20 Mart 2015 Cuma

Gerçeğin Titreşimleri - 48 - Ruh Beden Bilgisayar


İnsanoğlunun gerçek değeri, sahte benliğinden kurtulup özgürlüğüne kavuştuğu zamanki seviyelerde bulunacaktır...
Albert Einstein


Kaybolduk, çünkü nerede olduğumuzu bilmiyoruz, ikincisi nerede olduğumuzu anlamamız için gereken bilgiye ulaşamıyoruz. Aslında durumumuz daha da kötü, çünkü bırakın nerede olduğumuzu, kim olduğumuzu bile bilmiyoruz. Kim ve nerede olduğumuza dair koordinatlar olmadan gördüklerimizi ve deneyimlediklerimizi anlayabilir miyiz? Tabii ki hayır. O zaman biz de tahmin ederiz. İşte o tahminlere de ‘din’ ve ‘bilim’ denir. Mümkün olan en iyi bilgiye dayalı eğitim tahminleri yaparız, peki ama ya din ve bilim aracılığı ile ifade edilen bilgi defoluysa? O zaman karşılaşacağımız durum daha da zor olur, bu sefer hangi yöne doğru hareket edeceğimizi hiç bilemeyiz. Elinde açı ölçer veya mikroskop ile önümüzden her geçenin ne yaptığını bildiğini sanıp ona takılırız, sonra da yanlış yöne gittiğimizi anlarız.


Bugün elimizdeki haritaların çoktan güncelliğini yitirmiş olduğunu bile bile yanlış yöne itiliyoruz. İnsanlarda büyük çapta bir ‘algılama yanılması’ yaratmış olan sistem, bizi ‘yuva’ya ulaştıracak olan koordinatlarıın varlığından habersiz tutuyor. Birileri, insanları şaşırtıp kontrol altında tutmak için yol işaretlerini değiştiriyor. Dünyada herşey tepe taklak olmuş durumda, çünkü herşeye yanlış açıdan bakmaya zorlanıyoruz. Şimdi 1 numaralı koordinata bir bakalım: Biz kimiz?


İnsanlar kendilerini; çalıştıkları işleri, gelir düzeyleri, sevdikleri, sevmedikleri, cinsiyetleri, yani kişilikleri olarak görüyorlar. Bir astronota kim olduğu sorulduğu zaman, uzay giysisinin özelliklerini tarif ederse tuhafımıza gitmez mi? “Ben NASA Mark III, 1990’da yapıldım, 0.56 atmosfer basıncına dayanıklıyım v.s.”



İşte aynı şeyi insanlar yapıyorlar. Kendimizi uzay giysimiz sanıyoruz. Zaten o tuzağa bir kez düştükten sonra da ipin ucu kaçıyor. Peki kendisini uzay giysisi sanan bir astronot varlığını nasıl sürdürür? Büyük çapta kaos ve şaşkınlık yaşar öyle değil mi? O halde çevrenizdeki ‘uzay giysisi’ne inananların dünyasına bir bakın ne görüyorsunuz? Tabii ki kaos ve şaşkınlık. Zaten başka bir şey olamaz ki!


Bu durumda, ruhunuzun özgürlüğü yolundaki ilk açıklama şu olur: ‘Siz bedeniniz değilsiniz’. Bedeniniz, bu realiteyi deneyimlemeniz için kullandığınız muhteşem bir biyolojik bilgisayar. O bir araç. O, ‘siz’ değilsiniz. Biz ‘Sonsuz Bilinç’iz, kesintisiz, sonsuz bir eneji alanı. Kendinizi ne kadar ‘kişi’ olarak düşünürseniz, aslında olduğunuz ‘Sonsuz Bilinç’ten o kadar çok koparsınız. Bir ‘bölünme’ ve ‘kopmuş’luk hali yaşıyoruz, çünkü asıl ve ‘sonsuz’ olan doğamızı unutmamız için manipüle edilmişiz. Albert Einstein, realiteyi oldukça ısrarlı bir illüzyon olarak tanımlamış:


“İnsan, bizim ‘evren’ dediğimiz ‘bütün’ün bir parçası. Ancak bu ‘parça’, zaman ve uzay ile sınırlanmış. İnsan kendisini, düşünce ve duygularını, ‘bütün’den kopmuş olarak deneyimliyor. Başka bir deyişle bu, insan bilincinin optik bir yanıltması. Bu yanılma bizim için bir çeşit hapishane gibi. Bizi kişisel hırslarla sınırlıyor, kısıtlıyor. Amacımız, bütün canlıları ve bütün güzellikleriyle doğayı kucaklayarak içinde bulunduğumuz çemberi kırıp bu hapishaneden kurtulmak.” 


