‘Gerçek’in
Titreşimleri – 53 – Ne görüyorsanız, onu ediniyorsunuz
Albert
Einstein, eski dostu Besso’nun ölümünden sonra şöyle demiş:
“Şimdi
Besso bu tuhaf dünyadan, benden biraz daha önce gitti. Bu önemli
birşey değil. Bizim gibi kişiler, geçmiş, şimdi ve gelecek
arasındaki farkın çok ısrarlı bir illüzyon olduğunu bilirler.”
(Yapılan araştırmalar Einstein’ın haklı olduğunu gösteriyor:
Ölüm bir illüzyon.)
(David Icke’ın Temmuz 2015
tarihli videosunun metni)
Ne
görüyorsanız, onu ediniyorsunuz...
Kitaplarımı
okumuş olanlar bilirler, yıllardır hep bu dünyanın bir illüzyon
olduğu gerçeğini anlatmaya çalışırım. ‘Realite’ olarak
bir illüzyonu algılıyoruz. Dünya tabii ki var, ama gerçek dünya
dediğimiz hergün deneyimlediğimiz formda değil. Asıl bu dünya
‘gerçek değil’ durumunda... Fizikalite konusunda vurguladığım
gerçek itibariyle, bu ‘katı’ dünya bir illüzyon, temel olarak
holografik ve fizikselliği de sanal!... Şimdi bazıları verdiğim
bu bilgilere bakıp destekleyecek, kimileri de her zamanki
programlanmış refleks hareketleriyle “Bu
David Icke kaçık!”
diyecektir.
Çok
ilginç, bu hafta “Kuantum Fizik” alanında çalışan bilim
adamlarının medyaya verdikleri bir rapor itibariyle bu dünya, onu
gördüğümüz için varmış, çünkü onu baktığımız için
görüyormuşuz! Rapor şöyle diyor; başlık da şu: “Hayatınızın
tamamı bir illüzyon! Yeni yapılan testlere göre dünya biz
baktığımız sürece var!”
Hey, sanki böyle birşeyi önceden duymuş gibiyim, öyle değil
mi?
Bu
rapor, “Kuantum
Mekaniği, realitenin ölçülmeden var olmadığını söylüyor”
diyor. Aslında ben olsam, “ölçme” kelimesi yerine başka bir
kelime kullanırdım. Mesela deşifre veya yansıma gibi. Yani rapor;
“Kuantum Mekaniği
realitenin deşifre edilmeden var olmadığını söylüyor”
diyebilirdi. Yine ben olsam; “Arkamda duran şu bilgisayarın
görsel olmayan haldeki bilgiyi deşifre ettiği gibi aynı şekilde
deşifre ettiği sürece” şeklinde açıklardım... Kısaca
resimler, kelimeler ve grafikler halinde değil, sadece şifre ve
bilgi halinde. Bilgisayar bütün bunları ekrana yanıtıyor. Peki o
zaman hepsi nerede mevcut? Ekranda?
Rapor
şöyle devam ediyor. “Atom
ve lazer ışınları kullanılarak yapılan deneylerde dünyayı
baktığımız zaman yaratıyoruz”,
ama bu formda değil! Bu, Kuantum Mekaniği’ndeki bir teoriye göre
böyle. Yani Kuantum Mekaniği parçacıkların önceki davranışı.
Bizim gördüğümüz neyse ona göre değişiyor. Önceki davranış
olmadığına göre, o zaman geçmiş yok, gelecek yok. Hepsi de
‘şimdi’ denilen zaman kavramındaki algılamalar. Geçmiş ve
geleceği, ‘şimdi’de algılıyoruz,‘şimdi’de
deneyimliyoruz, çünkü yapabileceğiniz herşey burada!
Yani
bilim adamları bu teorinin, atom ölçeğinde doğru olduğunu
kanıtlayan yeni bir deney yapmışlar. Kuantum Mekaniği kurallarına
göre, oradaki dünya ile bizim kendi kişisel bilincimiz
bulanıklaşmış. Bence aslında bence bulanıklaşmamıştır,
çünkü ‘orada’ dışarıdaki ile ‘orada’ içeride olan,
birbirinin birer ifadesi... Bulanıklaşmış ifadesinden kasıt ise,
birinin diğeri olduğu nokta... ‘Burada/içeride’ olan realiteye
karşın, ‘orada/dışarıda’ olan realiteyi ölçmeye
başlıyorlar, dolayısıyla o nokta bulanıklaşmış alan gibi
görünüyor, ama değil... Olan şu: aynı şeyin bir ifadesi, aynı
şeyin başka bir ifadesiymiş gibi dışavuruyor. Bu böylece sürüp
gidiyor, ama Kuantum Fizik diyor ki; dalga ışığının hareketini
de gözlemleseniz, parçacık hareketini de gözlemleseniz, bu sadece
hareketinizin bu yolculuğun sonunda nasıl ölçüldüğüne bağlı
oluyor. Burada yine ben olsam ‘ölçüldüğü’ yerine ‘deşifre
edildiği’ derdim.
Bu,
ölçümün herşey olduğunu kanıtlıyor, ama hayır, herşey
deşifre etmeye bağlı. Doçent Andrew Truscot “Eğer
bakmıyorsanız, kuantum seviyede realite yok”
diyor. Yani deşifre etmiyorsanız realite yok. Burada çok önemli
birşeyden söz ediliyor ve bu önemli yeni haber kenara atılıyor.
Öyle ya, önemli değil! Çünkü malum, medyada baş sayfalarda hep
politika veya ünlülere ait haber ve skandallar vardır. Bunun gibi,
deneyimlemekte olduğumuz realitenin doğasını anlatan haberlerin
ne gibi bir önemi olabilir ki? Realitenin doğası, nasıl
yaratıldığı, nasıl dışavurulduğu, dolayısıyla onu nasıl
değiştirebileceğimiz herşeyden daha önemli bir konu olduğu
halde hiç sözü edilmez. Hele medyada göz önüne bile alınmaz.
Bu
yolculuğa çeyrek asır önce başladığım zaman, hep realitenin
doğasının neden okullarda hiç öğretilmediğini, medyada neden
hiç yer almadığını, hayatta ne kadar büyük bir öneminin
olduğunu, nasıl yaşadığımızı ve nasıl algıladığımızı
sorguluyordum. Neyse ki 25 yıldan fazla bir süre içerisinde bunu
neden medyanın baş sayfalarında görmemiş olduğumuz, neden
eğitimde verilmemiş olduğu, realitenin temelleri ve onu nasıl
yarattığımız konuları açıklığa kavuştu. İnsan toplumunu
yönlendiren gölgelerdeki sistem bunu bilmemizi istemiyordu, çünkü
eğer bu dünyanın bir illüzyon olduğunu farketseydik herşey
değişirdi. Oysa biz insanlar hep, gücümüzü farketmek yerine
günlük hayat dediğimiz sanal deneyimde “Oh,
onlar çok güçlü, biz neyiz ki?”
gibi bir realite yaratıyoruz.
Politikaya
gelince. Politika ve geçirilen kanunlar, alınan kararlar hep
deneyimlemekte olduğumuz şekliyle bu dünyanın katı ve gerçek
olduğu temeli üzerine kurulmuş. ‘Algılama Yanılması’ adlı
son kitabımda belirtmiş olduğum üzere, politik, bilimsel, eğitim
ve tıbbi açılardan en derin algılamanız her ne ise hepsi sahte.
Geçirdiğiniz kanunlar, tedaviler, blimsel çalışmalar hepsi
derinlemesine sahte! Yine ‘Algılama Yanılması’ kitabımda söz
etmiş olduğum gibi; “saçmalık saçmalığı getirir.” Herşey
konusundaki algılamanız saçma ise , o zaman onunla bağlantılı
herşey de saçma olur. İşte şimdi tam olarak dünyayı tarif
etmiş oldum...
Tıbbı
ele alalım. Eğer insan bedenini katı olarak algılarsanız, o
zaman hastalıklara da aynı şekilde yaklaşırsınız. Katı olarak
algılarsanız dünya dediğimiz sanal holografik yansımaya ilaç
verir veya bir bistüri alıp katı olarak algıladığınız bedeni
yontarsınız. Bu yaptığınız, tam anlamıyla bir illüzyona
illüzyon ile müdahale etmektir. Bedeni tedavi edebilmek için
illüzyonun, yani fiziksel olanın yansıdığı yerden bakmak
gerekir, çünkü eğer bu doğruysa yansıma da doğrudur, dengede
ise yansıma da dengededir.
Ama
toplum dünyanın katı olduğu düşüncesine dayandığı için
öyle kısır bir tedavi şeklimiz oluyor ki; “Kusura
bakma, bunun için birşey yapamıyoruz, üzgünüm, yaşamak için
altı ayınız var.”
Tedavimiz çok kısıtlı, çünkü hepsi realitenin yanılgısına,
onu nasıl dışavurduğumuza, sağlık ve birçok açıdan da nasıl
değiştireceğimize dayalı. Bilimi de fiziksellik illüzyonu kotrol
altında tutuyor. Bu verilen yeni haber itibariyle bilim adamları
aslında şöyle diyorlar: “Hepsi bir illüzyon!”... Bu nedenle
bu bir çelişki değil, çünkü bilimin kabusu olan Kuantum Fizik
diye birşey var ve eğer doğruysa bu bilimin tamamen değişmesi
lazım.
Kuantum
bilimi, deneyimlediğimiz şekliyle bu dünyanın illüzyon olduğunu
bir kez gösterirse, bütün diğer bilimler en temel seviyeden
etkileneceklerdir. Ama hiç böyle birşey olmuyor, sağır gibi
davranıp görmezden geliyor ve eskisi gibi devam ediyorlar. İşte
bu nedenle bilimin çoğu saçma. Ama okullarda, liselerde,
üniversitelerde ne öğretiyorlar? Ağırlıklı olarak hep ana akım
bilim bilgileri veriliyor.
Bu
konudaki ironiler uzayıp gider, çünkü binlerce yıldır ‘zaman’
dediğimiz illüzyonda bilim, eski insanları hep ilkel ve vahşi
savaşçılar olarak algılamıştı, oysa şamanlar, büyücü
denilen yerli doktorlar, mistikler hep, hepsinin bir illüzyon
olduğunu biliyorlardı... Ana akım bilim, burunları havada bir
pozla onlara hep küçümseyerek bakar. Ve şimdi bilimin ‘kuantum
fizik’ dediğimiz bu gelişmiş alanı sayesinde, artık ilkel
insanların ve benim gibi ‘kaçık’ ların haklı olduğunu
görülmeye başladı. Sonra da dünyada neler olduğunu bilmek için
sormak lazım. Realitenin algılanmasının gaspedilmesi... Bu
kibirle mi oluyor, bilgisizlikle mi oluyor? Yoksa ikisi birden mi?
Bir
seviyede, her hergün laboratuvarlarda ve üniversitelerdeki bilimsel
projelerde hem küstahlık, hem cehalet var... Küstahlık; bilimin
herşeyi bildiği iddiası, cehalet ise bilimin bunu bilmiyor oluşu!
Bilimin ‘inanılan’ olarak dikte edildiği alanlardaki gölgelerin
arasına giderseniz aslında ‘inanılmayan’ bilim durumunda
olduğunu ve küstahlıktan da ne yaptıklarını hiç bildiklerini
görürsünüz. Oysa yaptıkları, realite konusundaki bilgiyi
gaspetmek, çünkü hayatı ve evreni sanal fizikalitesi açısından
alternatif yollarla anlatmaya çalışan herkesi baskılayıp,
acımasızca saldırıyorlar.Tabii ki bunun önemli bir nedeni var,
yani bu; insanların nasıl kontrol altında tutulduklarının bir
başka delili.
Şimdi
yine geriye dönelim; bu gazete haberinde, ölçülmediği takdirde
bu realitenin var olmadığından söz ediliyor. Demin de dediğim
gibi, ben olsam “ölçmek” değil, “deşifre etmek”
kelimesini kullanır, “bu realite deşifre edildiği takdirde
vardır” derdim. Realitemizin aslı, tıpkı bilgisayar
sistemlerinde olduğu gibi enerji ve veriye dayalı. Bilgisayara
bilgi şifreleniyor, o da bütün bu verileri deşifre ederek ekrana
yansıtıyor. Bilgisayar bunu neden yapıyor? Çünkü o bilgiyi veya
veriyi, belirli bir şekilde deşifre etmek üzere programlamış
oluyor. Dolayısıyla bilgisayar arıza yapmadıkça hep neye
programlanmış ise onu yapıyor. Şimdi biraz iyiye doğru gidiş
olduğunu varsaysak bile, insanların da hala büyük bir çoğunluğu
aynı durumda. Eğer bilgi veya veri şifreliyorsanız, o
şifrelenmenin en can alıcı ve belirgin kavramı nedir? Aynı
şekilde dünyaya da ne şifrelenmiş ise dışavuran o oluyor!
Kuantum Fizik ile ilgili bu haberde, bu çalışmada bu realitenin,
ancak ölçüldüğü zaman var olduğundan söz ediliyor. Oysa
aslında yaptıkları ‘deşifre’ etmek. Dediklerine göre bu
realite sadece baktığımız zaman var oluyormuş. Bence bu tam
değil, kısmen doğru. Evren, biz ona bakmadığımız zaman da var!
Ama bu formda değil. Bu enerjisel bir bilgi formu. Dolayısıyla
evren, biz baksak da bakmasak da hep dışavurulmayı bekleyen bir
enerji, bir bilgi, bir potansiyel, bir olasılık... Ne şekilde
dışavuruluyor? Biz nasıl deşifre ediyorsak öyle dışavuruyor.
Eğer evreni belirli bir şekilde deşifre ediyorsam o şekilde
dışavuruyor veya tam tersi. Başka şekilde deşifre edersem de
başka bir şekilde dışavurur. Bunu anlatmamdaki neden şu: dünya
kollektif bir programanma şeklinde kontrol altında tutuluyor,
insanların bilinci de realiteyi istenilen şekilde deşifre etmeleri
için baskılanıyor.
Tabii
ki ‘özel’ olduğunuz için değil, ama bunun olmasına izin
verdiğiniz, bunu seçmiş olduğunuz, doğal halinizi aktive etmiş
olduğunuz için gelişmiş bir farkındalığınız varsa, o zaman
dünyayı belirli bir şekilde, yani bu potansiyeli holografik bir
realite olarak deşifre ediyorsunuzdur. O zaman kapalı
bilinçlerin/zihinlerin görebildiğinin çok ötesindeki şeyleri
görürsünüz. Görmek de değil de, deşifre etmek demek lazım...O
zaman hepsini deli, çılgın, kaçık olarak görürsünüz, çünkü
günlük hayat deneyimlerinde, insanların büyük bir çoğunluğu
sembolik olarak bu hal içerisinde oldukları için, bu realitenin
normal olduğu söylenir ve teyit edilir. Deşifre edebilen ise
‘tuhaf’ ya da ‘kaçık’tır.
Eğer
insanları kontrol altında tutmak istiyor, onların kendi güçlerinin
farkına varmalarını istemiyorsanız onları küçücük bir zihin
kutusunun içinde tutarsınız. Gölgelerin arasındaki güçler,
realitenin insan algılamasını programladıkları için, insan
toplumu dünyayı böyle görüyor. Realitenin bu şekilde
algılanması yoluyla biz de onların amaçlarını gerçekleştirmiş
oluyoruz, çünkü realiteyi deşifre ediş ve yansıtış şeklimiz
aynen bu... Şuna bakın. Dini inançlarımız, ateist inançlarımız,
politik inançlarımız, tıbbi inançlarımız, hatta en dar halde
bilimsel inançlarımız var. Tabii bütün bu inanç sistemleri,
insanların realiteyi deşifre edişlerini etkiliyor. Holografik
deneyim ve algılamaya yönlendirdikleri o potansiyel ne oluyor? İşte
hepsi dışavuruluyor. 11 Eylül saldırısı gibi, manipüle edilen
savaşlar gibi, bankacılık dalavereleri gibi olayları ifşa eden
bir alternatif medya da var, ama bunun hepsi bir bilinç meselesi.
Bilincimizin derinliklerine inip bunu anlamadıkça hiçbirşey
değişmez. Yani alternatif medya bile bu illüzyonun içinde, gerçek
sandığı bir illüzyonu değiştirmeye çalışıyor. Dolayısıyla
bu sadece aynı şeyin başka bir görünüşü. Alternatif medyada
bile, neler olduğunun anlaşılması açısından, saçmalık
saçmalığı getiriyor.
Beşikten
mezara kadar realiteye belirli bir şekilde inanmaya
programlanmışsanız, inancınız neye inanıyorsa
deneyimleyeceğiniz bu potansiyeli deşifre edişinizi de o tayin
ediyor. Yıllardır bilim adamlarının deneyleri yapış
şekillerinin deneylerin sonuçlarını etkilediği konuşulur. Şimdi
bu haberde de kuantum fizikçilerin söylediğine bakarsak nasıl
yapıldığını görürüz. Bir deney için belirli bir sonuca
inanıyorsanız, deşifre edeceğiniz şeyi o inanç etkiler, deney
ortaya böyle çıkar. Eğer o sonuç konusunda kuşkuluysanız, o
zaman aynı şekilde bir deney yapar, diğer kişinin sonucuna
ulaşırsınız. İşte hep böyle oluyor. Bu sebep sonuç böyle
çalışıyor. Hayatınızda istediğiniz şeyin olacağından emin
bir şekilde ilerliyorsanız, o zaman o inanç, o potansiyeli deşifre
ediş şeklinizi etkiliyor. Evreni deşifre ederken ne olacağına
inanıyorsanız, dışavuran o oluyor. Ama “Zaten
neye elimi atsam ters gider, işe yarayan hiçbirşey yapamam ki!”
diye düşünürseniz,
“İşte gördünüz mü,
yine ters gitti!”şeklinde
deşifre olup dışavurur. Sistemin, sizin bilmenizi istemediği
müthiş gerçek budur!...Sistemi işleten, sistemin savunucuları ve
sistemin ajanları bile bunu bilmezler, çünkü hep karanlıkta
tutulurlar, çünkü öyle olması gerekir... Yapının en altındaki
herkes karanlıkta tutulur. Ama gölgelerde saklananlar bunu çok iyi
bilirler!
Dar
kafalı insanlardan söz etmiştk. Eğer dar kafalıysanız, o zaman
dar bir potansiyel bandı, veya deneyimi veya başarısı, adına
her ne derseniz onu deşifre ederek dışavurursunuz. Eğer açık
zihinliyseniz, durum tam tersi olur. Dar kafalılar onların
algıladıklarını algılayamazlar, çünkü evrenin
potansiyelliğini deşifre edemezler.
Dediğim
gibi, buna baktığınız zaman müthiş birşey. Toplumun bütün
kuruluşları, onların inancı, onların işlemi ve onların
eylemlerine dayalı olup, hepsi realiteyi son derece kandırılmış
bir şekilde algılarlar.
Biliyorsunuz,
dünya bir sürü “yapamam,
yapamayız, imkansız”
gibi kısıtlama ifadeleriyle dolu, çünkü dünyayı ‘katı’
olarak algılıyorsunuz, dolayısıyla o kısıtlamalar doğru
oluyor: “Onu yapamazsın,
bunu yapamazsın, bu imkansız”...
Ama bu doğru değil, yapabilirsiniz! Mümkün! Ama bu sadece;
realitenin nasıl işlediğini, onunla nasıl etkileşim içinde
olduğumuzu, onu nası dışavurduğumuzu, dolayısıyla da onu
istediğimiz birşeye nasıl dönüştürebileceğimizi anlarsanız
mümkün olur.
Burada
ana fikir sadece bu dünyanın nasıl kontrol altında tutulup
manpüle edildiği değil, buna nasıl son verebileceğimiz, gücümüzü
tekrar nasıl geri alacağımız. Olan şu; kişisel ve kollektif
realitemizi kendimiz yaratıyoruz! Hepsi böyle işliyor, ama en
büyük fark, realitemizi büyük potansiyelden; istediğimiz,
algıladığımız, anladığımız temele dayalı olarak mı, yoksa
büyük bir çoğunluğun programlanmış algılamasının
süzgecinden geçirerek mi yaratıyoruz? Deşifre mekanizmasını,
yani insan algılamasını programlıyorsunuz, sizin için işi bu
yapıyor, çünkü ortada bir programlama olunca, programlananlar
algılamayı sizin istediğiniz çizgideki bir realite olarak
dışavuruyor...
Çok
ilginç, bu hafta bir film izledim. “Yarının/Geleceğin Diyarı”.
Başrolde George Clooney var. Bu bir ‘Disney’ filmi. Tam şimdi
benim sözünü ettiğim konuda. Zaten son on yıldır bu tip konular
irdeleniyor. Totaliter bir devlet var, toplum krizler ve kaos içinde.
Bunun da bir nedeni var tabii. Hep bu konular dediğim zaman,
insanların kontrol altında tutulduğu (1984)’ün yazarı George
Orwell’e atfen Orwell tarzı bir toplum. Bunun bir sebebi var,
sürekli olarak bu tip filmler çevriliyor, çünkü film
şirketlerine bu senaryolar verilmiyor, film şirketleri bu türleri
özellikle seçiyorlar. Neden hep aynı konudaki filmler çevriliyor?
Çünkü bu filmlerde amaç şu: gölgelerdekiler, insanların
göremediği varlıklar, filmin sonunda yaratmak istedikleri şeyi
yaratıyor, bize realite olarak, fiziksel olarak algıladığımız
bir dünyayı deşifre ettiriyorlar. Yani deşifre işlemlerimizi,
istedikleri o dünyayı dışavuracak şekilde programlıyorlar!
Dolayısıyla
bu tür filmler de bizim algılama duyumuzu programlıyor. Bundan
sonra ne olacak? Olacağı şu; dünya, bizim bilinçli veya
bilinçsiz olarak realiteyi algılama noktamıza ulaşacak. Böylece
deşifre işlemimizi, inanmaya programlanmış olduğumuz doğrultuda
yapacağız. Realitemiz, dışavurulan realite olacak.
25
yılı aşkın bir zamandır bu araştırmaları, global kontrolün
bu ortak sonucu için manipüle edildiği doğrultuda yaparken,
insan toplumunun büyük panoramasına, büyük tablosuna bakınca,
biyoteki, politik komploları, bankacılık komplolarını, manipüle
edilmiş savaş komplolarını, dünya nüfusunu azaltma amaçlı
komploları gördüm. Lütfen şu hedef alanlara, şu olanlara bir
bakar mısınız? Gerekli bütün iç bağlantılarla dünyanın her
yerinde bütün bu olanlara sebep olan nasıl bir organizasyon
olabilir? Bir masanın çevresine oturup, çoğu insanın algıladığı
şekilde algılarsanız olacağı budur. Bunu nasıl mı yapıyoruz?
Bu kaos toplumu nasıl mı oluşuyor? İşin aslı nereden başlıyor?
Bu arada gizli cemiyetlerin, gizli grupların ve yarı-gizli
grupların yapısı ile karıştırmadan, bu Orwell tarzı Küresel
Devleti yaratan nedir bir görelim;
Realiteyi,
enerjisel bilgi ‘hali’nden holografik ‘hal’e deşifre
ettiğimiz zaman, belirli işlemler yer alıyor. Ana akım bilim,
hala parçalar üzerinde “bu çekirdek, bu atom, bu elektron”a
öyle bir odaklanıyor ki, işin aslı gözden kaçıyor. Baktıkları
işlemler enerjisel halden fiziksel hale geçişle oluyor, dönüşümün
enerjisel bir kısmı var. Enerjisel demekten kastım, ‘fiziksel
olmayan’. Sonunda akış, sadece enerji parçacıkları olan
atomlarla holografik hale geliyor ve belirli bir halde oluşan ve
‘fiziksel alem’ dediğimiz fiziksel toplum oluyor. Dolayısıyla
atomlar, elektronlar v.b. bütün bunların hepsi enerjisel, fiziksel
olmayan halden, fiziksel bir hologram olarak algıladığımız bir
dışavuruma dönüşüyor.
Hemen
hemen bütün kitaplarımda değinmiş olduğum gizli cemiyetlere,
gizli gruplara v.b. oluşumlara bakarsak, tıpkı elektron veya
atomlar gibi olduklarını görürüz. Bir benzetme yapacak olursak
onlar, bu kaos toplumunun, holorafik realite şeklinde bir dışavurumu
oluyor. Hatta onlar bile çok derinlerde bunu kendilerinin
yarattığını sanıyorlar, oysa yaratmıyorlar, onlar da sadece bu
yaratma işleminin bir parçası...Aslında neyin yaratıldığını
gölgelerin çok çok derinliklerinde olanlar biliyorlar.
Gölgelerden, realitenin diğer alemlerinin ötesine, bunu
dışavurmanın tek yolu bizim realiteyi kendi istedikleri şekilde
deşifre etmemizi sağlamak!
Yarının/Geleceğin
Diyarı filmine gelince. O da birçok başka film gibi aynı konuyu
işlemiş. Temel olarak bugünün dünyasında nasıl bir senaryo
varsa, aynen; savaşlar, açlık, çevresel tahribat derken algılama
da aynı; “Yapılacak
birşey yok, hepsi kaçınılmaz, bunları hiçbirşey durduramaz”.
Bize satmaya çalıştıkları birşey daha var ki, aslında ısınma
olmayan küresel ısınma. Bu da bir dalavere...
Filmdeki
genç kız çok iyimser ve asla vazgeçmiyor. Filmdeki, şimdi
dünyadaki çoğunluğun inancı doğrultusunda olan ilginç bir
replik var: ‘Herşey
bitti dostum, yapabileceğimiz hiçbirşey yok!’
Bu sözler, bunların olmasına izin vermek, olanlara seyirci kalmak
gerektiği şeklinde bir algılama yaratıyor. Zaten bunları
kabullenmek de kaosa götürüyor. Kimse birşey beklemiyor, tabii ki
bu da sistem açısından çok iyi birşey... İnsanlarda,
“Kaçınılmaz olduğu
için hiçbirşey yapmam gerekmiyor”
algılaması yaratılıyor.
Filmde
anahtar tema olarak, bu tür filmlerde sürekli olarak yaratılan
başka bir ‘boyut’ var. Sonra güvenlik güçlerinde kullanılan
yüksek teknoloji içeren robotlar dünyası. Bunlar sadece mekanik
tipler değil, aynı insanlara benzeyen biyolojik makinalar da var.
Neticede
filmdeki, pes etmeyip, “bu işi nasıl başaracağız” diyen genç
kız, bu dünyaya ulaşıyor ve dünyadaki realitenin aynen bizimki
gibi olduğunu anlıyor. Kıyamet Günü senaryoları, çevresel
felaketler, kıtlık, savaş ve tahribat aslında yokmuş da, bu
diğer dünyadan oraya yapılan bir yayınmış, insanlar da o yayını
algılayıp, onu kendi realiteleri sanıyorlarmış. Yani işin aslı,
insanların realiteyi deşifre etmeleri gaspedilmiş!
Benim
‘Algılama Yanılması’ ***
adlı son kitabımı ve diğer kitaplarımı okuyacak olursanız,
hepsi benim anlattığım şeyler... Realite duygumuz gaspediliyor!
Bizim görebildiğimiz realite boyutunun ötesinden, dünya için bir
kaynaktan yayın yapılıyor, insanlar da realite olarak bunu
algılıyorlar. İşte ‘Geleceğin Diyarı’ adlı filmde
karakterize edilmiş olduğu gibi yaklaşmakta olan kaos toplumu,
başka bir boyuttan yayınlanan bir veri kaynağı ile sağlanıyor.
Sonunda bu yayının kaynağını yok ediyorlar, dünyadaki insanlar
da, içinde tahribat olmayan, çok daha güzel, hayat ve neşe dolu
başka bir realite deşifre ediyorlar.
Yıllar
içerisinde çok kez bahsetmiş olduğum gibi, bir de B sınıfı
filmler arasında ‘They Live’/Onlar Yaşıyorlar adlı birisi
daha var ki, sembolize ettiği tema verdiğim bilgilerle son derece
örtüşüyor. Onunla ilgili bir de video hazırlamıştım, halen
web sitemdeki arşivde duruyor, arzu eden izleyebilir. Filmin konusu,
insan olmayan varlıkların insan toplumunu manipüle etmesi
çerçevesinde geçiyor. Bunlar, insanların ulaşabilecekleri güce
ulaşıp neler olduğunu anlamalarını engellemek ve onları bu dar
bantta tutabilmek için belirli bir kaynaktan yayın yapıyorlar.
Filmin
sonunda birileri bu yayının kaynağını yok edince birdenbire
insanlar daha önce görememiş oldukları herşeyi görmeye
başlıyorlar. Şimdi aynı temayı ‘Geleceğin Diyarı’ adlı
filmin konusuyla karşılaştırın, bunun nasıl yapıldığı
ortaya çıkıyor. Bu hep sürüyor. İnsanları bu 5 duyuya dayalı
hapishanede tutmak istiyorlar. Şu insan toplumuna bir bakın, hepsi
akıl çelmeye, tuzaklara, 5 duyuya koşullandırmaya dayalı, çünkü
bizi hep bu realite seviyesinde tutmak istiyorlar.
Bir
kez bunu aşıp, mistik, özgür düşünen veya başına buyruk ne
derseniz, bu tür insanlar bir sürü alay ve kınamaya maruz
kalıyor, adeta suçlu ilan ediliyorlar, çünkü sistem bunu
kimsenin görmesini istemiyor, görenlerin, gördükleri bilgileri
başkalarına aktarmalarını istemiyor. Oysa insanlar önünde
sonunda herşeyi görecekler...
Sonuç
olarak bütün bunların cevabı özgürlük için savaşmak değil.
Savaşmamızı onlar istiyorlar. Oysa bütün bunların arkasında
olanlara karşı yapılacak şey düşmanlık değil, öfke değil,
intikam değil, sadece deşifre işlemimizi geri almak...Böylece
realite duygumuzu kendimiz deşifre edelim, bize yayınlanan programı
yansıtmayalım... Çünkü bütün yayınlarda olduğu gibi
evrendeki herşey, ama herşey, frekans ya da frekans bandı...
Kitaplarımda
görürsünüz, ben bu yayının, belirli bir bant üzerinden ‘Ay’
ve ‘Saturn’ den yapıldığını söylüyorum. Yayın şöyle:
belirli bir frekans bandı var, bu daraldığı zaman bilinciniz
daralıyor, zaten biz de realite olarak onu algılıyoruz; “Gerçek
dünya bu, dostum!” diyorlar bize. Oysa devrim topla tüfekle
değil, bu bandı genişletme ile olacak. Bilincimizi açmalı,
zihnimizi programlanma bağlarından çözmeliyiz ki böylece bu
realitenin ötesindeki ‘Sonsuz Bilinç’e, asıl biz olan bilince
ulaşalım!
Buna
‘spiritüellik’ diyorlar. Din değil, çünkü din de bu
programın bir parçası. Spiritüellik, ‘Sonsuz Bilinç’e
bağlanma. Zaten insanları bu duruma, ‘Sonsuz Sevgi’/’Sonsuz
Bilinç’ten kopmaları için manipüle edilmiş olmaları getirdi.
Benim
gibi bunu söyleyen kişilerin nasıl alaya alınıp gözden
düşürülmeye çalışıldıklarını gördüğünüz zaman hala
gidilecek çok yol olduğunu görüyorsunuz. Ama merak etmeyin, ben
başladığımda hiç böyle değildi, bu yolda çok ilerledik. Yolda
ne kadar ilerleme sağlanacağı tamamen, bunu yapacak olanların
çokluk sayısına bağlı. Bu, bant geniş olursa mümkün. Dar
olursa herkes yerinde sayar. Bizi hala burada tutan etkenler olduğu
halde bu böyle olacak. Sonunda bu bir seçim meselesi. Özgürlük
mü istiyorsunuz? Bandı geniş tutun. İstemiyor musunuz? O zaman
bant dar kalır. Bu bir seçim, ama çok da zor birşey değil. Ben
olsam bandı geniş tutardım...
***
David Icke’ın,
‘Perception Deception’/Algılama Yanılması adlı son kitabının
çevirisi halen, okumakta olduğunuz bu satırları da çeviren
çevirmen tarafından yapılmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder