukları da vardır. Hepsi
bizim fiziksel duyu menzilimizin ötesinde olup, bazen boş görünen
bir şeye tepki gösteren kediler veya bizim duyamadığımız
sesleri duyan köpekler gibi hayvanların gördüğü ve duyduğu
frekanslardır. Şartlanma yoluyla kısıtlanıncaya kadar yeni doğan
bebekler de boşluğa tepki gösterirler. Bu frekanslar, eski
dünyanın kahinleri, gerçek medyumlar tarafından ulaşılabilen
titreşimlerdir. Onlar bu görünmeyen alemlere uyumlanabilmek için
frekanslarını yükseltebilirler. Klasik
ve kuantum mekaniği dersleri veren ‘Astro Fizikçi’Giuliana Conforto, (gök
fiziği veya yıldız
fiziği olarak bilinen,gök
cisimlerinin
ve olaylarının fiziksel
ve kimyasal
özelliklerini, yapılarını inceleyen astronomi
dalı) “LUH,
İnsanoğlunun Kozmik Oyunu”(Edizioni Noesis, 1998) adlı kitabında
şöyle yazmış:
(David Icke’ın 2012’de çıkan ‘Kim Olduğunuzu Hatırlayın’ adlı kitabından...)
Ben kimim?
Bizi sadece ‘zavallı aciz ben’ inancı ile besleyen Matriks programından kendimizi kurtarabilmemiz için, ‘kendi’mizi algılama konusunda toptan bir değişime ihtiyacımız var. Matriks programı, kendimizi sadece bedenimiz, adımız, işimiz ve hayat hikayemiz sanmamızı istiyor. Artık Matriks’e ne istediğini değil, hiç istemediğini vermenin zamanın geldi. Bu da şu demektir: Artık kendimizi; bedenimiz ve birer Matriks sembolü olan isim, iş ve gelir düzeyi olarak tanımlamaya son vermeliyiz. Biz adımız, işimiz ve gelir düzeyimiz değiliz! Onlar sadece deneyimlemekte olduğumuz şeyler. Biz o beden, o isim, o gelir düzeyini deneyimlemekte olan Sonsuz Bilinç veya ‘Farkındalık’ız. Kendi benliğimizi ‘beden aklı’ndan ‘bilinç’e döndürdüğümüz zaman gözlemleme noktamız ve farkındalığımız da ‘beden aklı’ndan ‘bilinç’e geçer. O zaman fiziksel olarak bu dünyada oluruz, ama vasıtasıyla gözlemlediğimiz farkındalığımız açısından bu dünyaya ait olmayız. Daha önce hiç göremediğimiz şeyleri görmeye başlarız. Buna, “insanların özgürlüğü için en iyi nasıl katkıda bulunabiliriz” düşüncesi de dahildir. ‘Sonsuz Bilinç’imiz bizimle en iyi, özsezi ve bilişimiz bünyesindeki kalp farkındalığı yoluyla konuşur. Akıl hapishanesi ve aklın yanıltmalarını yenmek istiyorsak rehberimiz bu olmalıdır.
“Zamanın
Ötesindeki Dahi” diye anılan Nikola
Tesla
─“Eğer
evrenin sırlarını öğrenmek isterseniz herşeyi;
enerji,
frekans ve titreşim olarak düşünün.”
demiş.
Bu
hafta bir video izledim. Nikola Tesla hakkında bir belgeseldi.
Yıllardır kitaplarımda ondan çok söz etmişimdir. Bu tür
bilgilerin içine girmemiş olanlar, Tesla’yı pek bilmezler.
Tesla, Sırp kökenli olup, şimdi Hırvatistan olarak bilinen yerde
doğup büyümüş.
O
bir dahi ve zamanının çok ötesinde olan bir kişiydi, ama onun
keşifleri ve potansiyel uygulamaları, sistemin/kabalın pek
istediği şeyler değildi, dolayısıyla işin gerçeği, onu yok
ettiler. Tesla’nın hayatına ve o zamandan beri neler olduğuna
şöyle bir bakınca çok ilginç geliyor. Hepsi gerçekten onun ne
kadar zamanının ötesinde biri olduğunu gösteriyor. Onun realite
hakkındaki bazı yaklaşımlarının üzerinde çalışıp,
amacımıza uygun hale getirmek mümkün. Oysa maalesef bugün bu,
son derece kötü amaçlar için kullanılıyor.
(David
Icke’ın, 29 Haziran 2015’te yayınlanmış olan videosundan).
Tekrarlayıcılar
ile dolu dünyadaki akıl oyunları!
Olumsuzluklarla
nasıl mı baş ediyorum? Etmiyorum ki! Umurumda bile değil.
Başkalarının benimle ilgili düşüncelerine kesinlikle
aldırmıyorum. Benimle hiç alakası yok. Hani bilirsiniz, birisi
hakkında birşey söylediğimiz zaman aslında o birisi hakkında
değil, ağzımızı her açışımızda kendi hakkımızda birşeyler
beyan ediyor oluruz. Dolayısıyla kitaplarımı okumadıkları halde
benimle alay eden veya kınayan kişiler neden bahsettiğimi bile
anlamadıkları halde konuşunca, beyan ettikleri de benimle ilgili
değil, tamamen kendileriyle ilgili birşeyler oluyor. Çoğu kişinin
görüşü, bilgiye veya araştırma sonuçlarına dayanmıyor,
kişilerin söyledikleri sadece kendilerini ifşa ediyor. Mesele
burada.
