Okuyacağınız yazı, aşağıdaki videonun çıkarılmış metnidir.
Holografik Evren...
İşte gerçek boyutlarında onu burada açıklayabiliriz. Beden, biyolojik bir bilgisayar olup, kendi adına düşünme beceresine sahiptir. Amaç da bizim kendimizi beden bilgisayarımız olduğumuza inanmamızı sağlamaktır. Oysa ben buna “genetik uzay giysisi” diyorum. Bilirsiniz, aya ya da başka bir gezegene gidecek olursanız bir dış kabuğa ihtiyacınız olur. O realiteyi veya o bilinci deneyimleyecekseniz bir dış giysi gerekir. Zaten ırkçılığın ‘delilik’ olduğu buradan anlaşılıyor.
(0:35) Hepimiz, farklı deneyimler yaşayan ‘öz’ veya ‘bilinç’iz. Diyelim ki aya gitmiş iki astronot tartışıyor. Birisi, diğerinin uzay giysisini beğenmemiş, çünkü farklı bir şirket tarafından yapılmış ve rengi yeşil veya kırmızı değil de beyaz olsun. Böyle bir durumda tartıştıkları için astronotların kafalarını birbirine vurup, “Yahu siz manyak mısınız? Altı üstü lanet olası bir uzay giysisi! Bunun için tartışılır mı?” derdiniz değil mi? İşte ırkçılık da aynı şey!
(1:06) Irkçılık, asıl olduğumuz bilinç yerine, kendimizi, kullanmakta olduğumuz vasıta, yani bedenimiz ile tanımladığımız en klasik, en yaygın yoldur. Oysa hepimiz ‘TEK’ ‘öz’ ya da ‘bilinç’iz. Hazin olan şu ki, Yahudi de olsak, zenci de, orta sınıf da olsak, Amerikalı veya beyaz da, eğer yeterince farklı deneyimler yaşayıp tekamül edersek hepimiz aynı ‘Sonsuz Bilinç’iz. Kendimizi böyle göremezsek, aynen şimdi olduğu gibi bölünüp idare ediliriz. Irkçılık son derece aptalca birşey!
(1:41) Peki
insanlar nedir? İnsanlar birer yazılım programıdır. Beden
bilgisayarında çalışan farklı yazılım programları. Kendimizi
yetersiz hissettiğimiz için, ‘Ben sadece bir insanım’ gibi
sözler söyleriz. Hayır, sen insan değilsin, o sadece yaşamakta
olduğun bir deneyim, insan bedeni ve insan olarak dışavuran bir
araç! Biz yazılım programı...
(2:06) Bakın,
San Fransicco gazetesinden bir makalede ne diyor; “DNA,
bakteriden insanlara, evrensel bir yazılım şifresidir, yaşam için
gereken en temel gereklilikler aynı dilde yazılmıştır”.
Hepsi son derece gelişmiş bir bilgisayar oyunudur! Bu da onun bir
parçası! Bedenin dışavurduğu farklılıklar açısından
kıyaslanırsa, bir insan ile bir farenin DNA’sı arasındaki fark
çok azdır. DNA 4 şifreden oluşur, ACGT. Bir kurt, bir karınca,
bir virüs ya da insan, fiziksel form olarak nasıl dışavuracağını
bu farklı şifreler ve bunların birbirleriyle olan bağlantısı
tayin eder.
(2:57) “Matriks”
filmini hatırlarsanız, bilgisayar ekranlarındaki şifreler,
realiteye çok benzer. Belki tam değil, ama birçok yönden
realitenin, illüzyonsu bir fiziksel hal olarak nasıl deşifre
edildiğini gösterir. Yani o şifreleri, DNA şifrelerine
benzetebiliriz, çünkü o seviyede bu realite dijitaldir. Neyse, bu
ayrıntıya daha sonra gireceğiz.
(3:26) Şimdi
ne yapıyorlar, tabii ki, bilgisayar beyin arayüzü dedikleri şeyde
bilgisayarları beyine bağlıyorlar, beyin de bilgisayarı ellere
gerek kalmadan çalıştırıyor. Bunu yapabilmesinin sebebi çok
basit, sadece bilgisayar sistemine bağlanıyorlar. Tabii ki, biri,
diğerinden inanılmaz derecede daha çok gelişmiş, ama yine de
aynı. İnsan bedeni çok daha gelişmiş bir bilgisayar sisteminde
çalışıyor.
(4:00) Bilgisayarınıza
virüs girerse bir problem oluşur, alet yavaşlar vs. Bilgisayar
kapandığı zaman ‘uyku’ modundadır. Dün gece ben de
uyuyamadım, bir haftadır buradayım, ama hala İngiltere saatinden
çıkamadım, üstelik şimdi da tam uykuda olduğum zaman, neyse
endişelenmeyin, elimden geleni yapacağım.
(5:03) Norton
antivirüs veya bütün bu virüsler, ne yapıyorlar? Bilgisayarı
dışarıdan gelecek tehditlere karşı koruyorlar.İşte insanların
bağışıklık sistemi de bunu olağanüstü gelişmiş bir şekilde
yapıyor; beden bilgisayar sistemini saldırılardan koruyor. Tıpkı
bilgisayar antivirüs sisteminde olduğu gibi, ortaya, programında
olmayan bir virüs çıktığı zaman bilgisayar da işgale uğramış
gibi olur ya. Hani Avrupalılar, Kuzey Amerika’ya ilk gittikleri
zaman, Kızılderililerin daha önce hiç karşılaşmamış
oldukları “suçiçeği virüsü”nü onlara bulaştırmışlar
ya...Bu, Kızılderililerin bağışıklık sisteminin hiç
tanımadığı bir virüs olduğu için, hepsi sinekler gibi
ölmüşler.
(5:49) Solda
Paris’teki Nekar Hastanesi’nde çekilmiş olan bir resim var.
Bedenin akupunktur noktalarına izleyici boya enjekte edip, meridyen
sisteminin fotoğraflarını çekmişler. Birisi bunu bana gösterdiği
zaman aklıma ilk gelen şey, bilgisayarın “ana kart” görüntüsü
oldu. İşte insan meridyen sistemi de aynı. Enerji. O enerji de
bilgi! Bu realitedeki herşey, çeşitli şekillerde olan bilgi.
Titreşimsel, dijital, elektriksel bilgi hep şifreleniyor. Hepsi bu
şekilde bir araya gelip dışa vuruyor. Çinliler bu enerjiye ‘ki’
diyorlar, bunun akışı değiştiği zaman insanlarda hastalık
olarak dışavuruyor. Neden? Çünkü bu ‘ki’ bir bilgi. Bu
‘bilgi’yeterince hızlı dolaşmazsa, beden bilgisayarı iyi
çalışmaz. Masaüstü bilgisayarınıza virüs girerse ne olur?
“Hey,
bilgisayarım yavaşladı!”
deriz, çünkü ‘bilgi’ her yere yeterince hızlı ulaşmıyordur.
Akupunkturun yaptığı da bu. İğneler bu enerjinin akışını
manipüle ediyor ve fiziksel sağlığa kavuşturuyor.
(7:37) Bilgisayarımızda
ise bilgiyi işlemleyen, bilgi trafiğini yöneten “ana
işlemci”dir. Bu, bilgisayarın beynidir, çünkü sürekli olarak
bilgi trafiğini süzer, değerlendirir, bedenin farklı yerlerinden
gelen bilgiyi alır ve bu aldığı bilgiye göre tepki verir. Bu
vasıtayla sağlıklı oluruz, bu yolla düzgün düşünür ve
dengeli duygulara sahip oluruz. Birisi çıkıp bu işleme müdahale
ederse, kolaylıkla insanları zihinsel, duygusal ve fiziksel olarak
manipüle edebilir.
(8:32) Dolayısıyla
sonunda hepsi realiteyi, sadece zihnimizde yer alan bu fiziksel
dünyaya nasıl deşifre ettiğimize bağlı! Dediğim gibi, genel
olarak genetik yapı olan DNA, temel bilgiyi tutan bir “sabit
sürücü” durumunda. Deneyim yaşadıkça DNA’ya daha çok bilgi
kaydediliyor. Bu sadece fiziksel seviye değil, bir enerji seviyesi
de var ve beden bilgisayarının varlığını bu ikisi oluşturuyor.
(8:56) İnsan
familyasındaki ırk ve kültür dediğimiz ‘insan’ familyasının
bütün bu farklı ifadelerin hepsi sadece deneyimlememiz gereken
yazılım programları! Bu konuya biraz vakıf olunca, yazılım
programlarını çok daha iyi anlayabiliyorsunuz.
(9:22) Bu
kişi William Sheridan. New York’taki bir hastanede kalp nakli
beklerken zaman geçirmek için resim kurslarına katılıyor.O
zamanlar, onun da resme olan kabiliyeti benim gibi berbatmış! Üstte
görüldüğü gibi yapabildiği en güzel resim böyleymiş. Sonra
kalp nakli yapılmış ve nekahat döneminde yeniden resim kurslarına
başlamış. Ancak naılsa birdenbire çok güzel resimler yapmaya
başlamış. Kalp bağışını yapan kişinin annesi ile
karşılaştığında, resim konusundaki olağanüstü gelişmesine,
başta kurs hocası olmak üzere hiç kimsenin bir anlam verememiş
olduğunu söyleyip, bağışı yapan çocuğun annesine, oğlunun
sanata ilgisinin olup olmadığını sormuş. Annesi ise, oğlunun 18
aylıktan itibaren sıradan oyuncaklarla değil, daha çok resim
malzemeleriyle ilgilendiğini ve hep deliler gibi resim yaptığını
anlatmış.
(10:22) Amerika’da
bu konuyu çok araştırmış olan bir doktor var. Organ nakli
yapılmış olan çok sayıda insanda, özellikle kalp ve akciğer
gibi organların nakli yapılmış olanlarda, organı bağışlanan
kişilerin karakter özelliklerinin görüldüğü anlaşılıyor.
Bunun nedeni, bir çeşit yükleme yapılması. Gerçi fiziksel
olarak deşifre ediyoruz ama, enerjisel bilgiyi alıp başka bir
beden bilgisayarına yüklüyorsunuz. O bilgi, o bilgisayara geçmiş
oluyor, dolayısıyla da realiteyi algılayış şekli o oluyor.
(11:20) Afrika’da
Zulu kabilesinin Şaman’ı olan büyük dostum Credo Mutwa 90
yaşlarında. Bu konuda onunla de görüşmüştüm. Afrika’da
yamyamlık yapıldığı devirde yenecek olan kişilerin belirli bir
derecede kaynatılmalarının gerektiğinin çok önemli bir altın
kural olduğun anlatmıştı. Bu eski Afrikalı kuralına göre,
yiyen kişi, yenilen kişinin özelliklerini alırmış! Tabii, çünkü
hepsi ‘bilgi’ ve sanırım beden bilgisayarı olmak da olağanüstü
bir deneyim! Tamam bir kadın veya bir adam olabiliriz, ama hayır
değiliz, bu sadece yaşadığımız bir deneyim! Arada çok büyük
bir fark var, tabii ki kadın ya da adam olmakta yanlış olan birşey
yok, hepsi sadece hepsinin birer deneyim olduğunu anlamak lazım.
Bunu kabullenirsek, o zaman o tuzağa düşmez ve gerçekte kim veya
ne olduğumuzu anlarız.
(12:21) Bundan
3-4 yıl önce İngiltere’de bütün gazetelerde yer almış olan
Freaky adında bir tavukla ilgili bir hikaye vardı. Freaky, önce
yumurtlayan bir tavukken birdenbire testosteron üretmeye başlamış,
ibiği büyümüş ve şafakta horoz gibi ötmeye ve tavukları
kovalama başlamış. Şimdi burada olan; beden bilgisayarında bir
kimyasal değişimin gerçekleşmiş olması. Freaky dişilikten
erkekliğe geçmiş. Madem sadece bir erkek veya kadınız, o zaman
sadece kimyasal bir değişimle ya da ameliyatla nasıl birinden
diğerine geçebiliyoruz? Çünkü biz bu değiliz, bu sadece bir
deneyim...
(13:18) BBC’nin
web sitesinde görmüştüm. Bilim adamları, sineklerin beyinlerini
kontrol altına alıp, dişi sineklerin erkek sinek gibi
davranmalarını sağlıyorlarmış. Araştırmacılar, böceklerin
genetiği ile oynuyorlar. Cinsel davranışları kontrol eden beyin
hücreleri, bir şekilde değiştirilebiliyor. Ekip; dişi meyve
sineklerinin, sadece erkek sineklerde görülen kur yapma sesini dişi
sineklerin çıkarmasını sağlamış. Kaynak BBC Haberleri. İşte
yine, beden bilgisayarı manipüle ediliyor.
(13:46) Bazen
kitap yazarken sabahları çok erken kalkarım. İngiltere’de güneş
doğar doğmaz kuşlar öter. Sanki elinde değneği ile bir orkestra
şefi mi var da “ötmeye başlayın!” diye emir veriyor? Freaky
de şafakta horoz gibi ötmeye başlamış. Bunu ona kim söylüyor?
Hiçkimse! Sadece beden bilgisayar programı çalışıyor.
(14:15) Başka
bir konumuz da duygular. Biz duygularımızız. Birçok kişi ‘Ölüme
Yakın Deneyim’ yaşamış. Bu konuda çok şey okudum, bu deneyimi
yaşamış çok sayıda kişiyle görüştüm. Bedenimizi
terkettiğimiz zaman, bedenimizin içindeyken hissettiğimiz gibi
duygular hissedilmediğini söylüyorlar. Tabii ki, çünkü duygu
kimyasal bir ifade ve bedene kimyasal verildiği zaman onu etkiliyor.
(14:48) Yine
yıllar önce İngiltere’de gazetelere akseden bir kadının
hikayesi vardı. Kadın 40 yıl boyunca depresif bir halde yaşamış.
Sürekli o klinik benim, o hastane senin dolaşmış. Birgün birisi;
“Bu
depresif halinin başladığı zaman önemli bir olay olmuş muydu,
hatırlıyor musun?”
diye sormuş. Kadın, sadece ağzındaki 19 tane dişe, cıva dolgu
yapılmış olduğunu hatırlamış. Bu cıva dolguların çıkarılması
ve cıva detoksunu takiben kadının depresif hali geçmiş. Kadın,
“Kendimi
yeniden
buldum!”
diyormuş. Düşünün, 40 yıl boyunca kadına sorsalar, “manik
depresif”im dermiş. Hayır, hayır, kimyasallar verildiği için
bütün beden bilgisayar sistemi bozulmuş. Davranışlarımız
açısından nasıl görünüyorsak kendimizi o sanıyoruz. Oysa biz
o değiliz.
(16:08) İyi
huylar, kötü huylar veya iyi davranışlar, kötü davranışlar.
Bunlar bizden kaynaklanmıyor, hepsi birer bilgisayar programı!
Bizim realiteyi deşifre ediş şeklimiz çoğunlukla beden
bilgisayarımızın ‘hal’lerine dayalı. Kendimizi hep onunla
tanımlıyoruz.
(16:27) Şimdi
bu bilgisayar işini beyine getirelim. Beyinin iki yarım küresi
vardır. Sağ ve sol beyin. “Korpus kolosum” ikisini birleştiren
köprü durumundadır. Realite açısından ise, bu iki yarım
kürenin farklı rolleri vardır.
(16:49) Dünyadaki
çoğu insan sol beyini ile yaşar. Eğitim sistemi, derinlemesine
burada tasarlanır. Çok büyük bir soğukkanlılıkla tasarlanmış
olduğu üzere, sol beyin herşeyi birbirinden ayrı olarak algılar,
dil ve yapı ile ilgilidir. Yaşadığımız topluma bir bakarsanız,
bir ‘sol beyin’ toplumu olduğumuzu görürsünüz, çünkü
toplum da sol beyinin hakim olduğu insanlar tarafından
yapılandırılmıştır.
(17:22) Eğitim
sistemine, yani endoktrinasyon sistemine girdiğiniz zaman ne olur?
Ağırlıklı olarak sol beyine dayalı bilgiler konusunda, kelimeler
ve sayılar konusunda gelişme sağlarsınız, bilgiyi orada tutar,
sonra hepsini bir sınav kağıdına aktarırsınız. Bunu ne kadar
iyi yaparsanız, bu sistemin bünyesinde o kadar gelişme ve ilerleme
veya başarı kaydedersiniz. Gerçekten ‘iyi’ iseniz, ‘iyi’
üniversitelere gidersiniz, ‘iyi’ dereceler alırsınız, bilim,
hukuk, politika, tıp v.s.’de uzmanlaşırsınız. Başarılı
uzmanlık sınavları verirsiniz. Daha sonra en başarılı olanlar
toplumun üst seviyelerinde, tıp enstitülerinde, bilim
akademilerinde v.s. yer alır. Tabii ki oraya ulaşmak için içinden
geçmiş oldukları sistemin bir sonucu olarak da sol beyin
hapishanesine mahkum olurlar.
(18:31) Sağ
beyin ise, “Yüksek Benlik” ile bağlantıdadır. Yaratıcılık,
ilham orada oluşur, sanat sağ beyinde yaşar. Sanatçılar,
yaratıcı kişiler daha ziyade sağ beyinlidirler, çünkü bu,
onları sonsuz yaratıcılık ve yüksek potansiyelin alemine bağlar.
(19:09) Sembolik
olarak beyinin iki yarım küresini bağlayan korpus kolosum köprüsü,
bilinç ile zihin veya akılı birbirine bağlar, ama sistem sağ
beyinli insanları istemez.
(19:19) İki
yarım kürenin arasındaki farkları size bir örnek ile anlatayım:
Bu, Jill Bolte Taylor adında bir nöro-anatomist, bir beyin bilimci.
1996 yılında inanılmaz bir deneyim yaşamış. Sol beyninde kanama
olmuş, ama uzun süre kendinden geçmeden bilinçli kalabilmiş.
Beyin bilimci olunca birçok kişinin yapamayacağı şekilde
geçirdiği deneyimi gözlemleyebilmiş. Hikayesi şöyle:
(20:02) “Kendimi
çok iyi hissetmesem de o sabah yürüyüş bandına çıktım, ama
bir süre sonra ellerime bakınca, sanki aletin kollarını tutan
eler benim değil de bir hayvanın pençeleriymiş gibi geldi. Bu çok
garipti. Vücuduma baktım, “amma da garip birşeymişim” diye
düşündüm. Sanki bilincim normal realite algımdan dışarıya
çıkmış, aletin üzerinde deneyim yaşayan birisine bakıyor
gibiydim.
(Bilinciniz kayınca, aklı ayrı görebiliyorsunuz.) Koluma
bakınca, artık bedenimin sınırlarını tanımlayamadığımı
farkettim.
(Çünkü sol beyin kapanıp realiteyi herzamanki gibi deşifre
edemiyor. Deşifre etme işlemi etkilemediği için realitenin farklı
seviyeleri algılanabiliyor.) Nerede
başladığımı, nerede bittiğimi anlayamıyordum, çünkü
kolumdaki atom ve moleküller, duvarın atom ve molekülleri ile
karışmıştı. Tespit edebildiğim tek şey enerjiydi. Kendime
soruyordum; Bana neler oluyor? O anda, herzaman vıdı vıdı
gevezelik eden sol beynim susmuştu. Sanki birisi uzaktan kumandayı
eline alıp “sessiz” düğmesine basmış gibi mutlak bir
sessizlik vardı.
(Sol beyin deşifre yapamadığı için vıdı vıdı gevezelik
durur.) Önce
kendimi sessiz bir akıl içinde bulunca şoka uğramıştım, ama
birdenbire çevrelendiğim muhteşem enerji ile de mest olmuştum.
Artık bedenimin sınırlarını hiç tanımlayamıyordum. Kendimi
muazzam ve alabildiğine genişlemiş gibi hissediyordum. ‘Tek’
olanla bütünleşmiştim. O enerji muhteşemdi. Sonra birden sol
yarım küre yine devreye girdi ve; ‘Hey, bir problem var, yardım
çağırmak lazım’ dedi. ‘Tamam, tamam, problem var’, ama
birdenbire yine bilince gittim ve o muhteşem güzellikteki
alemdeydim.
(22:18) Düşünün,
sizi dış dünyaya bağlayan o geveze sol beyinden tamamen kopsanız
nasıl olurdu. İşte sanki uzaydaydım, kendimle, işimle ilgili
stres yok olmuştu! Kendimi bedenimde çok daha hafif hissediyordum.
Dış dünya ile ilgili bütün o stres kaybolmuştu. Huzur
duyuyordum.
(Bütün bu stres üzüntü yaratıyor, mutlu olmamızı engelliyor,
tabii ki bu beden bilgisayarı, “öz/bilinç” değil)... Bir
de düşünün, 37 yıllık bir duygusallık yükü kaybolmuş. Beden
bilgisayarı meselesi. Sonra yine sol beynim devreye girdi ve ‘Hey,
dikkatli ol, yardım çağır’dedi. ‘Yardım çağırmalıyım,
odaklanmalıyım!’. Telefon numarasını bilemiyorum, birden odada
kartvizit olduğunu hatırladım, numara onda yazılıydı. Gidip
kartvizit kutusunu buldum, en üstteki karda baktım. Aklım
kartvizitin nasıl olduğunu biliyordum, ama bunun kendi kardım olup
olmadığını anlayamıyordum, çünkü gördüğüm tek şey
piksellerdi. Deşifre edemiyordum.
(Sol beyin normal olarak algıladıklarımızı bu realiteye deşifre
edemiyor, dolayısıyla kadın deşifre işlemi başlamadan önceki
seviyeleri, pikselleri görüyor, çünkü bir seviyede herzaman
söylediğim gibi realite dijital! Kelimelerin pikselleri,
sembollerin, harflerin pikselleriyle karışmış durumda). O
anda bir gerçeklik dalgası içine girdim ve kardın o olmadığını
algıladım. 45 dakika kadar geçmiş gibiydi, kartların arasında
aradığımı bulamıyordum. Sol tarafımdaki kanama artıyordu.
Numaraları, telefonu anlayamıyordum, ama yapacağım tek şey de
oydu. Telefonu alıp koydum, kartviziti aldım, kardın üzerindeki
garip işaretlerle telefonun üzerindeki şekilleri uyuşturmaya
çalışıyordum. Sonunda numara oluştu, dinledim, bir meslektaşım
açtı. ‘Vuf, vuf, vuf!’ Av köpeği gibi bir ses çıkardım.
‘Ben Jill, yardım edin!’ dedim, ama sesim ‘Vuf, vuşşş’
diye çıkıyordu. Aman Tanrım, sesim köpek gibi çıkıyor,
dolayısıyla konuşup konuşamadığımı, dili bilip bilmediğimi
bilmiyordum.
Çünkü şimdi ben konuştuğum zaman benim ağzım ile
izleyicilerin arasında bir titreşim/frekans var. Beyin, duyular
aracılığı ile bunu bir ses olarak deşifre ediyor. Sol beyin bunu
dile/lisana deşifre ediyor. Kadının sesi köpek sesi gibi geliyor,
çünkü kafadaki deşifre etme işlemi gerektiği gibi çalışmıyor.
Jill Bolte Taylor - çok şükür - tamamen iyileşmiş. Internet’te
adını yazarsanız 20 dakikalık videosunda hikayesini çok da güzel
anlatıyor. Deneyimlemiş olduğu, realitenin sanal doğası hakkında
çok iyi bilgler veriyor.
(26:23) Beyinin
iki yarım küresi uyumlu çalıştığı zaman çok iyi. Psikoaktif
ilaçlar aldığımız zaman normalde açık olmayan kanallar
açılıyor ve normalde deneyimlemediğimiz realite duygularını
deneyimliyoruz. Bu seviyede, komployu çözen anahtar bu. Neil
Hague’e sol beyinin girişi boyunca askerler çizmesini söyledim,
çünkü şimdi topluma bu yapılıyor. Bizleri sol beyin içerisinde
tutmak istiyorlar, çünkü bizi farklı bir farkındalığa
taşıyacak olan sağ beyine ulaşmamız hiç işlerine gelmiyor.
(27:08) Biliyorsunuz,
bugün burada yaptığımız gibi, verdiğim konferanslara
farkındalığı henüz açılmamış kişiler de geliyor, ama
aslında hepimiz açılıyoruz, çünkü bu bir işlem süreci ve ben
de bunu gözlemlediğim için yaptığım bu işi hala sürdürüyorum.
Mesela, sanırım geçen yıldı, Oxford Üniversitesi’nde elit
Oxford’lı öğrencilere bir konuşma yaptım, ama bu
anlattıklarımı anlayabilmeleri için bebek adımlarından başlamak
zorunda kaldım. Çok ciddiyim! Ne anlatmaya çalıştığımı bile
anlamakta zorlandılar! Neden? Çünkü elit Oxford öğrencisi olmak
için geçtikleri işleme takılmış durumdalardı. Bunun bir sonucu
olarak bütün bunlar tabii ki, benliğimizin en geniş, en engin
hali ve ‘birlik’le hiç bağdaşmıyor.
(28:14) Peki
Oxford’lu elit öğrenciler sonra ne yapıyorlar? Bilim, politika,
hukuk, tıp alanlarına dağılıyorlar. Bu nedenle de burnumuz
beladan çıkmıyor.
(28:30) Albert
Camus’un dediği gibi; “Entellektüel
kişi, kendi zihnini gözetleyen/gözlemleyen kişidir.”...
Oysa ‘bilinç’lenmiş olan kişi, ‘öz’ü/bilinç’i ile
aklını gözlemleyen ve ikisi arasındaki farkı görebilen kişidir!
(28:42) Birçok
açıdan global bir toplum hapishanesinde yaşamamızın nedeni sol
beyin hapsihanesidir. Bundan kurtulmak özgürlüğe götürür,
çünkü ancak o zaman bu dünyada olur, ama bu dünyaya bağımlı
olmayız. Bu ‘hal’, şimdiki normdan çok farklıdır, bu nedenle
bazı insanlar bunun dışında da varlıklarını sürdürebiliyorlar.
(29:13) Fransız
matematikçi ve filozof Rene Decartes, bizi tanımlarken :
“Düşünüyorum,
o halde varım”
demiştir. Bense bunu bir adım daha ileriye alıp, zihnin o
seviyesinde şöyle derim: “Muhakeme
yapabiliyorum, o halde varım”...
Ama hala bunun de ötesinde bir seviye var, buna daha sonra
değineceğim.
(29:35) Beden
bir bilgisayar olduğuna göre, özellikle de savunmasız olduğu
için, ‘bilinç’ten koptuğu zaman kolaylıkla programlanabilir.
Dünyadaki insanlar; Bush ve Obama’ların ötesindeki komployu da,
sistemin nasıl çalıştığını da, bunun, insan toplumunu
istismar etmek için nasıl yapılanmış olduğunu da göremiyor. Bu
durumda insanlar, kitleler halinde hipnotize ediliyorlar, beyinleri,
sadece programlanan realiteyi okuyabilecek şekilde programlanıyor
ve dünyayı sadece belirli bir şekilde algılamaları sağlanıyor.
(30:21) Paul
McKenna, Avustralya ve İngiltere’de çok tanınmış biri. TV
programlarında, fobisi olan insanlara her ne yapıyorsa, programın
sonunda o insanlar fobilerinden ya tamamen, ya da kısmen kurtulmuş
oluyorlar. Aslına bakarsanız o, sabit sürücüdeki, “fobi”
olarak dışavuran zihin programını siliyor. Artık bu işlerin ne
kadar aşırı uçlara ulaşılabildiğini varın siz düşünün.
(30:53) ‘Top
Gear’ adlı program İngiltere’de çok popüler. Richard Hammond,
Paul McKenna’yı programına konuk ettiği zaman sadece onun
arabayla dolaştıracağını sanıyordu. Zihni Paul MacKenna
tarafından hipnoz ile kontrol altına alınınca, McKenna ne zaman
belirli bir kelime söylese veya parmaklarını şaklatsa, Hammond
uyurgezer gibi transa giriyordu. Gayet normal bir şekilde arabanın
dışında sohbet ederlerken McKenna onu tetikleyici kelimeyi
söylediği anda Hammond “Hmmm”
demeye başlıyordu. Ona “Uyandığın
zaman araba kullanmayı bilmiyor olacaksın”
dendikten sonra adam, arabaya bindiği anda anahtarı nereye
sokacağını bile bilemedi, çünkü zihninin deşifre etme sistemi,
tam o durumda olacağı şekilde programlanmıştı. Daha sonra
birlikte stüdyoya döndükleri zaman Hammond, içine düştüğü
durumu pek komik olarak algıladığı için hepsinin geçip
gittiğini düşünüyor ve gülüyordu. Oysa kazın ayağı öyle
değil, o program hala kafasında...
(32:15) Neyse,
bunlar stüdyoda canlı programda sohbet ediyorlar. McKenna aynı
şeyi yapınca Hammonda hemen “Hmm” moduna giriyor. Hammond’a
oradaki oyuncak arabanın gerçek bir 911 Turbo olduğunu söylüyor.
Hammond ona kendi arabasıymış gibi biniyor, bu arada başka biri
oyuncak arabayla ona yandan çarpınca Hammond gerçekten kazaya
uğramış gibi bir tepki veriyor. İşt emüthiş güç bu, insan
beden bilgisayarını aynen böyle programlayabiliyorsunuz, zaten
insan ırkına da yıllardan beri bu yapılıyor.
(33:01) Hala
uyanmamış olan insanlar hipnotik bir transtalar, bu nedenle de
kimse gerçekte olanları bilmiyor. Hammond’a o bindiğinin gerçek
arabası olmadığını söyleyin bakalım! Hipnoz konusunu çok
araştırdığım için sahne gösterilerinin çoğunu izlemişimdir.
Hipnoz yapılan kişiye seyircilerin arasında bir fil olmadığını
söyleyin bakalım inanır mı?
(33:23) Voltaire’in
dediği gibi; “İnsanlar
özgürlüklerini korumadıkça, tiranlardan kurtulamazlar, çünkü
tiranlar aktif ve gayretlidirler. Kendilerini çok sayıda Tanrı ve
dine adarlar, o arada da uykuda olan insanların ayağına pranga
takarlar”.
(33:39) Neticede
asıl amaç bizi hipnoz uykusunda tutmak, dolayısıyla ‘insanlar
uyanıyor’ deyimi burada çok yerine oturuyor. İşte şimdi bunu
yapıyoruz. Transtan uyanıyoruz. Seyircilerin arasında fil olduğunu
sanan adam artık uyanıyor ve orada bir fil olmadığını anlıyor.
Sadece realiteyi farklı şekilde görüyor.
(34:06) Bütün
mesele bizleri hipnotik bir halde tutmak. İşte en büyük hipnozcu
bu... TV... İnsanların yüzde 99’ı farkında değil, ama TV
müthiş bir hipnozcu. İnsanların zihnine, dünyanın ve realitenin
sürekli olarak tekrar edilmesi suretiyle sağlanan ve ‘çok güçlü
bir zihin kontrol yöntemi’ ile implant yapıyorlar. Bunu yutarsak,
hepimizi aynı algılama normu içersine hapsederler. 7/24 nereye
giderseniz gidin, her dakika!... Ben, ben, ben!... Sürekli olarak
tekrarlanan aynı şeyler. Mesela bir Cessna uçağını bile
uçuramayan 19 korsan, nasılsa birdenbire koskoca yolcu jetlerini
uçurmayı başarıveriyor. Öyle ya! “Valla
nereden geldiklerini bilmiyorum hayatım, kitaptan falan öğrenmiş
olmalılar!”
(34:57) Amerika’ya
gelelim; solda demokratları destekleyen haber sunucuları var. Tabii
Fox’ta olanlar ise aşırı sağı destekleyen sunucular. Bu
sunucular sözde farklı görüşler sunuyorlar, ama sistemi aynı
şekilde görüyorlar, sadece açılar azıcık farklı. İşte bu
da; sürekli olarak “insan beden bilgisayarı”nın zihnini,
dünyada hep taraflar ve farklılıklar olduğununa inandıracak
şekilde kontrol altında tutuyor. Algılayamıyoruz, ama aslında
insanları bütün açılardan manipüle eden tek bir güç var.
(35:39) Bir
de Jon Stewart gibi kişiler var. Onun bazı ‘show’ları
gerçekten çok komik. Bir de Bill Maher var. Ben bu kişilere,
‘buhar fısıldayanlar’ diyorum. Politik sistemle dalga geçiyor
ve hicvediyorlar, ama sadece belirli bir noktaya kadar. Mesela Maher,
birkaç ay önce programında Tony Blair’i konuk etti. Blair orada
olmadığı zaman yaptığı gibi ona ciddi sorular yönelteceği
yerde, neredeyse sırtını sıvazlayacaktı! Keşke bunu yapmasalar!
(36:11) Bill
Maher, 11 Eylül’ün resmi raporunun doğru olmadığını söyleyen
herkese fena halde saldırıyor. Dolayısıyla bütün bu farklı
şekiller ve medya, farklı görüş veriyormuş gibi görünse bile
hep sistemin işlediği inanç sistemi ile aynı olan bilgileri
satıyor...
(36:37) ‘Tekrar’
denilen zihin kontrol tekniğinin bir sonucu olarak, birçok insan
hiç doğruluğunu sorgulamadan, sorup soruşturmadan hep bunlara
inanıyor, çünkü herkesin inandığı bir norm var, o da “gerçek”
olarak kabul ediliyor.
(36:58) Ünlü
İngiliz yazar Oscar Wilde şöyle demiş: “Birçok
kişi başka kişi. Onların fikirleri hep başkalarına ait...
Hayatları taklitçilik, hırsları bile alıntı!”
(37:08) Eğer
sorgulamadan sadece tekrarlarsak böyle olur. Örneğin, öğretmen
tekrarlayıcılarımız var, akademik hayatta ve öğretmenlik
eğitiminde onlara, çocuklara ne öğretecekleri söylendiyse,
sadece onu öğretiyorlar.
(37:23) Doktor
tekrarlayıcılarımız var; ilaç firmalarının kontrolündeki tıp
fakültelerinde onlara ne deniyorsa onu tekrarlıyorlar. Bilim adamı
tekrarlayıcılarımız var; insanlar yüzünden küçücük bir sera
gazı denen karbon dioksitin dünyanın iklimini değiştirdiğini
tekrarlıyorlar. Tekrar, tekrar, hep tekrar!
(38:00) Gazeteci
tekrarlayıcılar ise çok klasik; hep resmi hikayeyi alıp
tekrarlıyorlar. Soru sorulmuyor, hep politikacıların söyledikleri
tekrarlanıyor.
(38:10
karikatür). Hele şu karikatüre bayılıyorum; “O
kadar uzun süredir eğilip kalmış durumdalar ki, ayakta
durduklarını sanıyorlar!”
Politikacı tekrarlayıcılar!
(38:22) İklim
değişikliği konusunda politikacılara soruyorsunuz; “Hiç
araştırdınız mı?”
diye. Hayır. Ama bilim adamları öyle söylüyorlar ya! Sonra işte
kanunları böyle geçiriyoruz. Acaba hiç doğruluğunu kontrol
etmeyi düşündünüz mü? Hayır! Hep tekrar, hep tekrar...
(38:38) Sonra
bir de “sokaktaki insan” tekrarlayıcılar var. Bu kaynaklardan
alıp kendi aralarında tekrarlayanlar var. Birisi çıkıp da o
realiteyi kabul etmezse hemen alaya alınır ve farklı olmanın
cezasını çeker! Bu durumda az sayıdaki grubun çok sayıdaki
grubu idare etmesi de hiç zor birşey değil, çantada keklik!
(39:00) İşte
bu yüzden ana akım medyanın dışından konuşanlar kabul
görmüyorlar, çünkü onlar realitenin farklı bir olasılığını
sunuyorlar. Onlar, tiranların, halkın inanmasını istedikleri
‘tekrarlanan’ realiteye ters düşüyor, genellikle tehlikeli
olarak kabul ediliyorlar, çünkü onların realitesi, dayatılan
realiteye uymuyor. Özetle, insan beden bilgisayarı sürekli olarak
programlanıyor ve hepimiz bizi köle halinde tutan sahte benlik
içerisinde uyutuluyoruz.
(39:49) H.M.Tomlinson:
“Olanları
oldukları gibi değil, kendimiz olarak görüyoruz.”
demiş. Çünkü deneyimi, realiteyi kontrolünde tutan “biz”
olarak algılıyoruz.
(40:04) İnsan
zihni herşeyi ‘ayrı’ymış gibi görüyor. Sürekli olarak
‘zihin’ baskın olunca da, bir ‘ayrım/ayrımcılık
toplumu’nda yaşıyoruz. ‘Şimdi’de yaşadığımız takdirde,
‘öz/bilinç’ herşeyi ‘Tek/bütün” olarak görür, çünkü
‘öz/bilinç’ öyledir. ‘Sonsuz Bilinç/Sonsuz Benlik’. Oysa
biz kendimizi sadece ‘insan’ olarak düşünüyoruz. Aslımız
ne? Aslımız kim? “Öz’üz/bilinç’iz...
(40:38) Realiteyi
o iki açıdan algılamak ve hayatı ‘yaşamak’ için kendimizde
ve hayat görüşümüzde inanılmaz derecede büyük bir farklılık
yaratır. Pekala, biraz daha ilerleyelim. Şimdi neredeyiz? Fiziksel
olarak algıladığımız, sadece zihnimizde yer alan sanal bir
realite evrenindedeyiz. Titreşimsel ve elektriksel bilgiyi,
kafamızda yer alan bu fiziksel realiteye deşifre ediyoruz. Bir
seviyede hepsi dijital. Dediğim gibi bunlar beynimizin deşifre
ettiği elektrik sinyalleri. Dolayısıyla dünya da orada var
oluyor.
(41:20) Şimdi
tabii, konunun kavranmasının zorluğu açısından herkese hak
veriyorum. Şimdi burada duruyorum, herşey benim dışımda, orada
gibi görünüyor, ama bu optik bir illüzyon. Fiziksel dünya
koşullarında herşey burada gibi görünüyor, oysa hepsi içimizde.
Bu çağlar öncesinden gelen bir yalan, çünkü zaten oralardan
geliyor, ama sistem bizim herşeyin dışarıda/orada olduğuna
inanmamızı istiyor, orada olduğuna göre de onu orada
değiştirmemiz gerekiyor. Oysa ‘orada’ diye birşey yok, herşeyi
orada gibi algılayan biziz! Yansıyanı burada değiştirmemiz
lazım, yani sembolik olarak sinemada filmi beğenmediyseniz, salonda
bağırıp çağırmanın hiçbir anlamı olamaz. Değişmez ki!
Filmi değiştirmezseniz sürüp gider.
(42:31) İçeriye
gidip, yansıtıcıyı bulmamız, yansıtıcı ne yansıtıyorsa onu
değiştirmek gerekir. İçerisi değişmediği sürece dışarısı
değişmez, çünkü yansıtılan perdeye vurduğu anda bu holografik
realite olur, yani bu sanal fiziksel realite... Ve hepsi biter!
Perdeye vurmadan değiştirebilmemiz için, verileri deşifre
ettiğimiz, kendi içimizin derinliklerine girmemiz lazım. Filmi
ancak oradan değiştirebiliriz. Herşey, arkadaşlarımız, ailemiz,
fiziksel olan herşey! Herşey içimizde/zihnimizde ve dijital olarak
üretiliyor. Bu sanal bir realite! Birçok yönden bilgisayar
sistemlerinde bulunan çok daha sofistike, ‘aç-kapa’, elektrik
ikili sistemiyle çalışır.
(43:26) Beyinin
diğer yerlerinde daha sofistike olmakla birlikte, tıpkı DNA’daki
birbirleriyle bağlantılı olan 0 ve 1’ler gibi, perdeye neyi
yansıtacağına ikili sistem karar verir. Aynen DNA’daki gibi.
(43:42) Herşey
bilgi, herşey deşifre edilen bilgi! Ve bu inanılmaz derecede dar
bir frekans bandından deşifre ediliyor. Dışarıya bakıp, bu
enginliği gördüğümüz sanıyoruz. Bir seviyede öyle görünmüyor,
ama aslında bu bir frekans menzilidir. İnanılmaz derecede
küçüktür. Bilim bile, bu evrende var olduğunu algıladıkları
kitle maddenin çeşitli şekillerde/formlarda var olduğunu ve
elektromanyetik spektrumun % 0.005’i olduğunu söylüyorlar.
Birisi, “İnsanlar tam anlamıyla kör!” demiş ve çok doğru
söylemiş, çünkü son derece dar bir frekansta çalışıyoruz.
(44:45) Bu
tıpkı 3 boyutlu bir televizyon kanalına benziyor. Bunun ötesinde
bununla etkileşim çerisinde olan başka televizyon kanalları da
var. Buna birçok açıdan “paranormal aktivite” diyoruz. Bu
konuya ikinci bölümde geçeceğiz.
(45:03) Deriz
ki; “Görmek
inanmaktır.”
Ama inanmak da görmektir, çünkü, realiteyi deşifre edişimizi,
realiteyi görüş şeklimiz tayin eder. Nöronların devreye girişi
v.s. Deneylerde şöyle birşey bulmuşlar; birkaç yıl önce bir
film izlemiştim. Esnemeyen bir inanç sisteminiz varsa nöronlar
belirli bir ağla bağlantılı olarak devreye girer. Yani herşey,
ağın realiteyi süzmesi ile bağlantılıdır. Dolayısıyla
beyine, esnemeyen inanç sistemine karşı olan bir bilgi geliyorsa,
nöron yollar belirli şekilde devreye girer ve o bilgiyi, inanç
sistemini etkileyecek şekilde deşifre ederler. Bu tıpkı bir
süzgeçe, sadece realiteyi belirli bir şekilde süzen bir süzgeçe
benzer. İnanç sisteminiz değiştirdiğiniz zaman nöron ağı
farklı şekilde devreye girer, dolayısıyla inanç sistemlerinin
sürdürülebilmeleri realitenin süzülüş şekline bağlıdır.
(46:10)
Bu bizim temel realitemiz. Biz enerjiyiz. Ve sadece beyinin deşifre
sisteminden geçtikten sonra beyinlerimizde 3 boyutlu fiziksel
bedenler olarak belirebiliriz. Orada birçok boyutlara ulaşabiliriz,
bunu medyumlar yapabilir, ‘bilinç’ine açılmış kişiler
yapabilir veya gidip gelebiliriz. Tabii ki bu bilimle ilgili birşey.
Bilim adamları realiteyi kendi inanç sistemlerine göre deşifre
ediyorlar. Birşeyin nasıl çalıştığını anlamaya çalışıyorlar,
ama inanç sistemleri realiteyi belirli bir şekilde deşifre ediyor,
bu nedenle de hiçbir yere varamıyorlar. Bilim adamları sol beyine
saplı kalmış oldukları için, realitenin bu ‘üstün’
seviyelerini deşifre edemiyor ve anlayamıyorlar, çünkü beyinleri
buna engel oluyor. Hani bazen birisi inanılmaz birşey söyler, siz
de “Sen
delisin, böyle birşey olamaz!”dersiniz
ya. Bilimadamları için de aynı şey söz konusu.
(47:21) İngiltere’de
Noel’de hep aynı numara yapılır; sahnede birisi vardır,
arkasında da duran/saklanan kişiyi göremez. İzleyiciler; “Arkanda
saklanıyor!”diye
bağırırlar, adam dönünce, arkasındaki de döner, dolayısıyla
onu bir türlü göremez ve oyun öyle sürüp gider.
(47:38) Bilim
adamları da öyle yapıyorlar. Birşeylere bakıyor ve onu belirli
şekilde deşifre ettikleri için göremiyorlar, çünkü beyinleri o
işlemi yapmıyor. Oysa kuantum fizikte önemli adımlar atmış
olanlar, hep sağ beyinlerini geliştirmiş olan kişiler...
(48:01) Einstein,
“Din
olmadan bilim sakattır, bilim olmadan din ise kördür”
demiş. Bence, “Öz/Bilinç” bilinci olmayan bilim sakattır.
‘Bilinç’
bilinci olmayan din ise kördür.” Gerçekten,
‘bilinç’ bilinci olan din yok.
(48:18) Holografik
Internet. Aslında bu realite bu. Uzun zamandır hep bunu
söylüyorum...
(48:29) Bugünkü
teknoloji çok daha az sofistike bir yolla bunu yansıtmaya
çalışıyor, ama hala bizim deneyimlemekte olduğumuz realiteyi
yansıtıyor. Birisine; “Bana
Internet’i anlat”
derseniz, ekranda “Grafikler
ve web sitelerinden, kelime ve renklerden oluşmuştur”
der. Evet öyle. Ancak Internet’in o formda/şekilde bulunduğu tek
yer ekran. Herşey elektrik devreleri v.s.dir. Televizyon için, bir
ekranda hareket eden resimler derler. Evet, öyledir. Televizyonun o
formda var olduğu tek yer ekrandır, geriye kalan herşey elektrik
devreleri ve frekans alanları v.s.dir.
(49.15) Aynı
şey bizim için de söz konusu. Dünyanın var olduğu tek yer
ekran. Yıllardır çok sayıda insan, bilim adamı veya her kimse;
gözlemlendiği takdirde bu dünyanın sadece bu formda var
olabileceği olasılığını öne sürdüyor. Veya şimdiye kadar
anlaşılan o ki, bu aynen böyle...
(49:37) Bir
DVD koyduğunuz zaman, ekranda DVD’nin tamamı yer almaz. O sırada
cihaz tarafından filmin hangi bölümü okunuyorsa ekranda o
görünür. Biz de bu dünyanın titreşimsel yapısının hangi
kısmı deşifre ediliyorsa aktif olarak, yani aslında hangi kısım
ise onu gözlemliyoruz. İlk seviyede deneyimlediğimiz
gözlemlenmemiş olan realiteyi görseydiniz, sadece titreşimsel
olurdu, ‘katı’ değil.
(50:20) Pekala,
‘Matriks’ dediğimiz şey nedir, ona bakalım. Bu; sanal, ama
çok engin, sonsuz, ama katı bir dünya olmayan enerjetik bilginin
çeşitli şekillerde okunması oluyor. Diğer yanda beden, herşeyin
anahtarı, müthiş bir yaratılış... Billursu bir alıcı verici,
çünkü deşifre etme sistemi bu şekilde çalışıyor. Bilgiyi
deşifre ediyoruz. Bazı insanlar sorar; “Pekala,
kendi gerçeğimizi kendimiz yaratıyoruz, peki nasıl oluyor da
şimdi hepimiz aynı tiyatro salonunu görüyoruz?”
Çünkü bir yapı var.
(51:07) Ben
buna, bu kollektif realiteye kollektif olarak deşifre ettiğimiz
titreşimsel formda var olan ‘Kozmik İnternet” diyorum. Mesela
İnternet’e Güney Afrika, Sidney, Londra veya Çin’de
girebilirsiniz. Hayır, Çin demiyelim, orada İnternet’te güvenlik
duvarı var. Dünyanın tamamen farklı yerlerinde olduğunuz halde,
İnternet’te hep aynı kollektif realiteyi deneyimliyorsunuz.
Farklı veya aynı web sitelerine girebilir, hatta kişisel ilgi
alanınızı bulabilirsiniz, ama hepimiz www., yani World Wide Web’de
aynı kollektif realiteye ulaşırız.
(51:52) Hepimizin
deşifre ettiği kollektif bir realite var, dolayısıyla pencereden
dışarıya baktığımız zaman örneğin, hepimiz aynı arabayı
görürürüz. O araba hakkında farklı görüşlerimiz olsa da
temel realite aynıdır. Hepimiz kristalin/billuruz. Biliyorsunuz,
milyarlarca hücremiz var ve her bir hücrenin zarı/membranı,
kristalin/billursu maddeden yapılmış. Hepimiz yürüyen, konuşan
kristalleriz. Ve nasıl oluyorsa, hücrenin dışındaki kristal
zarın kapı ve kanalları var. Bunlar; ikili sistem, elektriksel
açık-kapalı durumuna göre açılıyor, bilgisayar sistemine göre
çalışıyor.Temel olarak çok ilginç, bu kapı ve kanallar
hücreler için iyi olan her neyse ona açılıyor, kötü olana ise
kapanıyor.
(52:47) Ve
hücreler kendi elektrik şarjlarına göre açılıp kapanıyorlar,
ama şimdi bize olduğu gibi, kitlesel elektromanyetik alanlara maruz
kaldıkları zaman, bu hücreler de kötü olan her ne ise onu içeri
alıp, iyi olanı dışarıda bırakabilirler. Kısaca bizler,
deşifre eden kristalleriz. DNA da kristal ve sivri bir yapısı
olduğu için bir anten...
(53:20) Bu,
İnternet’ten aldığım bir makale; “Dev
bir molekül çift sarmallı DNA’nın karakteristik formu, ideal
bir elektromanyetik anteni temsil ediyor. Bir yanda uzun, dolayısıyla
her bir elektrik pulsu/vuruşunu alabilen bir kılıç gibi. Diğer
yanda yukarıdan bakıldığı zaman, halka şeklinde, dolayısıyla
çok manyetik bir anten.”
Bu durumda bizler alıcı-verici durumundayız.
(53:46) Carlos
Castaneda’nın kitaplarının kaynağı olan Şaman Don Juan,
herşeyi burada fevkalade özetlemiş: “Hepimiz
alıcıyız, ‘farkındalık’ız, cisim veya nesne değiliz,
“katı”değiliz. Sınırsısız, ama biz veya mantığımız/zihnimiz
bunu unutur. Böylece içinden geldiğimiz kendi bütünlüğümüzü
kısır bir döngünün içine hapsederiz.”
Dediği gibi hepimiz ‘alıcı-verici’ yiz. Hepsi bundan geliyor.
Neyse, bu konuya daha sonra daha fazla değineceğim.
(54:20) Buradaki
“manipülasyon”kelimesinin anlamı; beden bilgisayarı ve
‘alıcı-verici’nin, gıda ve içeceklere katılan zehirli
karışımlarla dengesizleştirilmesidir. Bu, dinler gibi inanç
sistemleri yoluyla, realitenin yanlış temsil edilmesi suretiyle de
eğitimle yapılıyor. Hedeflenen bu! Realiteyi olması gerektiği
gibi deşifre etme yeteneğimizi hedefliyor, dolayısıyla bizi bu
tireşimsel kutu veya yumurta kabuğu içerisinde tutuyorlar.
Böylece, hepimizi tamamen şaşkına çeviren, neler olduğunu, kim
olduğumuzu ve lanet olası oyunun ne olduğunu anlamadığımız bir
dünyada yaşıyoruz. İşte bu holografik internete böyle bağlıyız.
Hani şimdi teller var ya, ama onun gibi değil. Bu fiziksel dünyaya
deşifre ettiğimiz bu realitenin, kablosuz İnternet’te bir aynası
var. Mesela şimdi bu salonda kablosuz internet var, ama göremiyorum,
nerede? Ama bu bilgisayarı İnternet’e bağlarsam, ortada
hiçbirşey yokken, hiçbirşey görünmezken dünya çapındaki ağa
bağlanırız. İşte biz de bunu yapıyoruz.
(55:54) Hiçbirşey
olmadığını düşündüğümüz ‘realite’de, aslında
titreşimsel bir bilgiyi, yani kablosuz interneti deşifre ediyoruz.
Yine ‘Matriks’ filmine dönecek olursak, gayet güzel bir şekilde
açıklanıyor: “Matriks
her yerde, bütün çevrende, hatta şu anda bu odada. Pencereden
baktığınız zaman veya televizyonunuzu açtığınız zaman
hissedebiliyorsunuz. İşe veya kiliseye gittiğiniz zaman,
vergileriniz öderken hissediyorsunuz. Gerçeği görmemeniz için
gözlerinizin önüne bir perde çekilmiş. Peki, hangi gerçek? -
Senin bir köle olduğun gerçeği Neo! Herkes gibi sen de bir
hapishaneye doğdun, bu hapishanede koklayamıyor, tadamıyorsun. Bu
bir zihin hapishanesi.”
(56:43) Bu
evrenin fizikalite açısından mevcut olduğu yer, beyinlerimizin
deşifre olduğu kablosuz titreşimsel yapıda oluşuyor. Ve öyle
bir şekilde deşifre ediyoruz ki, realitenin birçok birçok
seviyelerine ulaşıyoruz. Veya manipülasyona karşı kurtuluş
anahtarı bu. Onun sadece çok küçük bir parçasına
ulaşabiliyoruz. İşte Çin’de de yaptıkları bu. Çin’deki
bilgisayar sistemine bu şekilde güvenlik duvarı koyuyorlar,
böylece halk, dünyadaki İnternet ağının, sadece yetkililerin
izin verdiği kısmına ulaşabiliyor.
(57:14) Bir
algılama kutusunun içine hapsolmuş olan bize de birçok açıdan
olan bu. Doğal halimize bırakılmış olsak, bizim de bilgi ve
anlayışa erişimimizi engelleyen sembolik bir güvenlik duvarı
var. ‘Bütün’den yavaş yavaş koparılıyoruz. İnsan zihni,
‘realite’nin yöneticisi olmuş durumda. Baloncuk içerisindeki
baloncukların içine hapsedilmişiz ve gerçek potansiyelimizin çok
küçücük bir bölümünde çalışıyoruz. Bu olmasaydı, küçük
bir grubun, büyük bir grubu kontrolü altında tuttuğu ve
milyarlarca insanı köle ettiği bir dünyada yaşıyor olmazdık.
(58:10) Pekala
‘realite’ nedir? Deşifre ettiğimiz frekans menzilleri ve bizim
onları deşifre ediş şeklimiz. Kısa bir hikaye ile anlattıklarımı
özetlemiş olacağım. Michael Talbot, “Holografik Evren” adlı
kitabında deneyimlemiş olduğu bir olayı anlatıyor. Babasının,
onun için organize etmiş olduğu doğum günü partisinde bir
“sahne hipnozcusu” varmış. İşte bilinen çeşitli hipnoz
numaraları yapmış, patates yedirip, elma yediklerini sanmalarını
sağlamış v.s.
(58:47) Peki
hipnozcular bunu nasıl yaparlar? Kişinin deşifre etme sistemine,
verilenin patates değil de elma olduğu bilgisi implant edilir.
Elektriksel deşifre sistemi buna manipüle edilmiştir. Şimdi
düşünün, günlük hayatta toplumun büyük bir bölümüne bu
yapılıyor.
(59:05) Hipnozcu
Tom adında birini çağırıyor, onu oturtup birşeyler yapıyor,
sonunda ona; “Uyandığın
zaman odada bulunan kendi kızını göremeyeceksin”
diyor. Önce Tom’un kızını çağırıp babasının önünde
durduruyor, böylece oturmakta olan baba kızının bel hizasını
görür durumda. Tom’u uyandırdığı zaman, “Kızını
odada görüyor musun?”
diye soruyor. Tom çevresine bakınıyor ve “Hayır,
onu göremiyorum, odada değil”
diyor. Kızı da dahil, herkes kıkır kıkır gülüşüyor, Tom
onları duymuyor bile. Hipnotist, elini kızın arkasında tutuyor ve
Tom’a, “Elimde birşey var, nedir?”diye soruyor. Kızı orada,
Tom orada. Elinde tuttuğu bir kol saati. “Saatin
üzerinde bir yazı var, onu okuyabilir misin?”
diye soruyor. Kızı önünde durduğu halde okuyor. Şimdi bunu
insanlara anlattığın zaman, “Mümkün
değil, bu imkansız, delilik!”
derler. Hayır, hayır. Kızın fiziksel formda var olduğu tek yer,
Tom’un zihni, çünkü o şekile deşifre edilmiş. Deşifre etme
işlemi yapılmadan önce kızı sadece bir enerji, bir enerji formu,
bir bilinç halinde. Tom’un implant edilmiş olan inancı onun
deşifre edilmesini etkilediği için, beyin o enerji alanını
şifreleyemiyor, dolayısıyla da Tom kızını, bizim fiziksel
seviye dediğimiz gözün algılayabildiği seviyeye getirememiş
oluyor. Yani kızı hariç, odadaki herşey, onun deşifre edebildiği
seviyede bulunuyor, ama Tom’un zihninde, kızı yer almadığı
için, onu değil de onun fiziksel bedeninin arkasındaki saati
rahatlıkla görebiliyor.
(1:01:06) Zihnin
manipüle edildiği seviyeleri gördüğünüz zaman ve bu komplonun
gerisindeki kişilerin bunu bildiklerini, anladıklarını
düşündüğünüz zaman, bu bilgiyi bilmediğimiz sürece bunun ne
kadar kolay yapılabildiğini görebiliyorsunuz. Dünya katı
görünüyor, ama olamaz, çünkü dünya da atomlardan oluşmuş,
atomlar da katı değil. Kim demişse, “Atom
bir Katedral büyüklüğünde olursa, çekirdeği 10 cent/kuruş
kadar olur”
demiş. Gerisi boşlukmuş. O zaman enerji olup, katı olmayan bir
boşluk nasıl katı dünya olabilir? Tabii ki olamaz. Ve kuantum
fizikçiler, “Nasıl
olur, atomların katılığı yok”
derler. Ama bu bir deşifre etme işlemi, hepsi bu. Onların
kaçırdıkları da bu. Hepsi kafamızda. Dünya bir hologram, dev
bir hologram, evren de öyle. Ve içindeki herşey, fiziksel seviyede
bizler de hologramız.
(1:02:27) Hologramları
günlük hayatımızda dükkanlarda görüyoruz. Hiç görmemiş
olanlar için nasıl yapılıyor, birşey nasıl 3 boyutlu görünüyor,
ama değil, anlatalım. Bir lazer ışını alınır, bir kısmı
bölünür, fotoğrafı çekilmek istenen cisimden geçer. Yaptığı
şey şudur; o cisimin titreşimsel versiyonunu alır. Lazer ışının
başka bir kısmı ise doğrudan fotoğrafa gider. Cisimin içinden
geçecek olan lazer ışının bu kısmı aynı fotoğrafa geri
yöneltilir ve iki lazer ışını birbirine çarpar. Bu da girişim
örüntüsü denilen birşey yaratıyor. Bu tıpkı bir su
birikintisine iki ayrı taşın atıldığı zaman olanla aynı.
Taşların çevresinde oluşan dalgalar birbirlerine çarpınca
oluşan dalga formu, belirli bir yere belirli bir hızda düşen iki
taşın dalga formu versiyonudur. Yani aynı girişim örüntüsü
denilen olay.
(1:03:44) Bu
girişim örüntüsünün, holografik fotografik baskısıdır ve
ilginçtir, aynı parmak izine benzer. Ama bu fotografik baskıya, bu
girişim örüntüsüne lazer tutarsanız, fotoğrafı çekilmiş
olan cisimin titreşimsel versiyonu olan bu girişim örüntüsü,
birdenbire nasılsa 3 boyutlu bir şekile girer. Son derece de katı
görünür, ama içine elinizi sokarsanız içinden geçer, çünkü
kesinlikle katı değildir. Bu gördüklerinizin hepsi birer
hologram. Bu manzara. Şu çok başarılı değil, ama katıymış
hissi veriyor.
(1:04:31) Bunların
hepsi hologram. Bunlar da 3 boyutlu hissi veren realite oyunları.
Dolayısıyla içinde yaşadığımızı sandığımız 3 boyutlu
dünya, sadece katı görünen holografik görüntülerden oluşan
bir illüzyondur, çünkü onları bu şekilde deşifre ederiz. Oysa
öyle değiller. Dünya titreşimsel ve biz onu gözlemlediğimiz
zaman fiziksele deşifre ediyoruz. O sadece illüzyonsu/sanal bir
yapı.
(1:05:01) Matriks
filminde Neo karakterinin, daha yüksek bir bilinç seviyesine
ulaştığı zaman, herşeyin fizikselin ötesinde olduğunu anlaması
gibi birşey. İlginçtir; İngiltere’nin en saygın bilim
dergilerinden birisi olan “Yeni Bilimci” nin, birkaç ay önce,
Ocak ayı sayısının kapak resminde, “Evrenin
ucundan yansıtılan bir hologramsınız”
yazıyordu.
(1:05:27) Bilim
adamlarından bazıları bile, bunu artık farketmeye başladılar,
ancak makaleyi okuduğunuz zaman önemli bir noktayı kaçırdıklarını
görüyorsunuz. Kesinlikle evrenin ucundan yansıtılmıyor, herşey
bizim içimizde cereyan ediyor. İlginçtir, hologramların şaşırtıcı
bir özelliği vardır. Bir hologramın her bir parçası, bütün
hologramın küçük bir versiyonudur. Dolayısıyla holografik bir
fotoğrafı dörde kesip 4 parçanın üzerine lazeri tutarsanız,
bir resmin dörde bölünmüş, dörtte biri olan parçalar elde
etmezsiniz. Bütün resimden dört tane “aynı resmi” elde
edersiniz. Nereye giderseniz gidin, hologramın her bir parçası,
bütün resmin küçük versiyonları olur.
(1:06:20) İşte
alternatif şifa tekniklerinde bu vardır. Refleksolojistler el ve
ayakların parçalarını, bedenin farklı yerlerindeki
bağlantılarını bulurlar, hepsi bedenin küçük versiyonudur.
Kalp karaciğerle bağlantılıdır. Akupunktur bu nedenle kulağın,
bedenin farklı yerlerinde temsil ettiği noktaları bulur, çünkü
bedenin her parçası, bütün bedenin küçük versiyonudur. Aynı
şekilde evrenin de her bir parçası, karınca olsun, bir insan, bir
ağaç, çimen, ya da bir nefes, neticede hepsi benim “süper
hologram” dediğim, bütün evrenin küçük bir versiyonudur.
(1:07:20) Birkaç
ay önce Amerika’da ‘Holografik Kan’ adlı kitabı yazmış
olan Harvey Bigleton ile karşılaştım. Mikroskopta bana
parçalanmış kendi kanımı gösterdi. İçinde holografik parçalar
vardı! Görebiliyordum.”Oh, şurada bir problemin var.” dedi. 3
boyutlu formlar. Bu; ünlü deyiş “Aşağıdaki
yukarıdakinin aynısı”
sözünü açıklıyor. Bu nedenle insan enerji alanı, aynen
dünyanın enerji alanı gibi aynı prensiple çalışıyor, çünkü
hologramın her bir parçası, bütünün parçası! Biz bile bu
fiziksel seviyede bile evreniz! Evren de biz! Yarabbim, Ethel Jones
ve Charlie körolası Smith’den bu yana ne kadar çok yol
katetmişiz!...
(1:08:29) Bu
bir mucize! Peki mucize nedir? Bir ateş illüzyonu nasıl olur da
fiziksellik illüzyonunu yakar? Yakamaz, ancak biz inanırsak yakar!
Ve kendimizi başka bir realite haline sokarsak, yanmadan ateşin
üzerinde yürüyebiliriz, çünkü inanç sistemimiz değişmiştir,
dolayısıyla da deneyimimiz değişir.
(1:08:57) Yine
Matriks filmindeki o ünlü repliğe gelirsek; “Büktüğün
kaşık değil, hepsi sadece sensin”.
Tabii ki öyle, çünkü kaşığı fizikselliğe sen deşifre
ediyorsun, onun bükülüp bükülmeyeceğine sen karar veriyorsun.
Ve mesele ‘bilinç’li hale geldiğiniz zaman kuralların ötesine
geçme meselesidir. ‘Kural’ dediklerimiz, fizik kuralları veya
limitasyon kuralları hep zihinden gelir. Gerçekten ‘öz/bilinç’
haline gelirsen, fizik ve sanal kanunları yenersin/aşarsın. Yine
Matriks’ten bir replik: “Bir
ajanın beton duvarı yumruğu ile deldiğini gördüm. Adam o
bölümünde hepsini temizledi, sürekli olarak havaya vurdu, ama
yine de güçleri ve hızları; kurallara ve zihine bağlı dünyaya
dayalı. Bunun yüzünden, senin kadar güçlü, senin kadar hızlı
olamazlar.”
(1:09:50) Peki
sembolik olarak sen kimdin? ‘Tek’ olan bilinç. Hepimiz bu’yuz.
Yani bilinç... Bunu unutmamız için manipüle edilmiş olduğumuz
için, kölelerin olduğu ve sürekli olarak dayatmaların yapıldığı
bir dünyada yaşıyoruz. Kim olduğumuzu anladığımız anda o
günler biter. Zaten artık kim olduğumuzu da hatırlamaya
başladık!...
Çeviri için çok teşekkürler arkadaşım, sağol :)
YanıtlaSilDesteğiniz ve ilginiz için sonsuz teşekkürler. David'in yeni video ve kitap çevirileri çalışmalarımız sürüyor.
SilDavid'in en büyük amacı, Mevlana'nın; "Sen okyanustaki bir damla değil, bir damladaki bütün okyanussun" sözünün özümsenmesidir.
'Sonsuz Sevgi' lerle
Yazılarınızı uzun zamandir okuyorum. Bende Türk insani için ilerde boyle kaynaklari tr'ye cevirmeyi planliyorum.emeginize tesekkurler. Kitabıda okuyacagim. Sevgiyle..
SilÇok teşekkür ederiz . İzlemiştik ve okuduk. Şimdi tekrar izleyince baya özümsemiş olacağız. Çeviri için çok teşekkürler
YanıtlaSilteşekkürler..
YanıtlaSilTeşekkürleriniz müthiş motive edici oluyor. Asıl bizden size çok teşekkürler...
SilHarikaydı! Teşekkürler..
YanıtlaSilVideonuzu izledim, siz de harikasınız!!!
SilMüthiş bir paylaşım, ne mutlu hepimize...
"Sonsuz Sevgi" ler...
Emeğinize sağlık. Çok çok teşekkürler.
YanıtlaSilhepsi harika cok tesekkur ederiz. Kafamiz acildi.
YanıtlaSil