Bundan sonrası ise, ‘Sonsuz Bilinç’ veya ‘Sonsuz Farklındalık’veya ‘Sonsuz Sevgi’ olduğumuz gerçeğini benimsemek! İşte bilinçliliğin bu seviyesi, herşeyi bilir. Bir an, bir su damlası ile denizi düşünün. Su damlası, ‘bölünmüşlük’ duygusundan kaynaklanan ‘bütün’den kopuk ‘kişi’ veya ‘ben’lik olsa... Peki o su damlasını denize atarsanız, deniz nerede biter, su damlası nerede başlar? İşte ne başlangıç, ne de son vardır, ne Alfa ne Omega, çünkü herşey ‘Bir’dir. 


O seviyede ‘biz’ olmaz, sadece ‘Sonsuz’ olan vardır. Her zaman Sonsuz Sevgi/Bilinç/Farkındalık’ız, bundan kopamayız, ama kim olduğumuzu unuttuğumuz anda bir su damlası olduğumuza dair bir kopmuşluk, bölünmüşlük duygusu hissederiz. Bu zihin neye inanırsa onu, yani o inanca uygun olan deneyimi dışa vurur. ‘Sonsuz Farkındalık’ bile olsanız küçük düşünürseniz ‘küçük’ olursunuz. İnsanların içinde bulunduğu kötü durum işte budur! 


Oysa aslında bizler ‘okyanus’, ‘Sonsuz Farkındalık’ız, ama ne yazık ki güçsüz ve önemsiz birer su damlası olduğumuzu sanıyoruz. Kendimizi bölünmüşlük içinde ‘parça’ olarak tanımlıyoruz. Bu da, realitenin büyük çapta manipüle edilmesi suretiyle kendimizi, ‘beden’ dediğimiz biyolojik bilgisayar ile tanımlamamız suretiyle gerçekleşiyor. Sonuç olarak bütün insan nüfusu ‘bilinç’siz, çünkü kendilerini, beden bilgisayarları olarak tanımlıyorlar. Neyse ki, artık bütün bunların değişeceği ‘çağ’ dayız.


Biyolojik bir bilgisayar, genellikle ‘yaşayan’ bilgisayar olarak tarif edilir. ‘Biyolojik’ terimi, ‘yaşayan, canlılara ve hayata dair’ anlamına gelir. Bu, tam olarak nasıl yapacağı söylenmemiş bile olsa çözüm arayan bir bilgisayardır. Şimdi bu bilgisayarlar dünyanın her yerinde yapılıyor, tabii ki doğal olarak, ‘insan bedeni’ olan biyolojik bilgisayar ile kıyaslandığında, arada bir bilgisayar ile çocukların sayı boncuğu kadar büyük bir fark oluyor. Ancak prensip aynı...Profesör Bill Ditto, Georgia Teknoloji Enstitüsü’nde biyolojik bilgisayar araştırmalarının başında olan kişi. 



-“Sıradan bilgisayarların doğru cevap verebilmeleri için kesinlikle doğru bilgiye ihtiyaçları var. Biyolojik bir bilgisayarın, kısmi bilgiye dayalı olarak doğru cevabı, boşluğu kendilerinin doldurarak vermelerini umud ediyoruz” diyor. 



Daha basit bir ifadeyle, biyolojik bilgisayarlar belirli bir noktaya kadar bu yeteneğe sahipler. Bu daha gelişmiş ölçekteki beden için de geçerli, ama asıl problem şu; biz insanlar, biyolojik bilgisayarımız olan bedenlerimizin bizim için düşünmesini bile istiyoruz. Bedenimizin ‘biz’ olduğumuz illüzyonu gibi bir tuzağa düşmüşüz, dolayısıyla da, beden bilgisayarının bütün düşünce ve duygularının kendimiz olduğunu sanıyoruz. Böyle değil, hele eğer ‘Sonsuz Farkındalık’ımızın yüksek seviyelerinden söz ediyorsak hiç değil! 



Önceki satırlarda söz etmiş olduğum gibi Albert Einstein’in sözlerine yine bir bakalım: “İnsan varlığının gerçek değeri, bilgisayar benliğinden kurtulduğu zamanki aşamada bulunacaktır”. 



Bilgisayarın çeşitli parçaları, bedenin nasıl çalıştığını yansıtıyor, çünkü genel anlamda prensip aynı... Beden-bilgisayar sistemi; DNA/genetik ağı; diğer beden sistemleri ve hücreler arasındaki düşünce, duygu ve çevresel etkilere bağlı olarak bilgi iletişimi sağlayan enerji alanlarına dayalıdır. İletişim iyi ise ‘sağlık’lıyızdır, çünkü doğru zamanda, doğru hücreye, doğru bilgi iletiliyordur. Hastalığa tepki veren, kesikleri yaraları iyileştiren, vücutta denge sağlamak için toksinleri emen, kimyasalları salgılayan, değişikliklere tepki gösteren hep bu iletişim ağıdır. Sistem çöktüğü zaman talimatlar karışır, cep telefonunun çalışmaması gibi, beden de çalışamaz hale gelir. Zihinsel, fiziksel, duygusal da olsa buna ‘hastalık’ deriz. 


Bir benzetme yapacak olursak, bir masa üstü bilgisayarı da, ‘virüs’ veya başka bir nedenle iyi çalışamaz hale gelir. İlk önce uyumsuzluk veya ahenksizlik işaretleri vermeye başlar. Önce hızı etkilenir, ‘bilgisayar yavaşladı’ deriz, çünkü bilgi, devreler arasında olması gereken hız ve verimde çalışamaz. Virüs, iletişimi o denli olumsuz etkiler ki bilgisayar işe yaramaz hale gelir. O zaman ne deriz? ‘Bilgisayarım öldü’. İşte biz öldüğümüz zamanda aynı şey olur. 


Tabii ki aslında bir ölmeyiz, çünkü ölemeyiz, çünkü biz beden değil, ‘Sonsuz Farkındalık’ız. İletişim sistemindeki bozukluk veya hastalık nedeniyle ölen beden bilgisayarımızdır. Ya da başka bir deyişle ‘Sonsuz Farkındalık’ bu realiteden çıkıp bu deneyimine son vermeyi seçmiştir. Bilinç/ Farkındalık, kaynak gücün biyolojik bilgisayara can vermesini sağlar. 

  • Herhangi bir bilgisayarı yüksek bir yerden düşürürseniz ne olur? Artık çalışmaz, ölür. --Peki yüksek bir yerden bir insan düşerse ne olur? Aynı şey. 
  • Bir bilgisayar virüsü bilgisayarın çalışma sistemini tahrip ederse ne olur? Artık çalışmaz, ölür. 
  • Peki bir virüs, kanser veya bir rahatsızlık, bedenin çalışma sistemini çökertirse ne olur? Aynı şey olur. 
  • Bir bilgisayarın hafızası çökerse ne olur? Şaşırır ve istenen verimi sağlayamaz. 
  • Peki bu bir insana olursa ne olur? Alzheimer veya akıl hastası deriz. 
  • Bir bilgisayar aktif halde değilken, yani çalışmadığı zamanlarda ‘uyku’ modundadır. Aynı şekilde insanlar da. İşte aynı temel kavram ve çalışma prensiplerinden söz edersek benzerlikler böyle sürüp gider. 

Tekrar vurgulayalım, aslında biz ölmeyiz, Alzheimer veya akıl hastası da olmayız. Alzheimer veya akıl hastası olan beden bilgisayarımızdır. Hiç bilgisayarın klavyesindeki tuşlara basan kişinin bilgisayar virüsü kaptığını gördünüz mü? İşte akıl hastalığı da, bizim ‘Sonsuz Farkındalık’ımızda yer alan bir problem değildir. 


Çok başarılı bir bilgisayar kullanıcısı olabilirsiniz, ama bilgisayarınız işlem yapamıyorsa, onu asla çalıştıramazsınız. Bazen bilgisayarımızın eskiden yaptıklarını artık yapamadığını söyleriz, özellikle de yaşlanmış ve yıpranmışsa...Peki biz insanlar, yaşlandığı zaman bedenlerimiz için ne söyleriz? “Eskiden yaptıklarımı yapamıyorum” deriz, öyle değil mi? Dikkat edin, bedenimiz için burada ‘ben’ diyoruz. Oysa beden bilgisayarı biz değiliz. Biz ‘bilinç’iz, ‘farkındalık’ız, asla belirli bir ömrü olan bir bilgisayar değiliz. Bu ikisini karıştırırsak, seyir radarımız, içinde bulunduğumuz zihin hapishanesinin kapılarını açık zanneder. Zaten dünya, tam bizim bu ikisini karıştırıp şaşıracağımız şekilde yapılandırılmış, çünkü o zaman çok daha kolay kontrol ve baskı altında tutulabiliyoruz. 


Bir bilgisayar, belirli talimatlara veya yazılıma cevap verecek şekilde programlanır. Elektrik sinyallerini çeşitli parçalara iletebilmesi için de bir ana kart/devre kartı vardır. Ağdaki bilgiyi işlemleyen CPU/ana işlemcidir. Bilgisayarı kullanılırken bilgiyi tutan ise sabit sürücü ile sanal bellektir. ‘Kaydet’ tuşuna bastığınız zaman sanal bellekteki bilgi, sabit sürücüye kaydolur.


Bilgisayarın veriminin aksamaması için, virüs ya da dışarıdan gelecek zararlara karşı koruyucu yazılımları vardır. Bunlara ‘güvenlik duvarı’ ya da ‘anti-virüs programları’ denir. İşte insan beden bilgisayarı, yani biyolojik bilgisayar da aynı şekilde çalışır... İnsan bedeninin de bir sabit sürücüsü, sanal belleği, ana kartı ve anti-virüs yazılımı vardır!


İnsan bedeninin genetik sabit sürücüsü DNA/ deoksiribonükleik asit ve hücrelerdir. Hücreler ise, bilgisayar çipleri gibidirler. Hücrelerdeki DNA’nın iki spiral strandı, bedenimizin genetik arşivi gibidir, ama bu DNA’nın sadece bir tek özelliğidir. Düşünün, DNA’mız 120 milyar mil uzayıp gidiyor ve mevcut insan biliminin yapabileceği bir aletten yüz trilyon daha fazla bilgi tutabiliyor! 


Kısaca insan bedeni ile bir masa üstü bilgisayar arasındaki prensipler aynı, ama ölçek, potansiyel ve gelişmişlik açısından arada ışık yılları var! Mevcut bilim, DNA konusunda pek az bilgiye sahip. % 97’si için çöp DNA diyorlar, çünkü bilim adamları onun ne yaptığını bilmiyorlar. Bir düşünün, 120 milyar millik DNA’mız var, ama % 97’si bilim adamları için bir sır. Bu bilim adamları bir de kalkıp bize bedenlerimize nasıl davranıp davranmayacağımızı söylüyorlar! 


Bu arada hatırlamakta yarar var, bu bilim adamları, ‘Sonsuz Farkındalık’a açık değiller, dolayısıyla onların zihni, düşüncenin bilgisayar seviyesinde... İşte iş ‘realite’yi açıklamaya geldiğinde bilim, bu yüzden bir sürü çıkmaza giriyor. Bilim adamları, programlanmış ‘düşünen’ler oldukları için sadece beden, yani 5 duyu realitesine dayanıyorlar. Gerçek bir bilim adamı, 1943’te ölmüş olan Nikola Tesla şöyle demiş: “Bilim, fizik ötesi üzerinde çalışmaya bir başlasın, on yılda bile muazzam bir aşama kaydedebilir, oysa mevcut bilimin gösterdiği aşamalar, var oluşundan itibaren yüzyıllara dayalı”... 


Çoğu bilimciye göre birşey beş duyu ile hissedilemiyorsa gerçek olamaz. Oysa herşey enerji, enerji de görünmez...DNA da, beden de birer enerji alanı, bunun bir ifadesi ise ‘aura’. Aura dediğimiz şey de bilgiyi; bir bilgisayar diski veya sisteminde tutan elektromanyetik alan gibi birşey. Aurik alanlar sürekli olarak bedenin fiziksel seviyesi ile iletişimde olup, bedene hayat verirler. Bu arada önemle belirtmekte yarar var; DNA, genetik, hücreler v.s’den söz ederken buna, onların enerjetik ifadesi olan aurik alanları da dahil ediyorum. Örneğin düşünce ve duygular, fiziksel seviyeye elektrokimyasal olarak aurik alanlar tarafından iletiliyorlar. Benim ‘5 duyu bilinci’ veya ‘beden bilinci’ dediğim şey, düşük aurik alanları olan, hem fiziksel, hem de enerjetik bedenlerdir.


Bilimcilerin ‘Çöp DNA’ teriminden kastı, gerekliliklerden arta kalan olması, amacının olmaması... Ancak bu son derece saçma! Aslında bu çöp DNA dedikleri şeyin en önemli rollerinden birisi, bedenin diğer sistemleri ile birlikte realitenin diğer alemleriyle bağlantıya girmesi, daha ziyade bir ‘alıcı-verici’ gibi bilgiyi iletmek, güçlendirmek v.s. DNA’nın şekli ve billursu yapısı da bunun için son derece uygun. 



Bilinmesi gereken çok önemli bir nokta da şu ki; DNA, insandan fareye, çiçeğe, virüse kadar bütün yaşam formlarında aynı. Bütün DNA; Adenin, Guanin, Sitosin ve Tiymin veya A,G,C ve T olan 4 aynı koddan oluşuyor. Bir insan ile bir çiçek arasındaki fark, bu 4 kodun sıralanış şekline bağlı ve kodlamadaki çok küçük farklar bile muazzam fiziksel karakteristikler yaratabiliyor. İnsan ile farenin DNA’sı arasındaki fark, fiziksel formdaki farklılıklarla kıyaslanacak olursa iyice uç mertebelerde. Matrix filminin üçlemesini izlediyseniz, DNA kod dizininin bilgisayar şifreleri gibi olduğunu görmüşsünüzdür. Bunun gibi; sadece insan vücudu değil, bizim ‘dünya’ dediğimiz bu realitedeki bütün yaşam formları da birer biyolojik bilgisayar. Belli bir fiziksel formu olan gördüğünüz herşey bir bilgisayar programı, A, G, C ve T ise bilgisayar şifreleri...


‘Meridyen anakart’a gelince...


İnsan bedeninin ana kartı ise, akupunktur şifa tekniğinin temelini oluşturan meridyen sistemidir. Binlerce yıl önce Çinliler, şimdi ‘meridyen’ denilen bedenin her yerine ulaşan enerji hatlarının oluşturduğu ağı biliyorlardı. Bu hatlar boyunca akupunktur noktası denilen noktalar var. Kıl gibi incecik iğneler ve diğer teknikler kullanılarak, meridyenlerden geçen enerji akışını dengelemek veya düzenlemek mümkün. Paris’teki Necker Hastanesi ile Askeri Hastane’nin Sitoloji Laboratuvarı’nın ortak çalışmasında bilgisayar ile, meridyen sisteminin ‘bilgisayar anakart’ına son derece benzediğini ortaya çıkaran görüntüler elde edilmiş. Akupunktur noktalarına radyoaktif izleyici madde enjekte edip gamma kamera ile dağılımın fotoğraflarını çekmişler. Fotoğraf, tam olarak akupunktur meridyen sistemininin motiflerini vermiş. 

İnsan beden bilgisayarının

anakart görünümü
 Bilgisayar anakart görünümü





Bu çalışma, sadece modern tıbbın gözardı edip alay ettiği meridyen ağının mevcudiyetini teyit etmekle kalmıyor, aynı zamanda bir başka önemli gerçeği daha ortaya çıkarmış oluyor. O da şu: Enerji,ya da Çinlilerin dediği gibi ‘ki’, meridyenlerden ne kadar yavaş geçerse, kişi o kadar sağlıksız oluyor. Enerji, yüksek hızda ve dengeli olduğu zaman ise kişinin sağlıklı olduğu gözlemleniyor. Peki bu nasıl gerçekleşiyor? Çünkü enerji, ya da ‘ki’; bir problem ya da aksaklık hakkındaki ayrıntıları veren ‘bilgi’ ya da ‘veri’, ya da başka bir deyişle nasıl tepki verileceğine dair bir çeşit talimat... Eğer insanların bir problemin olduğunu anlatmaları ve sizin çözümünüzü olay yerine ulaştırmaları çok uzun sürerse ne olur? Tabii ki problem çözülemez, üstelik daha da kötüleşir. İnsanların hasta olmalarının ve başka hastalıklara karşı da zayıf düşmelerinin nedeni budur. ‘Ki’, denge ve uyum sağlama talimatları taşır ve bu iletişim bozulduğu zaman da beden ‘hasta’ olur. Yukarıdaki satırlarda belirtilmiş olduğu gibi, bir bilgisayar arızalandığı zaman önce çalışma hızı düşer, yani sizin talimatlarınızı her zamankinden daha ağır bir şekilde yerine getirir. İletişim trafiğini yavaşlatan her ne ise o, sistemden temizleninceye kadar durum daha da kötüleşir. İşte aynı şey, ankart’taki ‘ki’ için de söz konusudur. 


Bedenin nasıl çalıştığını bilmeyen, dolayısıyla da anlayamayanlar akupunktur ve alternatif şifa tekniklerine pek gülerler. Örneğin, ayağa sokulan bir iğnenin baş ağrısını nasıl iyileştirdiğini kafaları almaz. Bunun nedeni onların, bedeni bir ‘bütün’olarak görememeleri, ağrıyı, ağrının olduğu yere göre değerlendirmeleridir. Meridyenler beden boyunca devreler oluştururlar. Baştan geçen bir enerji hattı, bacak veya ayaktan da geçer. Bu bölgelerdeki bir tıkanma, devrenin her yerinde bozukluk yaratır, ama örneğin ayak ve bacağın karşılık noktasındaki basınç azaltılınca baştaki ağrı da azaltılabilir. Elektrik devrelerinin olması gereken hızda akış içinde olması için bilgisayar teknisyenlerinin yaptığı da buna benzer. Bazen bu teknisyenlere ‘bilgisayar doktoru’ derler. Ne kadar ilginç değil mi? 


Meridyen sistemi, insan bedenini bir dizi burgaç/girdap ile ‘Sonsuz Farkındalık’a bağlar. Bu girdap noktalarına ‘şakra’ veya ‘çakra’ denir. Eski Hint dili Sanskritçe ‘ışık çemberi’ anlamına gelir. 7 ana çakra vardır: kök çakra, sakral çakra, karın boşluğu/solar pleksüs çakrası, kalp çakrası, boğaz çakrası, alın çakrası/üçüncü göz ve taç çakra. Bu çakralar beden bilgisayarına endokrin sisteminin bezleri yoluyla bağlanırlar. Kalp çakrası, göğüs merkezindeki denge noktasıdır. Kalpten gelen ‘sevgi’nin kaynağı burasıdır. ‘Bilgi’ yok edilince, sevginin sembolü fiziksel kalp olmuş. 


7 Ana Çakra/Şakra & Endokrin Sistemi (Bezler)

-Baş >> Pineal/Epifiz Bezi
-Alında, iki kaşın arası >> Pituitary/Hipofiz Bezi
-Boğaz >> Tiroid Bezi
-Kalp >> Timüs Bezi
-Karın Boşluğu/Solar Pleksüs >> Pankreas
-Sakral merkezi >> Üreme bezleri
-Omurganın dibinde >> Adrenalin Bezi


‘Üçüncü göz’ denilen alın çakrası psişik görüş ve iletişim noktasıdır, beyinin merkezindeki epifiz bezi ile iletişim içerisindedir. Epifiz bezi ışığa çok duyarlıdır ve uykuyu düzenleyen melatonin ile beyindeki elektriksel pulsları aktaran seratonin hormonlarını salgılar. Ona ‘sinir iletici’ de denir. 17.yüzyılda yaşamış olan filozof ve matematikçi René Descartes, epifiz bezi için ‘ruhun oturduğu yer’ demiştir. Aslında ruhu veya farkındalığı bilgisayara bağlayan bir alıcı verici gibidir. 


En önemli bağlantı olan ‘Sonsuz Farkındalık’ ile bağlantı, başın tepesindeki taç çakra aracılığı ile sağlanır. Yine beyinde yer alan ve bütün endokrin sistemini kontrolünde tutan hipofiz bezi ise en önemli bezdir. Bazıları, üçüncü gözün bezinin hipofiz bezi olduğunu, epifiz bezinin ise taç çakranın bezi olduğunu söylerler, ama bunun çok önemli olduğunu sanmıyorum, çünkü her iki çakra da bizi ‘ora’ya bağlar. Bu iki bez ile bir sorun varsa, o bağlantının kurulması çok daha zor olur. Bunlar, beyindeki, duygusal hallerin dengeleyicisi olan hipotalamus ile birlikte çalışırlar. Hipotalamus; duyguları, ruh hallerini, açlığı, iştahı, yeme ihtiyacını, zevk ve keyif kavramlarını organize eder. Beyinin bu bölümü, endokrin bezleri ile birlikte bedenin, zihnin ve duyguların dengesi açısından çok önemlidir, dolayısıyla da olumsuz etkilenmesi için sistem tarafından elektromanyetik enerjilerle ve gıdalardaki kimyasal katkılarla hedef alınmaktadır. 


Şimdiye kadar beden bilgisayar sisteminin yapısını, DNA ve hücreleri, devre kartını ve meridyen ağını tanımladık. Şimdi ise sıra CPU/ana işlemci ‘beyin’e geldi. Malum, CPU bilgisayarın beyini olarak bilinir, çünkü insan beyni gibi okur, kontrol eder ve bütün iletişim trafiğini işlemler. Beden bilgisayarında beyin ‘bilgi’yi ne yapacağına, nereye göndereceğine karar verir. Unutmayalım ki beş duyudan bilgiyi alıp deşifre eden beyindir. Beyinin bu mesajları, farklı şekilde okumak üzere manipüle ederek programlarsanız bu, bir insana elma yedirtip, muz tadı almasını sağlamaya benzer. Günümüzde çok yetenekli bazı hipnozcular bu tür sahne gösterileri yapıyorlar. Canımızı yakan bir darbe, beyin tarafından ‘ah!’ diye deşifre edilirse o ‘bilgi’yi darbenin yer aldığı yerde hissederiz. 


Bilgisayarların iki formda bellekleri olduğundan söz etmiştim. Bilgiyi uzun süreli muhafaza eden sabit sürücü ve siz klavyede çalışırken çeşitli uygulamaları aynı zamanda yapmanızı sağlayan RAM/sanal bellektir. Çalışmanızı sanal bellekten sabit sürücüye ‘kaydet’ tuşu ile geçirirsiniz. İşte aynı şekilde insan bedeninin de kısa ve uzun erişimli bellekleri vardır. 


Bu konudaki bir makalede, kısa erişimli belleğe bazen ‘öncelikli’ veya ‘aktif’ bellek dendiğini okumuştum. Belleğin bu kısmı, sınırlı süreyle sınırlı miktarda bilgi saklıyor. Uzun erişimli bellekte ise nispeten sınırsız miktardaki bilgi süresiz olarak muhafaza ediliyor. 


Temel olarak gördüğünüz, duyduğunuz, dokunduğunuz veya deneyimlediğiniz şeyler çeyrek saniyede kısa erişimli belleğe giriyor. Hemen kullanıp, gerekli değilse unutacağımız şeyler için kısa erişimli bellekler var. Onu, o anda birşeyi tanımak veya anlamak için kullanırız. Aslında herşey kısa erişimli bellek ile başlar. Uzun erişimli bellek ise kendinizi tarif etmek için kullandığınız bütün anıları ve gerçekleri tuttuğunuz yerdir. İlk anınız çocukluğunuzdur, yazdığınız ilk aşk mektubudur, ya da kolunuzu kırdığınız zamandır, yani hepsi oradadır. Neden belirli şeyleri hatırlayıp, bazı şeyleri hatırlayamadığımızı açıklayamayız, ama uzun erişimli bellekte birşeyler olduğunu biliriz. Bilgi, uzun erişimli belleğe geçmek için, kısa erişimli bellekten geçer. 


Aslında, belleğin başka bir seviyesi daha vardır, gerçek ‘ben’, yani Sonsuz Farkındalık. Orada ise herşey hatırlanır...


Bilgisayarlardaki güvenlik duvarları ve anti virüs programlarının karşılığı, bedendeki bağışıklık sistemidir. Norton Anti Virüs programı v.s.de olduğu gibi, bedendeki immün sistemi de beden bilgisayarını dışarıdan gelecek saldırılara karşı korur. Norton’un yapımcıları şöyle diyorlar: 


Bilgisayarları yavaşlatan en büyük neden; virüsler, reklam destekli bilgisayar yazılımları veya casus yazılımlardır. Virüs, bilgisayar sistemine zarar veren zararlı bir yazılım kodudur. Virüsler bir makinadan diğerine geçip büyük zarar verirler. Bilgisayarları bu tür işgallerden koruyan sistem şöyle çalışır: Hassas dosyaları, virüs denen olası enfeksiyonlara karşı kontrol ederek geride çalışır. Bunu bu virüslerin tanım işaretlerine bakarak, dosyalarında bulunan bilinen virüslerle karşılaştırarak yapar.


İnsan bağışıklık sistemi de, aynı şeyi kendi koşullarında yabancı işgalcileri arayarak, işaretlerini tanımlayarak ve onları bilinen virüs veya tehditlerle kıyaslayarak yapar. Onları yok etmeye, karantinaya almaya ve beden denilen biyolojik bilgisayarın ahengini korumaya çalışır. Eğer bağışıklık sistemi saldırıların sayısı veya ölçeği karşısında yenilirse, bedeni olacak olanlardan koruyamaz. Aynı şey, bilgisayar anti-virüs yazılımı için de söz konusudur. Eğer immün sistemi, yeni virüs formları veya diğer saldırılarla karşı karşıya ise, onlarla mücadele edemez. 


Buna verilecek en ünlü örnek, Avrupalılar ülkeyi işgal ettikten sonra Amerikan kızılderili nüfusunun çiçek hastalığı ile kıyıma uğramasıydı. Yöredeki yerliler de, bağışıklık sistemleri de daha önce hiç çiçek hastalığı ile karşılaşmamışlardı, oysa Avrupalılar çiçek hastalığını geçirmişlerdi ve etkilerine karşı aşina idiler. Yani ‘Norton’ları güncelleştirilmişti!


Nereye bakarsanız bakın, bilgisayar benzetmesi bedenin çalışmasına çok uyuyor. Prensipler ve yapılar aynı, dolayısıyla da insan düşüncesine, yani ‘insan-bilgisayar arayüzü’ne cevap veren bilgisayarları geliştirmek mümkün. Aslında ‘insan-bilgisayar arayüzü’ değil, ‘bilgisayar-bilgisayar arayüzü’ demek lazım. Fark sadece ölçekte ve gelişmişlikte yatıyor. Bedenin biyolojik bilgisayar olduğu gerçeği şu ki, klavyede çalışan kişinin veri yüklemesine gerek olmadan önemli ölçüde kendi kendine düşünebiliyor. Bilinçlilik, farkındalık... Bu, ‘dünya’ hakkında çok şey açıklıyor...



(‘Global Komplo’ adlı kitabından)...


-Ölümden ne korkarsın, korkma ebedi varsın.
(Yunus Emre)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Paylaşım