İşte
insanlar inandıkları şeyler konusunda kitlesel olarak bu şekilde
manipüle ediliyorlar, çünkü malum, az sayıdaki bir grup, çok
sayıdaki bir grubu fiziksel olarak kontrolü altında tutamaz. Bunu,
askeri sokaklara salarak küçük bir bölgede yapabilirler, ama
milyonluk, hatta küresel olarak düşünecek olursak milyarlık bir
nüfusu kontrol altında tutmak isterseniz, önce onların
kendilerini ve dünyayı sizin istediğiniz şekilde algılamalarını
sağlamanız gerekir. İşte bu bir akıl oyunudur!
‘Gerçek’in
Titreşimleri – 53 – Ne görüyorsanız, onu ediniyorsunuz
Albert
Einstein, eski dostu Besso’nun ölümünden sonra şöyle demiş:
“Şimdi
Besso bu tuhaf dünyadan, benden biraz daha önce gitti. Bu önemli
birşey değil. Bizim gibi kişiler, geçmiş, şimdi ve gelecek
arasındaki farkın çok ısrarlı bir illüzyon olduğunu bilirler.”
(Yapılan araştırmalar Einstein’ın haklı olduğunu gösteriyor:
Ölüm bir illüzyon.)
(David Icke’ın Temmuz 2015
tarihli videosunun metni)
Ne
görüyorsanız, onu ediniyorsunuz...
Kitaplarımı
okumuş olanlar bilirler, yıllardır hep bu dünyanın bir illüzyon
olduğu gerçeğini anlatmaya çalışırım. ‘Realite’ olarak
bir illüzyonu algılıyoruz. Dünya tabii ki var, ama gerçek dünya
dediğimiz hergün deneyimlediğimiz formda değil. Asıl bu dünya
‘gerçek değil’ durumunda... Fizikalite konusunda vurguladığım
gerçek itibariyle, bu ‘katı’ dünya bir illüzyon, temel olarak
holografik ve fizikselliği de sanal!... Şimdi bazıları verdiğim
bu bilgilere bakıp destekleyecek, kimileri de her zamanki
programlanmış refleks hareketleriyle “Bu
David Icke kaçık!”
diyecektir.
Çok
ilginç, bu hafta “Kuantum Fizik” alanında çalışan bilim
adamlarının medyaya verdikleri bir rapor itibariyle bu dünya, onu
gördüğümüz için varmış, çünkü onu baktığımız için
görüyormuşuz! Rapor şöyle diyor; başlık da şu: “Hayatınızın
tamamı bir illüzyon! Yeni yapılan testlere göre dünya biz
baktığımız sürece var!”
Hey, sanki böyle birşeyi önceden duymuş gibiyim, öyle değil
mi?
Bu
rapor, “Kuantum
Mekaniği, realitenin ölçülmeden var olmadığını söylüyor”
diyor. Aslında ben olsam, “ölçme” kelimesi yerine başka bir
kelime kullanırdım. Mesela deşifre veya yansıma gibi. Yani rapor;
“Kuantum Mekaniği
realitenin deşifre edilmeden var olmadığını söylüyor”
diyebilirdi. Yine ben olsam; “Arkamda duran şu bilgisayarın
görsel olmayan haldeki bilgiyi deşifre ettiği gibi aynı şekilde
deşifre ettiği sürece” şeklinde açıklardım... Kısaca
resimler, kelimeler ve grafikler halinde değil, sadece şifre ve
bilgi halinde. Bilgisayar bütün bunları ekrana yanıtıyor. Peki o
zaman hepsi nerede mevcut? Ekranda?
Kendi Realitenizi Nasıl Yaratıyorsunuz... Sürekli olarak aynı şeyi yaparsanız, sürekli olarak aynı sonucu alırsınız...
David Icke
Hayatımızda, hoşlanmadığımız kişileri veya deneyimleri kendimize çekmek gibi hoşlanmadığımız birşeyler olduğu zaman, “Neden hep böyle şeyler beni bulur?” der, “Acaba dışarıya ne veriyorum da bana bu şekilde yansıyor?” diye düşünmeyiz. Hayatımızda ne yaratıyorsak, gücümüzü geri almak, kendi sorumluluğumuzu yüklenmek yerine, hep sorumluyu dışarıda ararız. Zaten bunu yapmak için de yeterince yönlendiriliyoruz...
Dolayısıyla olanları değiştirmek için asıl, yansıyanı değiştirmemiz gerekir. Nehrin kenarında dururken suda kendi yansımamızı görür, bu yansımadan pek de hoşnut olmadığımız için taş atar, suyu tekmeler, atlayıp tepinip suyu karıştırır, hayatlarımızda her zaman yaptığımız gibi sorumluyu hep dışarıda ararız. Oysa nehirdeki yansımayla olan kavga bitip, bütün taşlar atıldıktan sonra herşey yine eskiye döner, nehir aynı şeyi aksettirmeyi sürdürür, çünkü o yansıma, tam anlamıyla bir aynadır. İçimizi değiştirirsek, dışımız da değişir. İşte sistem bunu anlamamızı hiç istememiş, algılamamız baskılanmış ve engellenmiş. Halbuki gelişmemiz o kadar kolay ki. Aynen şu dizine göre gidiyor: deneyim yaşa, o deneyimden ders al, o deneyimin sonucuna göre de gelişim sağla..
Yarattığımız dünya, kendi düşüncelerimizin bir ürünüdür. Kendi düşüncelerimizi değiştirmedikçe onu değiştiremeyiz.
KENDİNİZİ DEĞİŞTİRİRSENİZ DÜNYAYI DA DEĞİŞTİREBİLİRSİNİZ...
-İllüminati giderse, iyi olur muyuz?
-Ama biz değişmezsek gidemezler...Mesele bu.
-O zaman ‘Bütün’ün açısından önemli bir rol oynayacağız...
-Birisi sana “Dünyada neler olup bitiyor?” diye sorsa, sen de “Hangi seviyedekini öğrenmek istiyorsun?” dersin değil mi? Bir seviyede bankacılık dümenleri, bir seviyede politik dolaplar, ama frekanslara veya tavşan deliğinin derinliklerine dalarsan aynı şey farklı bir şekil almaya başlar. Şimdi konuştuğumuz seviye için önce ‘tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan’ sözü akla geliyor. İnsanlar mı güçlerini kontrol sistemine veriyorlar, yoksa kontrol sistemi mi onları güçlerini vermeye ikna ediyor? Herhalde bu ikisi birbirinden ayrılamaz. Ancak mesele şu ki, güçlerini kollektif olarak kontrol sistemine veren insanlar... Yani insanlar, çok az sayıdaki bir gruba güçlerini kendileri veriyorlar... Bu kadar basit... Evet, onların nasıl çalıştığını, nasıl manipüle ettiklerini, amaçlarının ne olduğunu bilmemiz lazım, ama asıl anlamamız gereken şudur ki; onların dışa vurumu, bizim kollektif realitemizdeki mevcudiyetleri tamamen bizim içsel ‘hal’imize bağlı. Eğer BİZ değişirsek, o realite de değişir. BİZ değişmezsek, o da değişmez...
-O zaman ortaya ‘Ne yapabilirim?’ sorusu çıkıyor. Yani mesele sistemle savaşmak veya çatışmak değil.
-Ne ile savaşırsan o olursun. Buna verebileceğim bir sürü örnek var. Şimdi sözünü ettiğimiz seviyede ne yapabiliriz? Kendimizi değiştirirsek dünya da değişir. Eğer yeterli sayıda insan değişirse dünya da değişecektir, bu kadar basit. Tekrar aynı noktaya dönüyoruz, iyi haber şu ki, sorunun çözümü dışarıda yani bizim kontrol altına alıp etkileyemeyeceğimiz bir yerlerde değil! Cevap içimizde, neden? Çünkü bireysel de toplumsal da olsa dünya içimizde...Dolayısıyla BİZ değişmeliyiz ki, ‘içsel hali’mize göre dışavurduğumuz hal de değişsin, çünkü dünya biziz, biz de dünya...
İşte herşeyin büyük bir hızla kökten değişeceği asıl seviye bu...Süregelen komplo ortaya çıkarken, bütün bu bankacılık dolapları, organize edilen savaşlar ve terör derken; “Hepsi onların suçu, şununla veya bununla savaşmalıyız!” dersek hep bu seviyede kalırız. Aksine böyle demeyip, “Bum, bum, bum” karæ®lı bir şekilde realitenin daha derin seviyelerinde ilerleyip, önce içimizdeki hali değiştirmeliyiz. Tabii ki neler olup bittiğini bilmekte yarar var, ama bu aşamada insanlar “Bundan çıkış yolu göremiyorum, çözümü bilemiyorum, ne yapabilirim?” diyeceklerdir.
Çözüme ancak ve ancak, realitenin derin seviyelerine inip, dünyanın, ‘insanın içsel hali’nin kollektif bir dışavurumu olduğununun farkındalığına varılırsa ulaşılır. Hepsini biz yaratıyoruz, dolayısıyla onu yaratmayıp, daha güzel birşey yaratabiliriz. Nasıl? Kişisel ve kollektif olarak önce kendimizi değiştirmemiz lazım. Barış dolu bir dünya istiyorsan önce kendinle barış! Sevecen bir dünya istiyorsan önce kendin sevecen ol. Düşünsene, çok sayıda insan sevecen olmaya karar verse ne olur? Ya da çok sayıda insan barışçıl olmaya karar verirse? Çok sayıda insan kararlarını doğru ve adil bir şekilde verirse ne olur? Dünya aynen bunun dışa vurumu olur. Yani değişir.
-John Lennon’un dediği gib; “Kimse savaşmazsa savaş olmaz.”
-Tabii ki, o zaman savaş olmaz. Hani şöyle diyorlar; “Savaşı durdurmak için savaşıyorum”. Hadi oradan. Önce üzerindeki şu üniformayı çıkar, sonra da silahını bırak. Böyle bir başlangıç yapabilirsin. Aslında insanları anlıyorum tabii. Kendilerini, hayatlarına dışarıdan birilerinin müdahale ettiğine inandırmışlar. Tabii, ama bu kısa süreli bir rahatlık sağlıyor onlara.“ Ben zaten çok talihsizim, onlar böyle yapmasaydı, ben bu durumda olmazdım.” Eh, bu belki kısa süreli bir mazeret olabilir, ama insanın içsel hali öyle değişmez. Bir şekilde neyi içeri çekmişseniz, kolay kolay onu dışarı atamazsınız. Bu mümkün değil. Bazen insanlar davranışlarının soromluluğunu üstlenip zayıflık belirtisi olarak nitelendirirler; “İtiraf ediyorum, hata yaptım.”derler.
Bir dakika, burada şöyle diyelim: Sıcağın sıcak olduğunu nasıl bilebilirsiniz? Tabii soğuğu bildiğiniz için. Dolayısıyla mukayese yaparsınız. Aynı şekilde şu deneyimi yaşadın, şu kararı verdin, ama bir bakmışsın belki de hayatının en iyi kararını vermişsin, çünkü birşeyler değişmiş, o zaman bir dahaki sefere daha iyi bir karar verirsin. Bu bir hata değildir. Bir deneyimdir...
Onu hatadan ziyade bir deneyim olarak görürsek kendimizi suçlamaz, hayatımızı öyle yaşadığımız için kendimizi negatif görmeyiz. Örnek verelim; Alkol ya da uyuşturucu bağımlılarına en iyi yardım edecek olan kim olur? Bir zamanlar kendileri de alkol ya da uyuşturucu bağımlısı olanlar mı,yoksa üniversitede kitaptan okuyup da “Şimdi seni bağımlılıktan kurtaracağım” diyenler mi? Şaka ediyor olmalısın. Tabii ki birisine yardımcı olmaya çalışmak harika birşey, o ayrı mesele. Ama eskiden bağımlı olan bir kişi bütün aşamaları, tuzakları, ayartılmaları bilir.
İşte, “hata” dediğimiz şeyleri bizi yeni bir farkındalığa taşıyan deneyimler olarak görürsek o zaman hepsi pozitife dönüşür, daha üst bir anlayışa basamak oluşturur, büyük bir bilgelik sağlar. Bazen ben de kendi hayatıma bakıyorum, en büyük hatalarım sandığım deneyimlerimin, en büyük armağanlarım olduklarını görüyorum...
2010 yılında Project Avalon’dan Bill Ryan’ın, “İnsanoğlu Artık Dizlerinin Üzerinden Kalk/Human Race Get Off Your Knees” adlı kitabının basılmasını takiben, Londra Brixton Akademisi’nde gerçekleştirmiş olduğu konferanstan sonra, David Icke ile yapmış olduğu 110 dakikalık videonun çevirisi...
-Ben, Project Avalon’dan Bill Ryan ve tarih 19 Mayıs 2010. David, şu el çırpma hareketini yapabilir misin?
-Tabii ki. Aslında iki elle değil de, bir buçuk el ile çırpma hareketi oluyor. İşte şöyle birşey… Bu benim en sessiz el çırpma hareketim. Bir ara Youtube’ta salağın biri benimle masonik şekilde el sıkıştığını iddia etmişti ya... Neyse, bir gösterelim bakalım. Bayanlar, baylar, bu Masonik bir el çırpmadır. Yani romatoid artriti olan iki mason arasında…Eski bir gelenek, ta Babil’e dayanır!
-Evet, ben Project Avalon’dan Bill Ryan. Tarih 19 Mayıs 2010. Biliyor musun, 2010’a nasıl geldik inanamıyorum. Geriye baktığın zaman tarih 1990 lardı, zaman uçuyor. Sen de öyle düşünüyor musun?
-Evet Bill, zaten hep öyle düşünüyorum. 1990’larda ilk uyanışımdan sonra arka arkaya gittiğim medyumlar aynı bilgiyi teyit ediyorlardı. İlk öğrendiğim şeylerden birisi, “Gerçek’in Titreşimleri’idi. Aslında bu, o konuda yazdığım ilk kitaptı ve adına da ‘Gerçek’in Titreşimleri’ demiştim. Aman Tanrım, Bill, o zamanlar, bugün gerçekleşmekte olan titreşim değişikliğinin olacağına dair en küçük bir işaret bile yoktu, biliyor musun? İnsanları kollektif bir koma halinde tutan kölelik yoğunluğunda bir kırılma olacak, insanlar uyanıp kendilerini farklı bir halde görecek, şimdiye kadar hep saklanmış olan herşeyi yüzeye çıkaracaktı. Biliyorsun 1990’larda en küçük bir işaret bile görünmüyordu, ama şimdi bir bak, inanılır gibi değil, dünyanın her yerinde inanılmaz sayıda insan uyanıyor. 20 yıl önce ortalıkta olmayan ne kadar çok bilgi yüzeye çıktı. 10 yıl önce böyleydi, 5 yıl önce böyle, derken grafik yükseliyor. O başlangıç yıllarında, medyumun söyledikleri arasında ilginç kavramlardan birisi de, zamanın büyük bir hızla geçeceği idi ki, bu korkutucu boyutlara tırmanacaktı, çünkü, bence, zaman ve uzay gerçek değil, birer kurgu. Üzerine bilgi kaydedilmiş olan bir bilgisayar diski alalım, buna belirli veriler programlanmış olsun, bilgisayara koyalım, o verileri okuyacak ve o dijital seviyeyi veya bilgi seviyesini, ekranda zaman ve uzay olarak verecek. Biz de onu yapıyoruz. Sol beyin bilgiyi alıyor ve senkronize ediyor. O sekansı ne kadar hızlı yaparsa, zaman da o kadar hızlı geçer.
Einstein’ın söylediği gibi, dişçinin bekleme odasında oturuyorsun, o sekans o kadar hızlı değil. Onun benzetmesiyle, eğer yanında güzel bir kadın varsa sekans çok hızlanıyor. Durum şu: Baskı çağından gelen enerji değişimi, gelişmeye, aydınlığa ve uyanışa dönüşüyor. Bu, bizim realiteyi veya sekansı deşifre ederken etkilenmemiz ile oluyor. Önceki gün bir dergide okudum, Nisan ayı geldi mi? Mart ayına ne oldu? Peki ben nasıl kaçırdım? Ya Noel ne zamandı? İki yıl önce mi? Çok şaşırtıcı, neler oluyor böyle?
(2005’te basılmış olan [Herşey “Sonsuz Sevgi”, Gerisi Hep İllüzyon] adlı kitabından...)
İnsan dediğimiz ‘beden kimliği’ne son vermedikçe, illüzyona köle olmaktan asla kurtulamayız. Neye inanıyorsak ve kendimizi nasıl algılıyorsak, bu bizi ya köle edecek, ya da özgür kılacaktır.
Kendinizi isminiz ve bedeniniz olarak tanımlarsanız, sınırlı duygu ve düşünceleriniz olur. Bir kez olsun bir deneyin ve görün. DNA programının bütün temeli, kurallara dayalı sanal holografik bir dünyanın yansıtılmasıdır. Adından de anlaşıldığı üzere kurallar hep sınırlayıcıdır. ‘Kurallar’ın katı duvarları, fizik yasaları, hastalıkları, yaşlanma, doğum ve ölüm çemberi ve birşeyin neden yapılamayacağını anlatan sayısız sebebi vardır. Yani bu alemde ‘ama’ kral durumunda. “Şunu yapmak isterdim, ama...”, “şuraya gitmek isterdim, ama...”, Kendimi iyileştirmek isterdim, ama...” ‘Matriks’, DNA’mız yoluyla bizi hep “ama zihniyeti” ile besliyor. Biz ise bir ‘algılama yanılması’ ile kendimizi o programa göre tanımlayınca, illüzyonun kölesi oluyoruz.
Kerry Cassidy (KC): Ben Kerry Cassidy, burada David Icke ve Bill Ryan ile birlikteyiz. Şimdi ‘geleceğin konuşması’ denilen şeyi yapacağız. Fikirlerin çevresinde dolanacağımız bir sohbet olacak. Tabii odak noktası sensin ve bu çerçevede hangi konulardan söz etmek istersen senden dinlemek istiyoruz.
David Icke (DI): Pekala, o halde.
KC: Sonra da sohbetin akışına bırakalım.
Bill Ryan (BR): Ben birşey söylemek istiyorum. Üç yıldır yaptığımız işi yaparken, aldığımız maillerde herkes seninle röportaj yapmamızı istiyordu, şimdiye kadar bu neden olmadı, mutlaka ilginç bir sebebi vardır.
DI: Şimdi hep birlikteyiz, buradayız, neticede herşey çok senkronistik.
BR: Sonunda.
KC: Kesinlikle. Şimdi Sedona’dayız, sen de buradasın ve bağlantı kurabilmiş olmamız harika.
DI: Ever, harika.
KC: Hepimiz gerçekleri arıyoruz. Ve merak ediyorum, yıllardır sana bu bilgileri veren gizli bir kaynağın mı var?
Evet, “boşluk” olmadığı gibi “zaman” da yok. “Zaman”olarak deşifre ettiğimiz şey, sadece evrenin dalga boyu yapısına şifrelenmiş olan bir “bilgi”. Zamanın ne kadar hızlı veya yavaş geçmesi, tamamen bizim onu şifrelememize bağlı. Mesela bir yazılım diskindeki ‘bilgi’, bilgisayar ekranında, yer ve zaman varmış gibi algılanır, silsile bir sahneden diğerine hareket ederken de “zaman” geçiyormuş gibi görünür. Sahnelerin arasında ise, mesafe ve perspektif var sanılır, oysa bu, bilgisayar tarafından okunan diskteki “bilgi”dir. Boşluk ve zaman ile ilgili olarak yaptığımız budur.
Bilim adamları “uzay-zaman”dan söz ederlerken, sözünü ettikleri şey, “uzay-zaman” olarak deşifre edilerek görünen bir bilgisayar oyununa benzer. Bunun tamamı bir ‘sanal veya illüzyon’dur. Gece gökyüzüne baktığımız zaman yıldızlar ve gezegenler arasında inanılmaz mesafeler varmış gibi algılarız, oysa bütün manzara sadece bizim deşifre etme sistemimizde yer alır. Aslında mesafe diye birşey de yoktur, uzay/boşluk diye de. Sadece sonsuzlukta yer alan sonsuz ‘herşey’ vardır.
Yaşamak için sadece 10 dakikalık bir süreniz kaldığını, hayatınızı gözden geçirmekte olduğunuzu düşünün. ‘Sorun’ yapmış olduğunuz olayları bir düşünün. Değer miydi? Hayır. Trafik ışıklarında birisi önünüze geçti ve eve herzamankinden bir iki dakika daha geç gittiniz, sinirlendiğinize değdi mi? Hayır. Yıllar önce, hatta diyelim ki geçtiğimiz hafta birisi sizin için ‘şunu’ demiş, ‘bunu’ demiş, alındığınıza değdi mi? Hayır. Tuttuğunuz takım çok önemli bir maçı kaybetti veya kazandı, ne oldu?
Değen nedir biliyor musunuz? Ne kadar sevdiğiniz veya sevildiğiniz... Ne kadar mutlu olduğunuz veya başkalarını ne kadar mutlu ettiğiniz... Şimdi yaşamak için önünüzde 10 dakikalık bir süreniz değil, uzun bir hayat var. Eğer bundan sonra hep bu ölüm döşeğinde olabilecek algılama ile düşünecek olursanız, hayatınızı, gönül ferahlığı içersinde, sevgi ile mutlu bir şekilde sürdürürsünüz.
David Icke
David Icke’ın 1996’da Liverpool’da yapmış olduğu konferanstan...
Çağlar boyunca toplumlarda sahte savaşlar yaratılmış. Sağ ile sol, muhafazakar ile liberal, cumhuriyetçi ile demokrat, patronlarla işçiler, totalist ile sosyalist, patron ile sendikacı arasındaki savaşlar hala sürüyor. Ana fikir, böl ve yönet. İşte bu sahte savaşlar da bölüp yönetmek için kullanılmış. Hiç geriye dönüp, bizleri oynatmak için bu ipleri kimler kullanmış bakmamışız. Manipülatörler, bir siyah bir beyaz, katı bir dogmatik inanç sistemini karşıtına vurdurup savaşlar, anlaşmazlıklar çıkarmışlar. Savaş korkusu başka savaşları getirmiş. Siyah ve beyazı bırakıp, ardında gerçeğin yattığı griyi göremezsek aldatılmayı hak ederiz.
Irkçılık, cinsiyet ayırımı ve herşey, birbirimize neler yapıyoruz böyle? Kendilerini ırk ve cinsiyet olarak üstün görenler aslında ne yapıyorlar? “Benim genetik uzay giysim seninkinden farklı renkte, o zaman ben daha üstünüm” demiş oluyorlar. Bu bilgi baskılanmış olduğu için, dünyanın heryerinde savaşlar var, çünkü bu fiziksel bedenin içinde bu bilinci kendimiz sanıyoruz. Böylece belirli bir nesil, geçmişine bakıyor, belki de yüzyıl önce olmuş bir olay için intikam alıyor. Bu böylece nesiller boyunca sürüp gidiyor. Bu açıdan bakacak olursak, birbirimize yaptıklarımızı gören ‘Yaratıcı’ üzüntüyle başını sallıyordur. A.B.D.’nde doğmuş olan birisi, Meksika’da doğmuş olan birinden farklı değil. Londra’da doğmuş olan biri Liverpool’da doğmuş olan birinden farklı değil. Hepsinin bedeni de, deneyim yaşamak için kullandıkları birer araç!
Kaybolduk, çünkü nerede olduğumuzu bilmiyoruz, ikincisi nerede olduğumuzu anlamamız için gereken bilgiye ulaşamıyoruz. Aslında durumumuz daha da kötü, çünkü bırakın nerede olduğumuzu, kim olduğumuzu bile bilmiyoruz. Kim ve nerede olduğumuza dair koordinatlar olmadan gördüklerimizi ve deneyimlediklerimizi anlayabilir miyiz? Tabii ki hayır. O zaman biz de tahmin ederiz. İşte o tahminlere de ‘din’ ve ‘bilim’ denir. Mümkün olan en iyi bilgiye dayalı eğitim tahminleri yaparız, peki ama ya din ve bilim aracılığı ile ifade edilen bilgi defoluysa? O zaman karşılaşacağımız durum daha da zor olur, bu sefer hangi yöne doğru hareket edeceğimizi hiç bilemeyiz. Elinde açı ölçer veya mikroskop ile önümüzden her geçenin ne yaptığını bildiğini sanıp ona takılırız, sonra da yanlış yöne gittiğimizi anlarız.
Bugün elimizdeki haritaların çoktan güncelliğini yitirmiş olduğunu bile bile yanlış yöne itiliyoruz. İnsanlarda büyük çapta bir ‘algılama yanılması’ yaratmış olan sistem, bizi ‘yuva’ya ulaştıracak olan koordinatlarıın varlığından habersiz tutuyor. Birileri, insanları şaşırtıp kontrol altında tutmak için yol işaretlerini değiştiriyor. Dünyada herşey tepe taklak olmuş durumda, çünkü herşeye yanlış açıdan bakmaya zorlanıyoruz. Şimdi 1 numaralı koordinata bir bakalım: Biz kimiz?
İnsanlar kendilerini; çalıştıkları işleri, gelir düzeyleri, sevdikleri, sevmedikleri, cinsiyetleri, yani kişilikleri olarak görüyorlar. Bir astronota kim olduğu sorulduğu zaman, uzay giysisinin özelliklerini tarif ederse tuhafımıza gitmez mi? “Ben NASA Mark III, 1990’da yapıldım, 0.56 atmosfer basıncına dayanıklıyım v.s.”
David
Icke’ın 5000 kişiye hitap ettiği Wembley 2015 sunumundaki final
sözleri...
Zamanın
ve boşluğun ötesindeki dünya ile iletişime geçmek isterseniz,
sadece kalbinizi açıp nasıl olduğunu bir hissetmeye çalışın...
Hristiyanlar,
Yahudiler, Müslümanlar, Hindu’lar, zenciler, beyazlar, hangi
dinden, hangi ırktan olursanız olun, hepimiz ‘BİR’iz! Hepimiz
farklı deneyimler yaşamakta olan ‘Sonsuz Farkındalık’ız. Kim
olduğumuzun farkına varırsak, deneyimlemekte olduğumuz dünyanın
çılgınlığını görebiliriz. Bu çılgınlık, birbirimizden
kopuk olduğumuz illüzyonundan kaynaklanıyor. Dünyanın holografik
illüzyonu, hepimizin birbirimizden kopuk izole olduğumuz izlenimi
veriyor. Hepimiz farklı deneyimler yaşamakta olan aynı ‘TEK’
‘Sonsuz Farkındalık’ız. Dünyayı algılayışımız ‘kalp’ten
gelseydi, o zaman bu ‘karın’dan gelen dünya var olmazdı!
‘Kalp’ merkezli realiteden, ‘karın’ merkezli realiteye
geçmek üzere manipüle edilmişiz! Bunun bir sonucu olarak da hep,
‘karın’dan gelen bir dünyada yaşıyoruz. Dünya ile etkileşimi
değiştirme sadece bir seçim meselesi... Bunu yaparak etkileşim
içerisinde olduğumuz dünyayı da değiştirebiliriz. Bu, tek
taraflı bir ‘karşıdan yükleme’ değil. Gönderiyoruz ve
alıyoruz. Ne gönderirsek, onu alırız. Enerji alanına kollektif
olarak ne koyarsak, kollektif enerji alanı o olur. Ama bu artık
değişiyor. Yıllar önce Kanada’da Kenneth Mills adlı bir
kişiyle tanışmıştım. O bir ‘kalp’ insanıydı ve nefis
müzik yapıyordu. İnsanların birbirinden kopuk oluşunu ‘insan
zihninin kireç bağlaması’ şeklinde ifade ediyordu. Artık kireç
bağlamış zihinlerimizdeki bu kireci kırıp, gerçek benliğimize
kavuşmanın zamanı geldi. Ben ‘Sonsuz Sevgi’yim. Sen ‘Sonsuz
Sevgi’sin. Hepimiz ‘Sonsuz Sevgi’yiz.
‘Sonsuz
Güç’ zaten hep içimizdeydi, sadece oradan alınmayı bekliyor.
Yepyeni bir tablo oluşturacak, yepyeni bir dünya dokuyacağız.
Ben, sen, o, hepsi, herşey, özgürlük de biziz... İnsanoğlu
artık ‘gerçek’ benliğine uyan, kim olduğunun farkına var...
Hepimiz ‘Bir’iz...
Herkesin bildiği ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ masalında küçük kızın büyükannesini yutup, onun kılığına bürünmüş bir kurt vardır. Masaldaki diyalog ise şöyledir:
“Büyükanne ne kadar kalın bir sesin var”.
“Seni daha kolay selamlayayım diye.”
“Ne kadar büyük gözlerin var”.
“Seni daha iyi göreyim diye.”
“Ne kadar kocaman ellerin var”.
“Seni daha kolay tutayım diye”.
“Ne kadar kocaman bir ağzın var”.
Kurt, “Seni daha kolay yiyeyim diye!” der ve büyükannesini yediği gibi, küçük kızı da ham diye yutuverir.
Bu, binlerce yıldır bilinen bir masaldır ve Fransa’dan kaynaklandığı söylenir, oysa kaynaklandığı ülke olarak ‘Büyük Britanya İmparatorluğu’ dense herhalde çok daha uygun düşerdi... Britanya/İngiltere İmparatorluğu; dünyanın iki yüzlü düşmanı olup, resmi dili hakkındaki saçmalıklarla ve uzun ve muazzam tarihi ile aslında A.B.D.’yi bile avucunda tutan, milli kıyafeti de ‘kuzu postu’ olan bir kurt’dur!
(David
Icke’ın, 2007’de
basılmış olan ‘Global Komplo ve buna bir son vermek için David
Icke Rehberi’ adlı kitabından)
Farkındalığa
açılmak...
Bundan
yıllar önce de, kitaplarımda bu ‘realite’ye çağlayan gibi
akmakta olan enerjiler karşısında seçilecek iki yol olduğunu
anlatmıştım. Birisi, hızla akmakta olan nehir benzetmesinde
olduğu gibi, gevşeyip akıntıyla hareket eden kayığın içine
uzanıp keyfini çıkarmak, diğeri ise akıntıya karşı suda
ayakta durmaya çalışmaktı. Bir noktada akıntı o kadar
güçlenecekti ki, ayaklarımız akıntıya karşı koyamayacak hale
gelecek ve dalgalar bizi sürükleyip götürecekti.
Evrenin sırlarını öğrenmek isterseniz,
herşeyi enerji, frekans ve titreşim
olarak düşünün. Nikola Tesla
Programlanmış
olduğumuz ‘zihin programı’ndan uyanmakta olan herhangi bir
insan, betonlaşmış realite çatlamaya başladığı zaman ne
olacağını bilir. Kişinin hayatı değişir, çoğunlukla da
parçalanır, dolayısıyla sadece ‘spiritüel’ olmaya
çalışırken, neden bu kadar büyük mücadelelere girmiş olduğunu
merak eder. Ne var ki bütün bunlar, çok iyi bir sebepten
kaynaklanır.
Mevcut
zihinsel, duygusal ve spiritüel halimizi aksettiren bir titreşim
alanı yansıtırız. ‘Var Olan/Mümkün Olan Herşey’
bünyesinde, bizim biyolojik bilgisayarımızın neyi ‘okuyup’
neyi ‘okumayacağını’ tayin eden işte bu inanç sistemidir.
İnsan algılamasına egemen olan düşük yoğunluktaki inanç
sistemi, yani korku, depresyon, bölünme, rekabet, din, politika,
‘biz-onlar’ zihniyeti, insanların; ‘Mümkün Olan Herşey’in
sadece minicik bir bölümünü okuyabilmelerine izin verir. Korku;
bütün inanç ve ‘hal’lerin, insan potansiyelini en çok
kısıtlayan şeklidir, çünkü bu hal, onların titreşimsel veya
enerjetik olarak dona kalıp çok yoğun bir titreşimsel kabuğa
çekilmelerine neden olur. Bu durumda da kendimize, korkutuğumuz ne
ise onu çekeriz. Bardağının yarısının boş olduğunu
düşündükçe bardağın yarısı hep boş olur. İşte bu nedenle
de ‘sistem’, insanları hep ‘korku hali’ içinde tutmaya
çalışır.
Bir
bilgisizlik, şaşkınlık ve akıl karşıklığı hali içindeki
insanları kontrol altında tutmak için öne çıkarılan
karşıklığın ve duman perdesinin aşılmasını sağlayan basit
bazı temel kurallar var.
Dünya
halkları aşırı bilgi yağmuru altında kalmış durumda. Tabii ki
gerçek bilgi değil, sadece bilgi. 24 saat süren TV kanalları,
radyo, gazeteler ve Internet insanlık tarihinde hiç görülmemiş
boyutta bilgi akıtıyor. İnsanlar aşırı bilgi yorgunu olunca
şalterleri kapanıyor.
Bir
zamanlar annemin gözlemleyerek söylemiş olduğu gibi: “Birşeyin
biler için iyi olduğunu söylüyorlar, sonra aynı şey için kötü
diyorlar. Baş etmek çok zor!”
İşte
sistem bunu istiyor. Dizin sırası, önce bombardıman et, şakına
çevir, sonra şalter kapansın. Ancak bazı sorular sorarsanız
İllüminati planını bütün şeffaflığı ile görmek mümkün.
İşte bu sorulardan birisi şöyle olabilir: Devlet, parası
olmadığı için muazzam boyutlarda finansal kısıtlama yaparken,
muazzam miktarlara mal olan birşeyler mi yapıyor?
Eğer
cevap ‘evet’ ise, o zaman İllüminati planı yürürlükte
demektir. En belirgin örnek, ‘savaş’tır. Bir ülkenin finansal
koşulları ne kadar kötü olursa olsun, savaş için her zaman para
bulunur. Evet, bunu yaparlar, çünkü devletler savaşa, halkın
iyiliği için değil, İllüminati’nin çıkarı ve insanlar
üzerinde ‘kitlesel kontrol’ dayatmak için girerler.
Amerika
gırtlağına kadar borç içinde. Resmi ulusal borç 15 trilyon
dolar ve bu her gün yaklaşık 4 milyar dolar daha büyüyor.
Neredeyse her bir Amerikan vatandaşının 50.000 dolar borcuna eşit.
Yıllık faiz yaklaşık 430 milyar olup, borcun % 32’si yabancı
ülkelere yapılmış. Trilyonun sayısal görüntüsü
1.000.000.000.000. Bunu şimdiki resmi borca yaklaşmak için 15 ile
çarpın ve asıl borcun bunun da üzerinde olduğunu unutmayın.
Peki
buna karşılık Obama ne yapıyor? Libya ile savaşa giriyor,
Pakistan ve Yemen de sırada. (Ç.N. : David’in
bu makalesi 2011 yılında yazılmıştır).
Afganistan ve Irak’a bunlar da ilave oluyor, Afrika, Orta Doğu ve
Yakın Doğu’daki sömürgeler ise İllüminati’nin işgal ve
katliamlar çılgınlığının içine düşüyor.