2010 yılında Project Avalon’dan Bill Ryan’ın, “İnsanoğlu Artık Dizlerinin Üzerinden Kalk/Human Race Get Off Your Knees” adlı kitabının basılmasını takiben, Londra Brixton Akademisi’nde gerçekleştirmiş olduğu konferanstan sonra, David Icke ile yapmış olduğu 110 dakikalık videonun çevirisi...
-Ben, Project Avalon’dan Bill Ryan ve tarih 19 Mayıs 2010. David, şu el çırpma hareketini yapabilir misin?
-Tabii ki. Aslında iki elle değil de, bir buçuk el ile çırpma hareketi oluyor. İşte şöyle birşey… Bu benim en sessiz el çırpma hareketim. Bir ara Youtube’ta salağın biri benimle masonik şekilde el sıkıştığını iddia etmişti ya... Neyse, bir gösterelim bakalım. Bayanlar, baylar, bu Masonik bir el çırpmadır. Yani romatoid artriti olan iki mason arasında…Eski bir gelenek, ta Babil’e dayanır!
-Evet, ben Project Avalon’dan Bill Ryan. Tarih 19 Mayıs 2010. Biliyor musun, 2010’a nasıl geldik inanamıyorum. Geriye baktığın zaman tarih 1990 lardı, zaman uçuyor. Sen de öyle düşünüyor musun?
-Evet Bill, zaten hep öyle düşünüyorum. 1990’larda ilk uyanışımdan sonra arka arkaya gittiğim medyumlar aynı bilgiyi teyit ediyorlardı. İlk öğrendiğim şeylerden birisi, “Gerçek’in Titreşimleri’idi. Aslında bu, o konuda yazdığım ilk kitaptı ve adına da ‘Gerçek’in Titreşimleri’ demiştim. Aman Tanrım, Bill, o zamanlar, bugün gerçekleşmekte olan titreşim değişikliğinin olacağına dair en küçük bir işaret bile yoktu, biliyor musun? İnsanları kollektif bir koma halinde tutan kölelik yoğunluğunda bir kırılma olacak, insanlar uyanıp kendilerini farklı bir halde görecek, şimdiye kadar hep saklanmış olan herşeyi yüzeye çıkaracaktı. Biliyorsun 1990’larda en küçük bir işaret bile görünmüyordu, ama şimdi bir bak, inanılır gibi değil, dünyanın her yerinde inanılmaz sayıda insan uyanıyor. 20 yıl önce ortalıkta olmayan ne kadar çok bilgi yüzeye çıktı. 10 yıl önce böyleydi, 5 yıl önce böyle, derken grafik yükseliyor. O başlangıç yıllarında, medyumun söyledikleri arasında ilginç kavramlardan birisi de, zamanın büyük bir hızla geçeceği idi ki, bu korkutucu boyutlara tırmanacaktı, çünkü, bence, zaman ve uzay gerçek değil, birer kurgu. Üzerine bilgi kaydedilmiş olan bir bilgisayar diski alalım, buna belirli veriler programlanmış olsun, bilgisayara koyalım, o verileri okuyacak ve o dijital seviyeyi veya bilgi seviyesini, ekranda zaman ve uzay olarak verecek. Biz de onu yapıyoruz. Sol beyin bilgiyi alıyor ve senkronize ediyor. O sekansı ne kadar hızlı yaparsa, zaman da o kadar hızlı geçer.
Einstein’ın söylediği gibi, dişçinin bekleme odasında oturuyorsun, o sekans o kadar hızlı değil. Onun benzetmesiyle, eğer yanında güzel bir kadın varsa sekans çok hızlanıyor. Durum şu: Baskı çağından gelen enerji değişimi, gelişmeye, aydınlığa ve uyanışa dönüşüyor. Bu, bizim realiteyi veya sekansı deşifre ederken etkilenmemiz ile oluyor. Önceki gün bir dergide okudum, Nisan ayı geldi mi? Mart ayına ne oldu? Peki ben nasıl kaçırdım? Ya Noel ne zamandı? İki yıl önce mi? Çok şaşırtıcı, neler oluyor böyle?
Bill Ryan: Bu senin bahsettiğin insanların hızla uyanışı. Brixton Akademi’de bunu kendi gözlerinle gördün. Son kitabının basılmasından sonra, orada çok önemli bilgiler verdin. Zaten bu video da bu yüzden çok önemli. David, Brixton’da müthiş önemli bilgiler verdi. Sanırım ilk defa da 8 saat konuştun, yoksa 9 saat mıydı?
David: Evet, tam 8 saat konuştum.
Bill Ryan: O gün sabah kalabalıktan çok etkilendiğini söylemiştin, oysa bundan onbeş yıl önce boş sandalyelere konuşuyordun, öyle değil mi? O zamandan beri çok şey değişti değil mi?
Biliyor musun, 20 yıl önce bu işe başladığımda herkes benimle alay ederker, gerçekten kafamı duvarlara vuruyor gibiydim, çünkü boş sandalyelere konuşuyordum. Hiç umut yoktu, hiç bir yere varılacak gibi değildi, ama içimden bir ses sürekli olarak ‘devam et, devam et!” diyordu. Hangi kültüre gidersen git, tabii ki bazıları daha fazla bastırılmış oluyor. 1990’da, bizi cahil tutan köleliği kıracak olan ‘Gerçek’in titreşimleri’ dediğim enerji değişikliği başlayacaktı, ama yıllar geçtikçe durum daha vahim bir şekil alıyordu. Toplumun gidişatına bakınca, TV izleyip, gazeteleri okuyunca, bu Orwellian global/Faşist/Komünist/ farklı isim altında hepsi aynı şey, diktatörlük sürüyor, çünkü herşey çok hızla ilerliyor. Ancak buna beş duyu seviyesinden, yani aklının gördüğü ve algıladığı şekilde bakarsan görüyorsun. Beş duyu seviyesinde bir çok araştırmacı var, insanların olayları bu şekilde görmelerini çok iyi anlıyorum. “Bu durumda bizim yapabileceğimiz birşey yok” diye düşünüyorlar. Oysa var...Dünya bizim olduğunu sandığımız gibi değil. İcraatı olan başka güçler de var. Bu fiziksel katı realite, aslında hiç de fiziksel ya da katı değil... Değişken... Hiç öyle gibi görünmüyor, ama öyle... Bu kaya gibi, yerinden kaldırılamaz görüntünün ardında değişkenlik var. Bu da bu realite seviyesinin büyük bir hızla değişebileceğini gösteriyor. İnsanların bu şekilde algılamalarını çok iyi anlıyorum, çünkü bilinç bize tamamen bu şekilde odaklanmış bir görüntü sunuyor. Fiziksel dünyayı, fiziksel şeyleri değiştirerek değiştirebileceğimizi düşündüğümüz zaman, ‘zaman ölçer’e bakarız, çünkü ‘katı’ olarak bilinen dünya bunu gerektiriyor. Ancak bu sözde ‘katı’ dünyanın, sadece holografik bir projeksiyondan başka birşey olmadığını ve bu evrenin temelinin, ‘bilgi’yi titreştiren bir dalga formu olduğunu anladığınız zaman bu dünyanın hızı hızla değişebilir. Mesela; bir bilgisayar ekranının üzerindeki görüntüyü fiziksel olarak değiştirmek istediğinizi düşünün. O bilgisayar ekranı, diskin üzerindeki ‘bilgi’nin projeksiyonu, tamam, ben de değiştirmek istiyorum. Diski çıkarırım, yeniden programlarım, enter’a basarım, aaa, bambaşka bir dünya! Bu ‘gerçek titreşim değişimi’nin bir parçası olarak şimdi ne oluyor? Bu evrenin bilgi yapısı değişirken, bu evrenin bilgi yapısı da değişiyor, bu olurken bir devir oluşuyor. Bu bir ‘devir’. Eskiler, zaman devirinden söz ediyorlar. Bill böyle konuştuğum zaman, tamamen araştırmalarımın beni götürdüğü yerden geliyorum, insanların da kendi sonuçlarına varmaları lazım. Bu onların en tabii hakları. Ancak eskiler, zamanın ‘devir’ yapan doğasından bahsediyorlar. Bu kozmik bir oyun ve hepimiz farklı çağ’lardan geçiyoruz. Hint kültüründe buna Yuga deniliyor. Dünyanın çeşitli yerlerinde bunun farklı isimleri var. Bu döngü, eskilerin bahsettiği Altın Çağ gibi olağanüstü gelişmelerden geçerken herşey göründüğü gibi değil. Müthiş mücadeleler var. Kontrol sistemi geliyor, sonra bizi başladığımız yere geri götüren başkaları da var. Sekans yeniden başlıyor. Bu, en basit anlamda, interaktif bir bilgisayar oyunu. Tıpkı bilgisayarın diskten bilgiyi alıp ekrana getirmesi gibi, biz de oyundan bilgiyi alıyoruz. Ancak bu oyuna, internet gibi kendimiz de bir katkıda bulunuyoruz. Bu nedenle bu interaktif bir oyun, veriyoruz ve onda gördüğümüz birşeyler oluyor. Yirmi yıl önce, ‘Gerçek Titreşimler’ hayatıma girdiği zamanki farkındalığım itibariyle, bir korku ve güvensizlik içeren bir baskılanma sürecinden, ki herhalde artık bundan kimsenin kuşkusu kalmamıştır, çok daha gelişmiş bir bilinç, çok gelişmiş bir farkındalık sürecine giriyoruz. İnsanların kontrol altında olmak istemelerinin en büyük nedeni güvensizlik. Eğer insanlar veya hangi isimle çağıracağımız o kitle kontrol edilmek istiyorsa, bunun nedeni güvensizliktir. Kontrol sistemi de kendine güvensiz olan varlıklardan oluşuyor. Artık bundan kurtuluşun eşiğine geldik. Yol oldukça engebeli. Şimdi sembolik bir mücadele var. Bu kontrol altında tutulan aşırı bastırılmış enerjik yapı, bir değişim sürecine giriyor. Bu durumda konrol sistemi umutsuz bir halde gücüne sarılmışken, ‘Gerçek Titreşimler’in getirdiği enerji, bizi üst bir bilgi seviyesine çıkarıyor. Bu durumda farklı bir dünya oluşacak. Zaman ile ölçecek olursak, her dakika, her yıl, farkındalık norm olarak kendini empoze edecek. Ben de diyorum ki, bu kontrol sistemi artık çökecek! Bu konuda kesinlikle çok iyimserim. Ancak çökecek diyorsak, bu öylece oturup hiçbir şey yapmayacağımız anlamına gelmez. Bizler bu enerjilerin birer ifadeleriyiz, dolayısıyla da onlara uyumlanmamız gerekiyor. Bu enerjilerin gösterdiği yolu izlemeli, verdikleri işaretlerden esinlenmeli, onların 5 duyu gerçeği olmalıyız. Oturup da gerçekleşmesi beklenmemeli! Burada bazı seçimler yapıyoruz. Bu müthiş ölçekteki gelişmeye, özgürlüğe ve potansiyale ayak mı uydurmalıyız, yoksa şimdi yaşamakta olduğumuz kontrol, baskı, hep kazananların kaybedenlerin olduğu bir dünyayı mı tercih edeceğiz? İşte yapacağımız seçimler bunlar. Yolun çatal ağzı burada... Bu enerjiye, bu realiteye tutunacak olanlar sıkı bir mücadeleye girecekler, çünkü büyük bir değişime gireceğiz. Farkındalıklarını, artık bu son çırpınışlarda olan enerji kurgusuna bağlamış olanların ise işi daha da zor. Şimdi bizim maruz kalmış olduğumuz bu sistem, kendini gittikçe daha fazla gösterecek. Bu, eski çağın enerji yapısının yüzde yüz holografik bir görüntüsü olacak. O halde, enerji yapısı çökünce onun da çökmesi gerekir. Eğer diski bilgisayardan çıkarırsam, bilgisayarın ekranında görünen resim kaybolmalı, çünkü yaratılmış olan bilgi yapısı artık orada olmayacak. İşte biz de şimdi o noktaya doğru yol alıyoruz. Çok mücadeleler vereceğiz, yolumuz oldukça engebeli. Ama artık çocuklarımız ve torunlarımız, şimdi öyle görünüyor da olsa, bu kontrol sisteminin baskısında yaşamayacaklar. Birkaç yıl içersinde belli olacaktır. Ama bütün bunlar çökecek. Şimdi hayatta olmak için mükemmel bir zaman. Baskılanmanın, sınırlanmanın yerini, alabildiğine gelişme ve sonsuz potansiyal alacak. Harika bir zaman olacak!
Bill Ryan: İngiliz Fizikçi David Bohm, şimdi tam senin anlattığın şeyleri, implicate/saklı gerçek ve explicate/görünen gerçek olarak açıklamıştı. Görünen gerçek, bizim fiziksel gerçeğimizde ifade edilenler...Bunun arkasında saklı gerçek var. Yüksek teknolojiye sahip dünya dışı varlıklar, çok ileri spiritüel varlıklar veya bilinmeyen veya kötü spiritüel varlıklar, bunlar hep saklı gerçekte yer alıyorlar, ama sonuç görünür gerçeğin duvarınına yapılan projeksiyonlar gibiler...Burada parantezi kapatmak istiyorum, ama söylediklerin kesinlikle saçma değil...
Bu oldukça ilginç bir nokta Bill. Bu son, ‘İnsanoğlu dizlerinin üzerinden kalk, artık aslan uyumuyor’ adlı kitabımda açıklamış olduğum üzere, bu kontrol sistemi ortaya nasıl çıkmış. Diyorum ki, bu gezegenin, ya da bu realitenin diyelim, eskilerin tabiriyle Altın Çağı’nda olduğu bir dönem vardı. Hindu geleneğinde Yuga deniliyormuş. O zaman müthiş bir gelişmişlik varmış ki, bunu şimdi bizim bunu algılamamız pek mümkün değil. Şimdiki algılama koşullarında şöyle diyebiliriz: Bu dünyadasın, ama bu dünyaya ait değilsin. Yani bu dünyada bir deneyim yaşıyorsun, ama algılama koşulların açısından bu dünyaya ait olmadığını da biliyorsun. Bir de bu dünyada yaşıyorsun, ama herşeyin sadece bu dünyada olduğunu düşünüyorsun, çünkü o anda hemen muhakeme yapıp, algılama ve anlama yoluna gidiyorsun. Oysa daha yüksek bilinç seviyelerinde bu realite hakkında farklı saptamaların olabilir. Eğer bütün pencereleri kapalı bir evde oturuyorsan, hayatın sadece o olduğunu, herşeyin o evin içinde olduğunu sanıyorsundur. Ama bir pencere açarsan, o zaman algılamanda farklılıklar olur. Birden evin bir sokakta olduğunu, sokağa çıkarsan, sokağın bir kasabada olduğunu, kasabanın bir şehrirde olduğunu, şehrin bir ülkede olduğunu görür, “hey ben bir gezegendeyim!” diyebilir, sonra da yıldızlara bakmaya başlarsın! Sen kapalı pencerelerin ardında oturup bütün alemin o olduğunu sanırken, asıl alem hep oradadır.
Altın Çağ’da insanlar, hepimizin ‘Tek’ bir bilinçten geldiğimizi biliyorlardı. O zamanki anlayış ve gelişmişlikte, rekabet, ‘ben kazanmalıyım’, ‘direğin tepesine ben çıkmalıyım’ kavramları, yoktu. Hepimiz, farklı isimler verdiğimiz farklı bakış açıları olan ‘tek’ bir bilinciz.
Bill Ryan: Bu, AVATAR filiminde çok güzel bir şekilde sunuluyordu.
Evet, kesinlikle haklısın. James Cameron’un bu film ile neyi sembolize etmek istediğini bilmiyorum, ama benim için ne sembolize ettiğini söyleyebilirim, aslında iyi bir noktaya temas ettin, çünkü bunlar anlatacaklarımla yakından ilgili...
Altın Çağ’ın gelişmişlik realitesi bu zaman kayması ile bağlantılı diyeceğim, ama tam kayma da sayılmaz. Bu, bilginin gelişmiş bir seviyesi. Biz bilgiyi, deşifre ederek holografik deneyime taşıyoruz. O zamanki, bizim şimdi yaşadığımız holografik deneyimden farklı, çünkü bilgi yapısı, bizim şimdi deşifre etmekte olduğumuzdan farklı. Demek istediğim şu ki; Bu realitede öyle bir şey oldu ki, benim ‘bölünme’ dediğim şey yaratıldı. Bu bölünme, bilgi yapısındaki biçimi bozdu ve herşey değişti. Sebep olduğu şeylerden biri de... Sürekli olarak buna geri dönüyorum, ama çok önemli, çünkü hep fiziksel olarak düşünüyoruz, zaten hepsi de fiziksel görünüyor. Şimdi yine asıl konuyu kaçıracağız. Bizimkisi 3 boyutlu holografik bir illüzyon. Katı da değil. Biz onu ‘katı’ olarak deşifre ediyoruz, ama aslında ‘katı’ değil. ‘Katı’ olarak deşifre eden bizim bilgi yapımız. Hologram prensibini ele alalım. ‘Bilgi’ dalga formunda, siz de holografik bir baskıya bakıyorsunuz. Holografik baskı tıpkı parmak izi gibi, bunun da tesadüf olduğunu sanmıyorum ya...Lazeri, holografik dalga formunun, yani ‘bilgi’nin, bu bir cisim de olabilir, üzerine tutuyorlar. Bundan, hem bilgi yapısı, dalga formu, hem de dalga formunun holografik görüntüsü çıkıyor, yani görünen her ne ise, bu fotoğrafladığınız bir kişi olabilir, kutu, elma her ne ise aynı anda onun da görüntüsü çıkıyor. Bilimadamları, “birşeyin hem dalga formu, hem de partikül formu aynı zamanda nasıl varolur?” diye soruyorlar, ama gerçek bu! 3 boyutlu holografik bir illüzyona baktığınız zaman, onun bilgi yapısı kaybolmuyor, orada tek olarak duruyor, yani aynı şeyin farklı formları beraber duruyor. Birisi bilgi, diğeri ise o bilginin deşifre edilmiş hali!
Bununla şunu anlatmak istiyorum. Altın Çağ dediğimiz bu bilgi yapısının şekli bozulunca, o bozulma holografik dünyaya deşifre oldu. Bunlar muazzam felaketler, jeolojik olaylar şeklinde baş gösterdi, dünyanın çeşitli yerlerinde, antik kayıtlarda yer aldı. Şiddetli volkanik patlamalar, depremler, felaketler oldu. Hatta bazılarında, dünyanın tepetaklak olduğundan söz ediliyordu. Diğer tarafta da, bilimsel bir şekilde ele alınan görüşler mevcut. Daha modern zamanlardaki jeolojik ve biyolojik seviyeler, eski efsanelerin aynası oldu. Enerji bilgisi, dalga formu yapısındaki bu bozulma gerçekleştiği zaman, holografik realiteye, mesela İncil’deki tufana taşındı. Buna benzer başka bir çok örnek de var. Bunun etkisi ile insanların kişiliğinde de bozulmalar oldu. Bill, senin dediğin gibi AVATAR filminde nefis bir şekilde sembolize edilmiş olan, herşey ve herkes arasında sağlanmış olan o müthiş uyum bozuldu, gezegendeki o uyum yok oldu. Jeolojik felaketler, insanların kişiliğindeki uyumu da bozdu, sonra da hepimiz o olumsuz duygusal aşamaları yaşamaya başladık. Endişe, korku, öfke, nefret, savaş baş gösterdi. İşte şimdi de diyorum ki, bu bozulma, değişen enerji, ‘Gerçek titreşimler’ ile şifa bulacak. Bu, kontrol sistemi açısından çok önemli, çünkü o bu bozulmanın holografik bir belirtisi olarak ortaya çıkmış durumda. Eğer bozulma yoksa, o zaman kontrol sistemi de yok, çünkü kontrol sistemi ancak, başkaları üzerinde kontrol sağlama, açlık, kıtlık, savaş, nefret, işkence, satanist ritüeller, pedofili/sübyancılık var ise var olabilir. Bunların hepsi bozukluğun bir göstergesidir. Ve bu bozukluk iyileştikçe...Bill şimdi ne oluyor biliyor musun? Diyorum ki...Yani hep böyle söylüyorum ama, tabii ki insanlar anlattıklarıma inanmak zorunda değiller, sadece ne hissettiğimi söylüyorum. Şimdi insanlar uyanıp, “Neden daha önce hiç görememişim?” diyecekler. Bilinçlerini açıp bu titreşimleri algılayacaklar. O yoğun frekans hapishanesinden çıkıp, bilinçlerini başka olasılıklara açacaklar. Gelmekte olan bilgi yapısına uyumlanacak olan onlar...Buna ben ‘Gerçek titreşimler’ diyorum. Kontrol sistemindekiler ile, onu destekleyenler ise, bilinçleri yüksek olasılıklara kapalı olanlar. Onlar bu eski düşük frekanslı çağı sürdürecekler. Demin de söylediğim gibi, bu bozukluk iyileşirken, görüntüsü kaybolacak, çünkü bilgi yapısı sistemden silinecek! Artık kontrol sisteminin son demlerini yaşadığını göreceğiz. Hızlı ve daha hızlı ilerliyor gibi görünecek, daha fazla Orwell tarzı kanunlar, daha fazla kontrol derken, kontrollerinden çıkmak isteyen insanları mikroçiplemek isteyecekler. Çocuklarımızı, büyükleri de, ama daha ziyade çocukları elektrokimyasal bozukluğa doğru sürüklüyorlar. Yiyeceklere katılan kimyasallar, mobil telefonlar ve mikrodalga elektromanyetik karışım, bütün elektromanyetik teknoloji üzerimize atılıyor. Kontrol sistemi, kendisini ‘gerçek titreşimler’ den korumak istiyor. Yani, insanları eski moda yöntemlerle uykuda tutamayacaklar. Kaynakları ellerinde tutuyor olabilirler, şunu bunu kontrol edebilirler, sessizce insanların enerjileri ile beslenebilirler, ama bütün bunlar bitecek. Herhalde en berbat kölelik, farkında olmadan çekilen köleliktir. ‘Gerçek titreşimler’dediğim yeni enerji akımı gelirken, onlar bunu görebiliyorlar. Bu pozitif enerjilerden köklü bir şekilde etkilenmememiz için bizi durdurmaya çalışacak, ellerinde ne varsa üzerimize atacaklar, çünkü bir kere bunu başarabilirsek onlar için oyun biter!
İnsanları uyandıracak olan bu enerji değişikliği ile inanılmaz tesadüfler oluşacak. İnsan ırkını baskılamak ve kontrol altında tutmak için çok çeşitli seviyelerde, çok boyutlu, inanılmaz derecede ayrıntılı, fiziksel ve duygusal cezalar bombardımanı uygulanacak. Ancak kontrol sistemi artık çöküyor, bu bizi özgür kılacak, bu ise, bunun gerçekleşmemesi için durdurmaya çalışacak. Hiç şansı yok! Sadece değişimi biraz zorlayabilir o kadar. Bu, direnilemez güç, hayır. Yerinden oynatılamaz cisim, ama değil...Bu direnilemez güç, ama kötü şoklar yaşayacak, çünkü sonraki çağa doğru geçeceğiz. 2016-2017, belki biraz daha fazla. Ama kesinlikle ben hayattayken..Geçilmez gibi görünen bu, sözde durdurulamaz kontrol sistemi, yavaş yavaş batacak, onun çöktüğünü göreceğiz, çünkü sadece iskambil kağıtlarından bir yapı! Neden? Çünkü insanların durumdan habersiz olmaları yüzünden belirmiş olan bir yapı var, bu çökecek, o zaman da iskambil kağıtları dağılacak! Hodri meydan ahbap, durum bu!
Bill Ryan: Peki Brixton Academy’deki yeni bilgi neydi, biraz da ondan söz eder misin?
O sunum için aylardır çalışıyordum. Bir sürü bilgi vardı. Hayatımda yeni bir süreç oluştu, bu yıl dünyayı dolaşacağım, Avrupa, Amerika. Bütün bu bilgileri nasıl sağladım, belki şöyle açıklayabilirim. Aslında çok basit. Sürekli olarak oluşan bir hal. Ben anlayış seviyelerini bir bir aşarken bilgiler de tekrarlanıyor. Seninle son sohbetimizde de konuşmuştuk, hatırladın mı Bill?
1990’larda, odada yalnızken sürekli olarak yanımda bir varlığın olduğu hissetmem ve bunun gittikçe daha yoğun bir hal alması nedeniyle bir medyuma gitmiştim. Uzun hikayeyi kısaltacak olursak hayatımda ilk defa gitmiş olduğum bir medyum, iki ziyaret sonra, “Sana bazı mesajlar iletmem gerekiyor” demişti. Dünya sahnesine çıkacak, büyük sırlar ifşa edecektim. Beni biliyorsun, o zamanlar BBC’de bilardo maçlarını sunuyordum. Yeşiller Partisi’nin ulusal sözcüsüydüm, bir sürü birşey. Ama dünya sahnesine çıkıp büyük sırlar ifşa edecekmişim? Ne? Ben mi? Ama bilincimden gelen bir ses: “Edeceksin! Edeceksin!” diyordu. Devam etmeye karar verince, 1990’lı yıllarda gelen mesajlar arasında şunları aldım: “Bazı şeyler söyleyecek ve bunların nereden geldiğini merak edecek, ancak onlar bizim sözlerimiz olacak. Bazen bilgiyi aklına koyacağız, bazen de bilgiye yönlendirilecek.” Bir süre sonra gelen mesajda ise şöyle deniyordu: “Çileli bir arayışa gerek yok, herşey çok zaman önce organize edildi, yapacağı tek şey ipuçlarını izlemek.”
Biliyorsun Bill, İngiltere’de son birkaç yıldır dillere yerleşmiş olan bir reklam var. Slogan şöyle: “Tenekenin üzerinde ne yazıyorsa aynen onu yapar”. Benim, ‘onlar’ diye sözünü ettiğim, bedensiz varlıklar tabii. Gerçekten de ne dedilerse onu yaptılar. Ta başından beri yıllardır, hep birdenbire, kafamda nereden geldiği belli olmayan bir fikir beliriyor. Sonra birden 5 duyu bilgisi gelmeye başlıyor, konuyu bilen birini görüyorum, bana bilgiler veriyor, bir kitap bulup okuyorum veya bu bilgi ile ilgili bir deneyim yaşıyorum. Belgeler hep önüme geliyor, Internet’te birşey görüyorum, ama bunlar bir haftada, bir ayda, 2-3 ayda olmuyor. Yıllardır şunu öğrendim. Artık tanımak çok kolay oluyor, çünkü o hissim gittikçe güçleniyor...Şu Sürüngen hikayesi de öyle oldu. Tam olarak Sürüngen değil de, insan olmayan bir element hakkında hisler edinmeye başladım, o sıralarda da Amerika’yı ziyaret ediyordum. 15 gün, farklı yerlerde konuşmalar yaparken, 4 ayrı kişi sürüngen kişilerle yaşadıkları deneyimlerden söz ettiler. İşte böyle oluyordu. Şimdi de, şu yeni bilgiye gelecek olursak, aynı şeyler oldu. Bu kitabı yazmaya Mart 2009’da başlamıştım, seyahat ettiğim zamanlar tabii ki yazamadım. Hatırlamıyorum, belki bir, belki iki ay sonra yazmaya başladığım gün odadaki enerji değişti. Bunu biliyorum, çünkü artık tanıyorum. Sanki odadaki atmosfer, titreşim değişti...Birden aklıma bir cümle takıldı: “Ay gerçek değil.” Arkasından gerisi geldi: “Ay senin olduğunu düşündüğün şey değil..”.
Bilgisayar önümde olduğu için hemen Internet’e bir kaç kelime yazdım, ama doğrusu pek de birşey beklemiyordum. İşte Google’ın hızına göre, bir ya da iki dakika sonra önüme, iki araştırmacının yazmış olduğu bir kitap adı geldi: “Ay’ı kim inşa etti?” Aradığım konuya bundan daha uygun bir başlık olamazdı! Hemen kitabı aldım ve okudum. Tabii ki, her kitap yüzde yüz doğrudur diyemeyiz. Sırları açıklamak, açıklanması istenmeyen sırlar vardır vesaire... Ama tespit etmiş oldukları, açıklanamayan anormallikler, öncelikle Ay’ın nasıl yaratılmış olduğu beni çok etkiledi. Bilimsel açıklamaları okumaya başladım. Bu arada, bir sürü bilimsel teori, tekrarlana tekrarlana, “İşte böyle oldu, sonra şöyle oldu” diye sonunda gerçek olarak kabul görüyor. Bir saniye, bilimsel gerçek, öyle mi? Hey, bu sadece bir teori!
Sonra ayın nasıl oluşmuş olduğuna dair ‘büyük çarpışma teorisi’ne takıldım. Mars gibi bir gezegen yeryüzüne çarpıp büyük bir parça kopmasına sebep olmuş, ay böyle oluşmuştu. Sonra araştırmayı sürdürdüm, bence bilim bazı umutsuz ilaveler yapmış! Gezegen yeryüzüne çarpıyor, sonra dönüp yeniden çarpıyor!. Hani “Bi vurdum, döndüm bi daha vurdum!” diye anlatırlar ya.
Aslında ay, dünyanın uydusu olmak için fazla büyük. Pozisyonu, geometrisi ve dünya-güneşle matematiksel bağlantıları çok etkileyici. Bir de ayın içinin boş olduğuna dair kanıtlar var. Büyük çapta boş, sanırım içinde bölümler yer alıyor. Sonra, belki birçok kişinin geçmişte karşılaşmış olduğu bir şeye rastladım. Rus Bilimler Akademisi’den iki bilimadamı, 1970’te Sputnik dergisine yazmış oldukları bir makalede, ayın bir yapı olup, içinin de boş olduğunu belirtmişler. Bu yapıyı, teknolojik olarak çok gelişmiş bir dünya dışı bir yaşam formunun meydana getirmiş olduğunu anlatıyor ve nasıl oluşturulmuş olduğu konusunu da ayrıntılı bir şekilde ele alıyorlar. Derken bilimadamları ilginç bilgiler öne sürmeye başlıyorlar. Birisi ay için: “Orada olmaması gerekir” diyor. Bazıları ise, ayın dışında, göktaşı veya herhangi bir cisime karşı 3 mil kadar ‘koruyucu bir ara bölge’sinin bulunduğunu söylüyorlar. Sonra 20 millik aşılmaz bir engelinin olduğu da söyleniyor. Sonra kraterler var. Hepsi farklı boyutlara sahip. Darbelerin gücüne göre derinlikleri değişiyor. Bütün bilgiler bir araya geliyor. Zaten kitabımda da daha bir sürü ayrıntı var. Zulu ülkesinin resmi tarihçisi ‘Şaman’ Credo Mutwa’yı aradım. Bu arada yıllardan beri yaptığım araştırmalardan, Zulu efsanelerindeki sembolizmin inanılmaz derecede doğru çıktığını gözlemlediğimi de belirtmeliyim. Bu resmi antropolojist ve tarihçilerin yaptığına bazen gülmeden edemiyorum. Sembolik hikayeyi alıp bilim koşullarına göre deşifre ediyorlar, tabii, çünkü sürekli olarak sol beyinleri çalışıyor. Bunun ötesine geçemiyorlar. Anlatmak istediğimiz ile iletişim sağlamak çok daha kolay birşey, oysa bizim deneyimlediğimiz gerçekte, hep biraz daha fazla teknoloji var. Örneğin bu görünürdeki gerçek evren, titreşimsel bir yapı. Biz bu realiteyi yaratmak için, bilgiyi elektriksel halden holografik hale deşifre ediyoruz.
Şimdi tam Intenet’i tarif ettim öyle değil mi? Eğer bu odada kablosuz Internet bağlantısı varsa, o zaman bilgisayarınız, dünya çapındaki bu kollektif gerçeği, görünmeyen ortamdan çekiyor. Biz insanlar ise bunu çok daha gelişmiş bir şekilde yapıyoruz, çünkü bilgi yapısı bizim yaşadığımız holografik gerçeğin temeli. Eskilerin ise buna benzer hiçbirşeyleri yoktu! Bilgiyi sonrakilere taşıyanlar gerçek hakkında anlatmak istediklerini sembollerle anlatıyorlar, herşey kayıtlara böyle geçiriliyordu. Credo’yu aradım, ama ay konusunda hiçbir şey söylemedim. Sadece basit bir soru sordum: “Credo, bana Zulu efsanelerinde ay hakkında ne anlattıklarını anlatabilir misin?” “Tabii ki Mr. David, biz Ay’a yumurta deriz.” (Tabii ki, bunu duyan bir antropolojist, “Ay için yumurta mı diyorlar?” diye çok şaşırır, Pöh! Tabii o zaman sınavı falan da geçemezsiniz.) “Çünkü Zulu efsanelerinde Ay’ın içinin boşaltılmış olduğu söylenir. Mpanku ve Mhani adındaki iki kardeş tarafından içi boşaltılmıştır. Onlara su kardeşleri de denir. Ayın içini boşaltıp yüzlerce nesil önce göğe yuvarlamışlar. Sonra onu dünyaya getirdikleri zaman, dünyada müthiş jeolojik felaketler olmuş.”
Tabii ki ay geldiği zaman yapacağı ilk iş dünyayı yerinden oynatmak olmuş, o zaman da eski efsanelere konu olan şey gerçekleşmiş, dünya tepetaklak olmuş. Var olan herşey mahvolmuş. Sonra ortalık sakinleşince aydakiler kendilerine yeniden bir toplum kurmuşlar. Bundan kesinlikle eminim. Bill, bir de işin enteresan olan yanı, Zulu efsanelerindeki bu iki su kardeşin derisi balık derisi gibi pullu imiş. Bu, Güney Afrika’daki Zulu efsanelerinde anlatılanlar. Bunu Sümerlere, Babil’e taşı... Sümer tabletlerinde Annunaki’den bahsedilir. Enki ve Enlil de su kardeşleridir. Aynı şey onlarda da anlatılır. Kardeşlerle ilgili bir sürü hikaye vardır. Cane ve Abel’ın hikayesini herkes bilir. Zulu efsanelerine göre iki kardeş reptilian/sürüngen cinstendir. Zulu’lar onlara Chitahuri, Yılan/Piton’un çocukları diyorlar. Ay’ı, Ateş Ejderhası’ndan çalıp dünyaya getirmişler. Ay felaketler getirmiş, herşeyi etkilemiş, açıyı değiştirmiş, dünyanın yörüngesini ve suyu etkilemiş. İnsanların hormonal sisteminde de büyük tepkiler yaratmış. Hormonal sistem endokrin sistemine bağlı, sonra epifiz bezi ile hipofiz bezi var. Epifiz bezi, üçüncü göz oluyor ve beş duyunun ötesinde görme sağlıyor. Başka birçok etkinin yanısıra çok köklü bir etki de bu... O büyüklükte, orada oluşu zaten yeterince büyük bir etkilenmeye neden oluyor. Daha önce belirtmiş olduğum üzere, diyorum ki, Ay geldiği zaman olanlar, Mars’a olanlara benziyor. Ay’a bakıyoruz ve katı bir Ay görüyoruz. Oysa bu holografik olarak kodlanmış seviye. Asıl durumu, bir bilgi yapısı oluşu. Yani Ay, holografik gerçekte, fiziksel olarak gelince beş duyu gerçeği ile algılıyoruz, ama aslında, bozulma, bilginin dalga formundaki yapısı ile oluşuyor. Bu bozulma kendini kontrol sistemi olarak gösteriyor. Zedelenmiş insan karakteri, uyumsuzluk ve berbat bir kendini algılayamama duygusu...Uyum ve denge içinde olursan, bilincinin yüksek seviyelerine ulaşabilirsin, ama enerji alanın korku, endişe vs. hissettiği zaman, o seviyeye ulaşamazsın. O zaman ancak, anlayış açısından ulaşabildiğin seviyeye uyumlanıyorsun, bu da sadece kısıtlı bir erişim oluyor. Bu ‘Gerçek titreşimler’ bu bozukluğu iyileştirecek. Bu bozukluğun göstergesi olan kontrol sistemi de, çökmekte olduğu için, son çırpınışlarında üzerimize ne varsa atacak tabii, çünkü enerji olarak diskin üzerinden silinecek. Böylece dünya müthiş derecede olumlu bir değişime geçecek.
Bill Ryan: Şimdi Ay’ın gerçekte olması gereken şey olmaması karşısında, konu nereye gidiyor?
Daha önce de belirtmiş olduğum gibi Ay geldiği zaman, eskilerin ‘Tanrıların Savaşı’ dedikleri şeyler olmuş. Bunu sembolik olarak söylediklerini hiç sanmıyorum. Sembolizm kısmını tartışabiliriz belki, ama tam anlamıyla bir savaş olmuş. Bence Mars işgal edilmiş ve yok edilmiş. Bu gezegen konusunda, Zulu efsanelerinde de, Emanuel Velikovski’nin verdiği bilgilerde de herşey aynı. Mars ve Jüpiter arasında bir gezegen daha varmış ve yüksek teknoloji ürünü bir silah ile yok edilmiş. ‘Yıldız Savaşları’ filmini hatırlarsan, Bill, bu George Lucas tam ‘içeri’den birisi. Hayalinden üretmediği besbelli. Kusura bakma George, teşekkürler... Çok çok uzak bir galakside...Öyle mi, bunu külahıma anlat. ‘Ölüm Yıldızı’ denilen bir kavramdan söz ediyor. ‘Ölüm Yıldızı’ ne olabilir? Tabii ki ‘AY’! Diğer gezegenleri ele geçirmeyi hedefleyen bir yapı. Sanırım bu tür şey çok var, bu hayatın dili oluyor. Bu bilgi önüme getirildiği zaman, bunun bir ‘modus operandai/çalışma tarzı’ olduğunu düşündüm. Ay’ları getiriyorlar, gezegenin üzerinde müthiş etkisi oluyor tabii. Böylece herşey siliniyor, ortaya bembeyaz bir kağıt çıkıyor. Oyun bitti! O medeniyet bitti! Sonra ortalık düzelmeye başlayınca, genetik kandırmaca başlıyor. Toplum ele geçiriliyor, gezegen işgal ediliyor, ancak önemle belirtilmesi gereken nokta şu ki; bu ay’ların, hedef gezegenin kaynaklarına ve kaynakları sağlayacak köle işçilere ihtiyaçları oluyor. Ay’ın gezegeni kontrolünde tutması gerekirken o, gezegenin kaynaklarına bağımlı oluyor. Eski kayıtlardan Zulu efsanelerindeki nesilden nesile geçen ortak nokta ise Ay’daki reptilian/sürüngen teması. Yani sadece insanoğlunun beynini değil, yeryüzünü de kontrollleri altına almışlar. Ayrıca bu solar sistemin farklı bölgeleri için de aynı şey söz konusu, ancak ifşa olmaktan ödleri kopuyor, çünkü insan nüfusu o kadar üstün sayıda ki, baş etmeleri mümkün değil. Bunun için insanlara anlatmaya çalışıyorum, sayı ile asla başa çıkamazlar. Bak burası çok ilginç Bill. Kitapta da sözünü ediyorum zaten, Ay Matrix’i dediğim şey, bu reptilian/sürüngen varlıkların kollektif bilinci olup Ay’dan yönlendiriliyor. Şimdi parazit konusuna temas edeceğim. Birçok yönden insanlar o mentalitenin kollektif bir ifadesi oldular. Topluma bir bakar mısın, parazit bir grup; başka gezegenleri, insanları, başka varlıkları ve gezegenlerin nüfusunu sömürüyor. Bunu insan toplumuna da geçirdiler. Bakar mısın Bill, insan toplumu, başkalarını sömüren parazitlerden boğulmuş durumda! İnsanların gayretlerini, emeklerini, yeteneklerini sömürüp bundan çıkar sağlıyor, üstelik de kendileri hiçbir çaba sarfetmeden! Böyle bir şey olabilir mi? Banka sistemine bak, karşılaşabileceğin en büyük asalak sistem. Hükümetlere bak, uluslararası kuruluşlara bak, bütün nüfusu sömürüyorlar. Örneğin benim hayatımdaki asalaklara bak, adamın birisi kitaplarımın kontrolünü eline geçirdi, sonra kendi emeğimin hakkını alabilmek için bir servet harcadım! Bir tek kelime katkısı bile olmamıştı! Gerçekten! Jordan Maxwell’in de aynı şekilde hayatında parazitler oldu değil mi? Bütün hayatının çalışmasını çalıp, onun sırtından para kazandılar. Görüyorsun her yerde, sonra vücutlarımızda da parazitler var, neden? Çünkü çok boyutlu. Diyeceğim şu ki, reptilian/sürüngenlerin mentalitesi, benim ‘Ay Matrix’i dediğim yolla insanların kollektif bilincine de geçmiş. Tabii bu kişinin Ay Matrix’ine ne derece uyumlandığına, ne kadar etkilendiğine bağlı. Bu kovan tipi mentaliteye ne kadar çok uyumlanırsak, bu davranışlarımıza da o kadar çok akseder. Yüksek benliğimizi, yüksek bilincimizi ne kadar çok geliştirir, ‘Ay’dan gelen frekanstan etkilenmezsek, sözünü ettiğim pozitif ortama o kadar çabuk kavuşuruz. Bu sürüngenler, insanların Ay Matrix’inden, koyun mentalitesinden veya kovan bilincinden kurtulmalarını engellemek için, umutsuz bir çırpınış içersindeler. Bilincimizi bundan bir kez çektikmi, bütün etkisi kaybolur, sonunda yok olur. Daha önce de bahsetmiş olduğum gibi herşeyi daha önce görememiş olduğumuz bir şekilde görmeye başlarız. Bu kontrol sisteminin, sürekli olarak insanları kontrol altında tutmak istemelerinin nedeni güvensizlikleri. Aksi takdirde yaşama yeteneklerini kaybederler. Kollektif insan bilincine bağlı olan bu ‘kovan biçimi kolletif bilinç’ ne yapıyor? İnsan nüfusunun çoğu hayatını sürdüremeyeceği korkusu içinde, ama fiziksel olarak değil, finansal olarak. “Ortağım ne yapacak?”, “Ya inanç sistemime ne olacak?” “Bu yeni bilgi ile nasıl yaşayabilirim?” Hep yaşamak, yaşamak, yaşamak...Peki bu nereden kaynaklanıyor? NASA’daki beyin uzmanlarına falan da sordum. Nereden geldiğini söyleyeyim; Reptilian/sürüngen beyinimizden geliyor. Buna anatomide ‘R-kompleks’ deniliyor. Reptilian/sürüngen beynimiz hakkında sayfalarca yazdım. Yine kitapta anlattım, insanların artık bunu hissetmeleri lazım, bu genetik bir manipülasyon. Eskiler de çok bahsediyor. İncil’de de var. “Tanrıların oğulları, insanların kızlarını alıyor, melezler doğuyor”. Kısaca işin aslı şu: Ay geliyor, herşeyi değiştiriyor, toplum yok oluyor. Kitlesel jeolojik, biyolojik değişimler ile felaketler oluşuyor. Hayatta kalmayı başarabilmiş insanların bile kişilikleri hasar görüyor. Ortalık yatıştıktan sonra genetik manipülasyon başlıyor, birdenbire Mezopotamya Sümer’de, Mısır’da, İndüs vadisinde, güney Amerika’da, Batı Afrika’da, Çin’de toplumlar fışkırmaya başlıyor. Bence hepsi bu sürüngenlerin etkisi. Sonra Sümer’de şu Annunaki hikayeleri var. Güney Afrika’da Zulu efsanelerindeki ‘chitahuri’ler. Diyorum ki, insan cinsine genetik bir müdahale yapıldı. Eskiden reptilian/sürüngen beynimiz yoktu demiyorum, sadece şimdiki gibi değildi. Yeniden bilgisayar benzetmesine dönecek olursak, sürüngen beyin reaksiyon gösterir. Beden biyolojik bir bilgisayar, bilgiyi alıp bu realiteye uyumlar ve bu biyolojik yetenek, belirli bir seviyede kendi için düşünür. Sürüngen beyni, ‘mikroçip’olarak düşünebiliriz. Bu mikroçipler ‘Ay matrix’ine bağlı. Hayatlarımızı temel olarak, hep yaşamı sürdürememe korkusu içinde olan sürüngen beynin karakter çeşitliliklerine göre yaşayacak olursak, reaksiyonları ve tezahürünün de sürüngen tarzı olduğunu görürüz. Sürüngen beyin/‘r-complex’ düşünmez, sadece tepki verir. Tabii bazen iyi birşey, örneğin araba kullanırken birden önünüze birisi fırlasa, sürüngen beyne teşekkürler...Hemen tepki gösterir. Neokorteks olsa, “Yolda önüme birisi çıktı, acaba dursam mı?”diyene kadar bang! O tepki mekanizmasının etkisini bir kez alınca, hepimiz zaman zaman buna göre hayatımızı sürdürür, kararlar alırız. Kitapta bu sürüngen beyin ile ilgili oldukça ayrıntıya girdim. Hepimiz birçok yönden birbirimizin aynası gibiyiz.
Yine konuya dönelim, ‘AY’ gelince toplum yok oluyor, ortalık sakinleşince genetik manipülasyon başlıyor, insan cinsi Ay matrix’ine uyumlanıyor. İhtimal bu önce düşük bir popülasyona göre ayarlanmış olmalı. Önce güney Afrika’da başlamış, antropolojistler bu konuda hemfikir.
Sonra bir filmimiz var. 1980’lerde yapılmış, ben 1990’da gördüm. Adı, “They live/Onlar yaşıyorlar”. John Carpenter tarafından yönetilmiş, ama aslında galiba herşeyini o yapmış, müziğini bile. Carpenter, ‘Star wars’ filminin özel efektleri için George Lucas ile birlikte çalışmış. Bu arada Youtube’da ‘John Carpenter’ yazarsanız filmi bölümler halinde izleyebilirsiniz. Bill, o zaman izlemiş olduğum film şimdi için inanılmaz derecede gerçekçi. Carpenter tabii ki hiçbir iddiada bulunmamış, “Sadece bir hikaye” diyor, tabii, tabii hiç kuşkumuz yok zaten, öyle değil mi John? Hadi yapmayın...
Film, Amerika’daki korkunç ekonomik çöküş ile başlıyor. 1980’lerde geleceğe dönük olarak yapıldığı için, herhalde şimdilere tekabül ediyor olmalı. İnsanlar barakalarda, derme çatma barınaklarda komün halde yaşıyorlar. Tıpkı şimdi Amerika’da olduğu gibi. Filmin kahramanı bir inşaat işçisi, yeni geldiği bu şehirde kendine bir iş arıyor ve buluyor. Bir zenci ona yakınlık gösteriyor. Kalacak yeri olup olmadığını soruyor. Onların kaldığı yere gidiyor, barakalar, çadırlar, tam TV izlerlerken, birdenbire bir adam gelip, “Onlar buradalar, buradalar, biz farkında değiliz, bizi kontrol ediyorlar!” diye bağırmaya başlıyor. Adam şaşırıyor ve meraklanıyor. Karşıda bir kilise var, içeriye hep aynı kişilerin girip çıktığını görüp o da giriyor. İçeride, kilisede ayin varmış gibi çıkan seslerin bant kaydı olduğunu, bu insanların kontrol sistemine direnen bir faaliyet içersinde olduklarını anlıyor. Çünkü sadece ekonomik kriz değil, polis devleti de var. Tıpkı şimdi olduğu gibi. O gece helikopterle, silahlarla, buldozerlerle polis baskını yapılıyor, kasaba dümdüz ediliyor, herkes bir tarafa kaçışıyor. Adam ertesi gün kiliseye geri dönüyor, içeriyi araştırırken bir kutu dolusu güneş gözlüğü buluyor. Hiçbir anlam vermemekle birlikte kutuları bir geçitten dışarı çıkarıp gözlüklerden birisini alıyor, gerisini atıyor. Tabii ki biraz hayalkırıklığına uğramış bir durumda, ana caddeye çıkıyor. Gözlükleri taktığında herşeyi faklı şekilde görmeye başlıyor. Cola reklamına bakınca, “Uyu” mesajı okunuyor. Bir Tatil reklamında “Otoriteyi sorgulama, itaat et!” gibi bilinçaltına mesajlar var. Gazete bayinin önüne geliyor, News Week gibi dergilere çıplak gözle baktığı zaman herşey normal, ama gözlükleri takınca hepsi bilinçaltına yönelik mesajlarla dolu. Sonra gazeteciye bir adam geliyor, normal bir insan, gözlükleri takıp bakınca onun insan olmadığını görüyor. Çevreyi dolaşmaya başlıyor ve çoğunluk olmasa da önemli sayıda kişinin insan olmadığı, ortalıkta bir anormallik döndüğünü farkediyor. Televizyona baktığı zaman bir konuşma yapmakta olan Başkan’ın, Polis teşkilatının üyelerinin, bankadaki bazı tiplerin de insan olmadıklarını görüyor.
Şimdi filmin sonuna geçersek, gerçek insanların çıplak gözle gerçeği görmemelerinin nedeninin, TV kulesindeki bir çanaktan yapılan bir yayından kaynaklandığını anlıyoruz. Bu tıpkı Çin’de Internet erişiminin, güvenlik duvarını aşamayıp, Çinlilerin bizim ulaşabildiğimiz bilgilere ulaşmalarının engellenmesi gibi birşey. TV kulesinin tepesindeki çanak, adamın gözlüklerle görebildiği gerçeğin, insanlar tarafından algılanamamasına neden oluyor.
Kitapta sözünü ettiğim üzere, sembolik olarak filimdeki o çanağı alıp Ay’a yerleştirirsek, ne demek istediğim anlaşılır herhalde. Tabii ki bir sürü ayrıntı var, ama bu aralar ‘bilgi’ bana çok hızlı akıyor. Şimdi Ay matrix’inin daha büyük bir matrix’ten kontrol edildiğine iyice kani oldum. Sanıyorum, Saturn gezegeninin bununla büyük çapta ilgisi var. Aslında Saturn’ün ayları ile bilinmesi gereken çok şey var. Neden o kadar çok ayı var? George Lucas da, yine ‘Star Wars’ta, gözümüze iyice sokuyor. İkisini biraraya getirince görüyorsun. Saturn’ün aylarından birisi olan Nimas’taki “Ölüm yıldızı’ teması. Bill biliyorsun, ‘içeriden’ kişiler, Saturn gezegenine gidip gelen inanılmaz yoğunlukta, müthiş bir trafik olduğundan bahsediyorlar. Barcelona Konferansı’nda bu konuşuldu, sanıyorum anlamamız gereken önemli bir konu var. Yeryüzünde yaşayan bizler, holografik görüntülü realitede, zaman-uzay kavramı içersindeyiz, ama gezegenimizin nasıl yaşadığı açısından bakacak olursak dünyanın dışında olanları algılayamıyoruz. En azından, çok sayıda gezegende, yaşayan birer nüfus olduğunu hissediyorum. Dışarıdan bakınca yaşanılmaz gibi görünen bir durum var, peki içlerine ne demeli? Önceden bahsetmiş olduğumuz gibi AVATAR filminde, bilmiyorum Cameron neyi sembolize etmiş, ama benim sembolize ettiğim şu: Aslan sembolizmi bizim gibi baskılanmış gerçek insanı temsil etme açısından çok güçlü, yani aslan burunlu mavi insanları bölünmeden önceki insan ırkı olarak düşünürsek, avcılar gelmeden önce hepsi, herşey ile büyük bir uyum içersinde yaşıyorlardı. Sonra yüksek teknoloji içeren silahlarıyla Amerikan ordusu, Pandora adlı bu aya gelip hiçbir canlıya saygı duymadan mahvediyor. Amerikan ordusunu sürüngen avcılar olarak düşünürsen, o zaman neler olmuş olduğu hakkında az çok bir fikir edinebilirsin.
Bill Ryan: Sembolik olarak gelip avatarlarla o topluluğa sızıyor ve stratejik ve askeri denetimi ele alıyorlar. Şimdi de burada ekonomik ve politik bir savaş alanı var. Sence bu bir kehanet mi?
Avatar filmi ile ilgili ilginç bir saptama. On yılı aşkın bir zamandır bu konuyu irdeliyorum, İlluminati soyu dediğimiz insan-sürüngen hibridler sadece ayda değiller, kontrol sisteminde de yer alıyorlar. Bunlar belirli soylar ile birleşiyor, burada sözünü ettiğim genetik bağlantı aslında bir bilgisayar programı, yani kitabımda ‘metafizik evren’ diye bahsettiğim metafizik seviyenin dalga formu içersindeki bilgi yapısı. Bu yüzden, dalga formundaki kurguya, ‘bilgi’ kurgusu diyorum. Metafizik evren, yer alan holografik evrene ters, dolayısıyla arada bu genetik bağlantı var. Aslında burada, titreşimsel bir bilgi bağlantısı var ve bu elit soya, illuminati soyuna bağlı. Bunlar banka sisteminin tepesinde, politikada ve orduda yer alıyor, kimi de medya kuruluşlarının sahipleri. Titreşimsel uyumluluk, bu sürüngen entitilerin insan gözünün algılayamadığı noktada yer alıyorlar veya kendilerini bizim deşifre edemeyeceğimiz boyutta tutuyorlar. Bu soyların akli ve duygusal hassalarına sahip oldukları için bu hibrid soylar, genel popülasyonda oldukça etkin durumdalar. Örneğin Rothchilds ailesi, Kissinger’lar,Rockefellerlar, büyük global kuruluşların sahipleri, bankacılık ve politikacı aileleri. Aslında insan gözünün algılayamadığı boyuttaki sürüngenler ile insan toplumu arasındaki ara kişiler. Şöyle bir benzetme yapabiliriz; Bir bilimadamı tehlikeli bir madde ya da cisimle çalışıyorsa, bunu büyükçe bir cam kutuya koyar, kendisi kutunun dışındadır. Bunu frekans alanı olarak düşünelim. İçerdeki ve dışarıdaki realite ayrı. İçeriye girip dışarıya çıkabiliyorlar, ama dışarıda çok da duramıyorlar, aksi takdirde problem oluşur. O zaman bilimadamı ne yapıyor, eline kocaman eldivenler geçiriyor ve cam kutunun dışından içeriye müdahale ediyor. İşte bu illuminati soyu da bu eldivenlerin yaptığını yapıyor. İnsan toplumuna girebilmeleri için bu araçları kullanıyor, kendi algılama frekansılarından bizim algılama frekanslarımıza geçiyorlar. Bizim realitemize de geçtiklerine eminim, ama uzun süre kalamıyorlar. Bunda çok sembolizm var, örneğin vampir hikayeleri, Kont Dracula. Bilirsin ya gece çıkar, güneş doğmadan da kaybolurlar. Sanıyorum, bütün bu vampir hikayeleri bu sürüngen entitilerden gelmiştir. Bizim gerçeğimize onlar için uygun olan titreşimsel biçimde gelirler, ancak uzun süre kalamazlar. Uzun kalabilmek için insan kanı içerler, yine holografik evren olarak düşünürsek, bu bilginin frekans halidir. İnsan kanı tüketerek insan genetiğini şifreler, böylece metafizik evrendeki frekans şifresi bu realitede daha uzun süre kalabilmelerini sağlar. Dolayısıyla bu soyu izlersek, arkasından hep pedofili, satanizm, insan kurban etme gelir. İnsan kurban etme deyince, kime? Tabii ki sürüngen tanrılara. Bu entitiler, terör ve korku titreşimleri taşıyan enerji ile beslenirler. Benim elektromanyetik spektrum dediğim görünürdeki realitede ise bizim et yediğimiz gibi onlar da insan eti yerler. Bu da yine ta eskilere dayanan, sürüngenlerin insanları yemesi temasıdır. Tanrılara kurban törenleri vs. Bu realitenin dışında, kendi frekans realitesi içersindeyken ise bizim enerjimiz ile beslenirler. Yani bizim enerji hallerimizi sömürürler. Eğer bir enerji sömüreceksem, o enerji kaynağı benim bağlanabileceğim frekans menzilinde olmalıdır, öyle değil mi? Eğer o Radyo 1, ben de Radyo 2 isem, ulaşamam. Bağlantı kurmam gerekir. Onlar da zaten aynen öyle yapıyorlar.
Bizi ‘Ay Matrix’ine bağlı tutuyorlar, bu da sözünü ettiğim frekans bağlantısı. Toplumu maksimum korku, maksimum stres, maksimum hayalkırıklığı, maksimum öfke, maksimum savaş halinde bırakacak şekilde yapılandırıyorlar. 11 Eylül gibi olaylarla düşük frekanslı enerji üretip kendilerini besliyorlar. Sonra o güç, o beslenme, kontrol sistemine dönüştürülüyor. Önemli İlluminati isimlerini araştırdığım zaman, hepsinin yolunun satanizm ve pedofili’den geçtiğini gördüm. Nedeni enerji sömürme ihtiyacı? Yıllardan beri isimleri ile ifşa ettiğim pedofili manyakları olan baba George Bush, İngiltere’nin eski başbakanlarından Ted Heath, sürekli olarak BBC ve CNN’de boy gösteren bir sürü isim daha var. Daha ortaya ne isimler çıkacak, herkes şok geçirecek. Bunun nedeni, bu kişilerin sürüngenler tarafından ele geçirilmiş olmaları. Bu hibridler sübyancı, çünkü çocuk ile kök çakradan birleşiyor. Bilindiği gibi kök çakra insan enerji alanındaki girdap noktası. Hibrid yaratık bu enerji alanına geçince, diğer boyuttaki sürüngen o enerjiyi çocuktan çekiyor. Önemli bir nokta daha var. Küçük çocukları seçmelerinin nedeni ergenlik. Herkes bilir, ergenliğe ulaşınca, kimyasal değişiklikler olur. Bunun o enerji alanına etkisi çoktur. Eski efsanelerde tanrılara genç bakirelerin kurban edildiğinden söz ederler. Genç bakire dedikleri kız çocuklarıdır! Çocukları kurban ediyorlardı, çünkü bu ergenlik öncesi enerji çok güçlü bir enerji. Bunu görebilirsek, neden bankacılık sisteminin tepesindeki, politik kariyerlerinin en yüksek noktasındaki ve o kuruluşlardaki kişilerin, satanist veya pedofili düşkünü olduğunu daha kolay anlayabiliriz. Bazılarında ise her ikisi de var.
Carlos Castanedo’nun kitaplarından birinde okumuştum. Don Juan Matters adlı bir güney Amerikalı şamanın öğretilerinden bahsediyordu. Bazı kişiler Don Juan diye birinin olmadığından söz ediyorlar. Castanedo bir dahiydi ve hep kesin bilgiler veriyordu. Don Juan Matters, uzaklardan gelen, insanları ele geçirmeye gelen ‘avcı’ları anlatıyor, insanların akıllarını nasıl ele geçirdiklerini, “Bize akıllarını verdiler!” ifadesiyle vurguluyordu. Bence de aynen öyle oldu. Bu ‘Avcı’ların, çocukların saf enerji alanını hedeflediğini de anlatıyordu. Parlak, pırıldayan, titreşen bir bilinç alanı. Çocuk engenliğe ermişse küçük çaplı bir enerji alanı oluyordu, hiçbir parlaklığı olmazdı, yani sadece yaşamak için yeterliydi.
İşte bunu yapıyorlar. Bütün taşlar yerine oturuyor. Daha fazla bilgi var mı? Şaka mı ediyorsun, daha öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki! Demiyorum ki herşeyi biliyorum, öyle anlatıyorum. Tavşan deliği o kadar derin ki. Sadece yapının nasıl çalıştığı konusunda biraz fikrimiz oluyor o kadar. Bu iş, parça bilmece yapmaya benziyor. Önce çerçeveyi ortaya çıkarırsak diğer parçaların nereye oturtulacağı daha kolay anlaşılır ya. Parçalar çoğaldıkça da resim ortaya çıkıyor zaten. Bize de o yöne doğru gidiyoruz, ama yaşayacağımız daha bir sürü şok ve sürpriz var.
Bill Ryan: Peki önümüzdeki iki yıl içersinde neler olacak?
Şimdi eski çağ enerjisi ile yeni çağ enerjisi arasındayız. Belki nasıl çalıştığı konusunda birşeyler anlatabilirim. Son kitabımda, galaksinin ortasındaki kara deliklerden söz ediyordum. Bu konuda bir sürü bilimsel açıklama mevcut. Bu kara deliklerden, bu realitenin temel resonans frekansı geliyor, ama statik değil ve bir devire dönüşüyor. Bu temel frekans, foton şeklinde güneşten geliyor, yani foton biçiminde ‘bilgi. ’Ve benim ‘kosmik kablosuz internet’ dediğim şeyi oluşturuyor. Tıpkı odadaki kablosuz internet bağlantısı gibi. Duvardaki prize bağlantı yok, kablosuz olarak bilgisayar çalışır durumda... Çin’deki internet gibi güvenlik duvarı yoksa rahatlıkla dünyadaki herkes bu kollektif bilgi kaynağına/akıla bağlanabiliyor. Diyorum ki, bizim realitemizdeki bu kablosuz internet, güneşten gelen fotonları deşifre eden bir ‘bilgi’. Herşey demiyorum, başka şeyler de var, ama temel bu. Bu bilgiyi, realiteye biz deşifre ediyoruz. Örneğin Çin’lilerin ‘ki’ dedikleri, akupunktur denilen bedenin meridyen ağındaki meridyen hatlarından geçen enerji, bu foton enerjisi. Foton enerjisi, dünyanın meridyen hatları, manyetik ‘ley’ hat sisteminden de geçiyor.Ve bu ‘bilgi’. Bütün evren bir ‘bilgi’ ve ‘bilgi’yi deşifre eden de ‘bilgi’. Tıpkı bir bilgisayara kodlanmış bilgi gibi. Bilgisayar, software’deki bilgiyi deşifre ediyor, yani bilgi, bilgiyi şifrelemiş..Tamamen nasıl programlandığına bağlı. Alıcı mısın, verici misin, şifreleyen misin, deşifre eden misin? Böylece yine geri dönelim, kara deliklerden gelen bu titreşim, yine titreşim veya bilgi. Daha öğrenecek çok şey var.
Titreşim halindeki bilgi bu hale gelmeden önce, bir değişim devrinden geçiyor. Güneşten fotonolarak gelip bilgiyi değiştirmişti. Yani bilginin yapısını değişiyor, biz de bu ‘bilgi’ o ‘devir’den geçerken deşifre ediyoruz. Hint kültüründe Yuga denilen Çağ’ı yaratan bu. Temel yapısı itibariyle aslında dairesel değil. Yani bir zaman çemberi yok. Bu titreşim/bilgi, ‘şimdi’de yer alıyor, yani var olan tek an, ŞİMDİ. Şimdi’den çıkmıyor, sadece titreşiyor, Şimdi’ye dönüşen titreşim, yani bilgi. Ancak biz bunu deşifre ederken ve bu ‘bilgi’yi silsileye koyarken, bilgi şimdi’den gelecek’e geçiyor, yani bize zaman geçmiş gibi görünüyor, ama aslında o, sadece Şimdi’deki titreşim/bilgi.
Deşifre ettiğimizde, bilgiyi silsileye koyduğumuzda geçmişten, şimdi aracılığı ile geleceğe geçiyor gibi oluyoruz. Oysa bu, ‘şimdi’de titreşen bilgi! Deşifre ederken algıladığımız ‘zaman’ dediğimiz şey. Titreşim bir devreye giriyor ve bizim deşifre ettiğimiz asıl titreşime geri geliyor. Biz bunu ‘zaman döngüsü’ olarak algılıyoruz. Bir deneyim sürecine girdikten sonra, dönüp yeniden başlıyoruz. Bu süreçler, titreşimsel değişiklikler nedeniyle kırılıyor. Burada ‘bilgi’ foton halinde ortaya çıkıyor, kablosuz internet ‘çağ’a dönüşüyor, bazıları çok baskılanmış ve çok sınırlı oluyor. Bu bir deneyim, bir bilinç meselesi, bazen çok gelişmiş, ‘Altın Çağ’ gibi ve biz bedensiz bilinç olarak, hangi çağda neyi deneyimlemek istiyorsak onu seçiyoruz.
Geliyoruz, belirli bir süre, zamanı algılayarak deneyimlerimizi yaşıyor, zamanı algılıyor, sonra gidiyoruz. Bu, şimdiden geleceğe gidiş, ama aslında içinde kalırsak, tekrar başa döner. Bilgisayar oyununda nasıl etkileşim içinde oluyorsak, bu zaman döngüsü de buna bağlı olarak etkileniyor, bir etkileşim oluyor. Bizim İnternet’e koyduğumuz gibi, her öz/her ruh deneyimlerini /bilgilerini koyuyor, tıpkı blog kullanıcıların kendi istediklerini yazmaları gibi. Dolayısıyla bu interaktif birşey. Temel konu, temel kuruluş tam bir kozmik oyun. Çok da ciddiye almamak lazım, çünkü kozmik bir oyun. İnsanlık tarihinden geçtik, kozmik oyunda oldukça mücadele gerektiren bir sürece girdik. Ancak daha önce de çoğu kez belirtmiş olduğum üzere, diğer boyuttan bir varlık, elinde bir AK-47 silahı ile “Farkındalık! Veya Bilinç! Gir şuraya yoksa seni vururum!” demiyor. Bunu deneyimlemeyi biz seçiyoruz. Bilincimiz odaklandığı zaman, dikkatimiz fiziksel beden yoluyla, deneyimlenmekte olan tek realiteye odaklanıyor. Sonra bu kararı neden vermiş olduğumuzu anlamaya çalışıyor, “şimdi niye buradayız ve neden bunu deneyimliyoruz?”diye böyle bir seçim yapmış olmanın delilik olduğunu düşünüyoruz. Deneyimi yaşayan ruh, neler olduğunu anlamaya çalışıyor, oysa seçim çok yüksek seviyedeki bir bilinç ile yapılmış. Ve eğer bilincimizi/farkındalığımızı iyice geliştirip, bilincimizi açarsak, bu güçlü seviye ile bağlantı kurabilirsek, o zaman bu seçimi neden yapmış olduğumuzu anlayabiliriz. Bu, ‘Matrix’ filminde Oracle’ın, Neo’ya, “Buraya seçim yapmaya gelmedin, seçimi zaten yapmıştın, buraya, bu seçimi neden yapmış olduğunu öğrenmek için geldin” demesine benziyor. Ve bu deneyimleyen seviyenin mücadelesi. Diyorum ki büyük bir çoğunluğumuz, seçimi bu olağanüstü süreci yaşamak/deneyimlemek için yaptık. Sınırlamalardan kurtulup, baskılar, kontrol, şiddet, savaş vs.’den, tümüyle yeni bir gelişmişlik, barış, huzur, sevgi’ye geçeceğiz. İyi bir seçim yapmış olduğumuzu düşünüyorum, müthiş bir dönem olacak, çok mücadele de vereceğiz. Ne kadar ciddi şekilde yaklaşırsak, Bill senin soruna geliyorum: “Ne olacak?” Eğer realitemizi sadece beş duyu seviyesinde tutarsak işimiz daha zor olacak. Ancak “Bir dakika, ben Ethel Jones veya Charlie Smith değilim, David Icke da değilim, bu sadece benim adım, şimdi deneyimlemekte olduğum varlığın bu boyuttaki adı. Oysa ben ‘Sonsuz bilinç’im. Çok yüksek bir varlığım” dersek o zaman tamamen farklı bir bakış açımız olacaktır. Bilgisayarın önüne oturup kendimizi oyun sanmayacağız. Oyunu bizim oynadığımızı, dolayısıyla da bir varlığı deneyimlemekte olduğumuzu anlayacağız. Böyle düşünmek de bakış açımızı tamamen değiştirecek. ‘Gerçek titreşimler’in gelmekte olduğunu hissediyorum. Gittikçe de güçleniyor. Kontrol sistemi çok yoğun ve akla dayalı koşullarda varlığını sürdürüyor, dolayısıyla eski Çağ’a bağlılar. Gerçek titreşimleri algılayamıyorlar. Ellerindeki gücü kaybetmemek için daha fazla güç kullanmak isteyecekler. Ama dünyada büyük bir uyanış var. Öyle de hızlı gidiyor ki inanılır gibi değil. İnsanlar, ‘Gerçek Titreşimler’le bağlanıyor. Yeni enerji yapısı ile karşı karşıya gelecekler. Savaşmak diyeceğim ama ‘savaş’ kelimesinden nefret ediyorum. ‘Nefret’ kelimesinden de. ‘Nefret’ kelimesinden nefret edilir mi? Neyse bir mücadele var. Bir tarafta uyanış, ayakta durmaya çalışıyor. Şöyle bir benzetme yapabiliriz; Kişi nehirde ayakta durmaya çalışıyor, akıntı ise güçleniyor. Kontrol sistemi kişiyi sembolize etse, akıntı da ‘gerçek titreşimleri... Akıntı hızlandıkça kontrol sistemi ayakta durmak için debelenecek. Oysa kanoya binip kendini akıntıya bıraksa herşey daha kolay olacak. Bu sadece bir deneyim, hepimiz yüksek bilinç’iz, hep varız, vardık ve var olacağız. Kim olursan ol, ister sokakları süpür, oturup benimle konuşuyor ol, otobüs sürüyor ol, ne bileyim, bir bankayı yönetiyor ol, farketmez. Bu bir deneyim, hepimiz Sonsuz Bilinç’iz. Sonsuz ‘imkan’ız. Bu açıdan bakarsak daha iyi anlayabiliriz. 2012’ye yaklaşıyoruz, ama bu sadece insanların odaklandığı bir kavram. Böyle yaparsak kontrol sisteminin ekmeğine yağ süreriz, çünkü o zaman çok daha kolay manipüle ederler. Eğer planın varsa milleti ona odakla. “2012 felaket yılı !”dedikleri gibi. Titreşimsel değişim gittikçe artıyor. İnsanların algılaması daha da güçleniyor. 2012’de daha fazla, 2013’te daha, 2014’te derken sürecek... Son bir nokta olacak. Yerinden oynatılamaz gibi görünen, kendini öyle sanan kontrol sistemi bir tarafta diyelim, burada da direnilemeyecek kadar güçlenmiş ‘Gerçek titreşimler’ yeni enerjiler olsun. Aynen şöyle olacak. Göreceğiz, gittikçe daha yükselecek. Yarın değil, ama çok uzun yıllar sonra da değil, o noktadan sonra bu realitenin ‘bilgi yapısı’ ‘Gerçek titreşimler’ olacak, çocuklarımız ve torunlarımız bunu yaşayacaklar, hatta onların ömürleri daha da uzun olacak, çünkü bunu bu enerji değişikliği sağlayacak. Eski dünyada, insanların ömürlerinin çok daha uzun olduğundan söz edilir, çünkü enerji seviyeleri o zaman çok farklıydı. Dolayısıyla bizim çocuklarımızın ve torunlarımızın ömrü de uzayacak. Ve sen ve ben Bill, bedensiz varlıklar olarak yukarılardan bir yerlerden aşağıya bakıp ellerimizi birbirine vuracak ve : “Görev tamamlanmıştır!” diyeceğiz. Zaten bunun için buradayız. O halde işimize bakalım öyle değil mi?
Bill Ryan: Çok hoş bir final yaptın David. Yakında senin Jordan Maxwell ile bir sohbet videonu yayınlayacağız. Biliyorsun, Jordan bir yorum yapmıştı, biz de onaylamıştık. Aslında iyi ve kötü güçler arasında askeri bir savaş var. İnsanlar tıpkı bir satranç tahtasının üzerinde gibi veya artık hangi benzetmeyi yaparsan. Bizler de bu karışıklığın içindeyiz, zaten Jordan da bu savaş alanındayız realitesine odaklanmış durumda, çünkü bu videoyu seyretmekte olanlar, haliyle, bütün insanlığın başının dertte olduğunu düşünüyorlar. Bu durumda ‘karanlık’ dediğimiz tarafın kötülüklerinden kurtarılmamız lazım. Bundan biraz söz ettik, bu son nokta neden nasıl olacak bahseder misin?
Bu süredeki enerji yapısını düşünürsek yeterince payımızı aldık. Tehlike ve saldırı var diyorsan zaten hepsini yapıyorlar. Buna da ‘savaş’ diyoruz. ‘Ayaklanma’ diyoruz. Bu bizi nereye götürüyor? Hiçbir yere... “Neyle savaşırsan, o olursun!” Saldırıya, daha fazla saldırı ile karşılık verirsen, ikiye katlamış olursun. Nereye varır? Dünya daha iyi bir yer olacak. Bazen ekonomik krizler nedeniyle ayaklanmalar çıkıyor. Örneğin Yunanistan’da olanlar. Başka yerlerde de oluyor. Belki daha fazlasını da göreceğiz. Bu cehaletin teyit edilmesinden başka bir şey değil. Bu duyularla düşük frekanslı enerjik hallere sokuluyoruz. Savaşmak lazımmış! Pöh, barış için savaşmak! Hele buna bayılıyorum, Bağdat’a çoluk çocuğa biber gazı atalım, böylece barış getirelim, öyle mi? Aptal herif! Politikacısın değil mi, zaten anlamıştım! Bu tam kontrol sisteminin bizi getirmek istediği nokta. Fiziksel seviyede olduğunu bile düşünsen, onlar senin ayaklanmandan korkmuyorlar ki! Tam tersine onların açısından fevkalade bir şey. Çünkü o zaman problem, reaksiyon ve çözüm getirecekler! Tam manipülasyon işi. Şiddet olursa silahlı polisleri, SWAT timlerini devreye sokacak, sokaklar asker dolacak, “Çok teşekkür ederiz, bizi haklı çıkarmak için tam ihtiyacımız olan şeyi yapıyorsunuz” diyecekler. Protestolar da onları korkutmuyor, malum Irak’taki savaşı protesto eden milyonlarca kişi Londra sokaklarını doldurmuştu, sonunda ne oldu, Irak’ı işgal ettiler! Tabii protesto edebilirsin, tek başına da gidersin, “Ne biçim protesto ettik ama, haydi Pub’a gidip kutlayalım, ‘ne iyi ettik’ diye böbürlenelim, sonra da evde televizyonu açıp, işgal edilmemesi için protestolar yapmış olduğumuz ülkenin işgalini seyredelim. Kontrol sisteminin korktuğu; şiddet, ayaklanma veya sokaklarda protesto gösterileri değil, işbirliği yapmamak! Onları korkutan sayılar! Fiziksel realitedeki tam bilinçli insanların sayısı, insan olmayan realitedeki kontrol sisteminin sayısından fazla olması ihtimali ödlerini kopartıyor, çünkü 7 milyarlık insan nüfusunun yanında onların sayısı azıcık kalıyor. Tahminlerimin beni sürüklediği şu ki, hibrid takımı tam olarak ne olduğunu bilemiyor, onlar da manipüle ediliyor olabilirle, kendi kararlarını kendileri veriyor olabilirler, ama neler olduğunun pek bilincinde de değiller, onların nüfus oranı ancak % 4-% 5 olabilir. Buna bakınca sanki çıkış yolu görünüyor gibi. Bill, Çin, bu global toplum için tam oturmuş bir örnek. İşçiler, köleler, kontrol sistemi, internetten ‘bilgi’ edinme özgürlüğü yok, hepimiz nasıl olduğunu biliyoruz. Bir de sayılara bak. Bilemiyorum, 1,5-2 milyarlık bir nüfus var. Tabii bunlar müthiş rakamlar. Bu müthiş sayıdaki nüfusu kontrol eden kişi sayısı ise çok az. Hatırlıyor musun, bir adam vardı. Harika birşey yapmış, bir tankın önünde korkusuzca durmuştu. ‘Tank adam’! Şu ünlü resim. ‘Ne kahraman adam’ demişti herkes. Sonra tabii kayboldu gitti. Diyelim ki tankın önünde korkusuzca duran bir milyon insan olsun. Diyelim ki milyonlarca insan bankaları kapatsın. İnsanların ekonomik kriz nedeniyle işlerini kaybetmelerinin nedeni şirketlerin iflas etmesi, bunun sebebi de bankalar. Gelip insanlara‘evlerinizden çıkmanız lazım’ diyorlar. Mortgage hikayesiyle bizi borca sokup, ödeyemez hale gelince de evimizden atıyorlar. Şu döngüye bak. Biz insanlar, bu kadar üstün sayıda olmamıza rağmen, çıkıp gidecek miyiz? Bu sürüngen beyinin bir davranış biçimi, yani yerini biliyor. Sürüngen beyin çok hiyerarşiktir. Zaten bu hiyerarşik düzendir ki güç yukarıdan aşağıya iner. En tepedeki sayı azdır. Onları tepede tutan aşağıdakilerdir. Nedeni de otoriteden korkma dürtüsüdür. Bir makale okumuştum, bu malum ‘r-kompleks/sürüngen beyin’ nedeniyle, patron, başkan, kraliyet üyesi herhangi bir gücü temsil eden bir kişi odaya girdiği zaman, insanların çoğu sinermiş. Aynı sıralarda okumuş olduğum bir başka makalede, ünlü bir İngiliz aktristten bahsediliyordu. Kraliyet kurumlarına şiddetle karşıymış ve hep aleyhlerinde atıp tutarmış. Bir gece bir resepsiyondayken bulunduğu odaya Kraliçe girince eli ayağı tutulmuş.“Oh, Kraliçe geldi!”diye, sanki o kadın gitmiş, başkası gelmiş!
İşte burada sürüngen beynimiz devreye giriyor. Genel çoğunluk otoriteden korktuğu için devreye kontrol sistemi giriyor. Bunun en büyük göstergesi; “Aman kanunları çiğnemeyelim!” Peki o zaman, şöyle diyelim. Bu siyah kostümlü tipler sizin denetleyemediğiniz bir takım kanunlar çıkarıyorlar. Bizim de itaat etmemiz lazım. O zaman bunun sonu nereye gider? Bari ellerinizi uzatın da kelepçeleri takıversinler bitsin. Eğer bir kanun insan özgürlüğüne saygı göstermezse, insan adaletine saygı duymazsa, insan toplumunun çıkarları için değil ise, bu tamamen, az miktarda kişilerin çok miktardaki kişileri kontrol etmesidir. Eğer özgürlüğe ve adalete saygısı yoksa, o zaman ona da saygı duyulmaz. Ne yaparız? İnsanlara denir ki; “Sakın kanunları çiğnemeyin.” Pekala, zaten artık konuya iyice yaklaştık. Kitabımda bu konuda koca bir bölüm var; ‘Çocukların çalınması’. Eğer kanunları, devletin çocuklarınızı çalacağı şekle sokuyorlarsa ne yaparsınız, itaat eder misiniz? Bilmem ki?... Oh, demek orada duruyoruz. O halde belirli bir nokta var. Demek ki kanunlar çocuklarınızı alamaz, öyle değil mi? Peki o zaman yine bu kanunlara uyacak mıyız? Artık değil.. Son noktada: “Çocuklarınızı almaya geldik, araba dışarıda.” diyecekler. Hala en temel özgürlüğümüze veya başkalarının özgürlüklerine müdahale edilmesine izin verecek miyiz? Başkalarının problemleri, bizim de problemlerimiz. Eğer “Artık hayır” dersek, herşey sadece İngiltere’de değil, bütün dünyada değişir. Oldukça açık bir şekilde topluma olmayacak kanunlar empoze etmeye başladılar. O çöp tenekelerini dışarıya koyduğumuz zaman direniş görmezlerse, “ Pekala o zaman daha fazla empoze, sesiniz çıkmıyor mu, o halde biraz daha fazlası, derken biraz daha fazlası...Nereye varacak? Bayanlar baylar, artık bir an önce başlamamız lazım. Bu ‘böl ve yönet yöntemi’ uygulayan otorite, din, ırk, gelir dağılımı, ülke derken hepimiz iyice kısıtlanıyoruz. Bu Yahudileri, Müslümanları, güney Afrikalıları veya Amerikaları hedef alan bir komplo değil, hepimizi, bütün dünyayı köle edecek olan bir mekanizma. Eğer birleşmezsek bölünerek yönetileceğiz. Çağ değişiyor ve bu değişimin doğası çok zorlu olacak. Artık birleşmemiz lazım. Direniş göstermezsek bu kontrol sistemi hayatlarımızı daha derinden kontrol etmeye başlayacak. “Oh, kontrol sistemi, aman Allah’ım şimdi ne yapacağız? Ben zavallı çaresiz bir bireyim” dediğiniz zaman bu sisteme izin veren işte bu ‘zavallı birey mentalitesi’ oluyor. Kitlesel olarak bu ‘zavallı çaresiz birey’ mentalitesinden kurtulursak kontrol sistemi aciz kalır. Ve benim bu konudaki şöhretim de malum!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder