14 Aralık 2014 Pazar

David Icke'ın ilk Türkçe kitabı


David Icke'ın ilk Türkçe kitabı "İnsanoğlu Artık Dizlerinin Üzerinden Kalk" pek yakında kitapçılarda


Aslan Artık Uyumuyor

ASLANLAR GİBİ DOĞRULUN
Altedilmez sayılarla,
Doğrul, uykudan uyanan bir aslan gibi!
Sen uykudayken üzerini kaplamış çiyleri
Dünyaya doğru şakırdat, bir zincir gibi!
Siz sayıca çoksunuz,
Onlar ise, neredeyse yok gibi

Şair, Percy Bysshe Shelley’den

27 Kasım 2014 Perşembe

Gerçeğin Titreşimleri - 44 - Bilgisizlik duvarı çatlamaya başladı

Başlangıç yakın…

Bilgisizlik duvarı’ çatlamaya başladı…
(David Icke’ın Haziran 2013 tarihli makalesi)

Olayların gidişatı değişmeye başladı gibi görünüyor. Nehirin akışı tam olarak gereken tarafa yönelmiş sayılmaz, ama insan zihni üzerinde kurulmuş olan kontrol sisteminin dayalı olduğu gizliliklerin açığa çıkması açısından, tünelin ucundaki ışık biraz görünmeye başladı.

Geçtiğimiz hafta (Haziran 2013) Londra’nın kuzeyinde Watford’daki Grove Oteli’nde, akademik, politik, istihbarat, bankacılık, askeri, politik ve iş dünyasından ‘elit’ kişilerin dünya meselelerini görüştüğü Bilderberg toplantısına karşı halkın göstermiş olduğu farkındalık ve çeşitli ifşaatlarla, artık bilgisizlik ve kandırılma duvarında hiç olmazsa çatlaklar oluşmaya başladı.

1990 yılındaki ilk ‘uyanış’ım ardından, hayatımda sürekli olarak birbirini takip eden rastlantılar meydana gelmiş ve bu rastlantılar beni, gözlerimi iyice açmamı sağlayan bilgilere, kişilere ve kişisel deneyimlere taşımıştı.
1995 yılında da, bazı dostlarımın daveti üzerinde bir haftalığına İsviçre’ye gitmiş, tam o sıralarda da Amerikalı gazeteci Jim Tucker’den bir e-mail almıştım. Tucker onlarca yıldır, hiçkimsenin öğrenme zahmetine bile girmediği Bilderberg toplantıları hakkında bilgiler ifşa ediyordu. E-mail’inde bana o yılki Bilderberg toplantısının İsviçre’de Bürgenstock Otellerinde yapılacağını öğrenmiş olduğunu yazmıştı. İşte sözünü ettiğim garip rastlantılardan birisi de, tam da oralara arabayla birkaç saatlik mesafedeki bir yerde kalıyor olmamdı.


28 Ekim 2014 Salı

Gerçeğin Titreşimleri - 43 - Başarı üzerine

(David Icke’ın 28 Kasım 2010 tarihli makalesi)

Dünyanın değerleri o kadar yanlış yönlendiriliyor, o kadar yozlaştırılıyor ki, başkalarının hayatlarına en büyük katkıda bulunanlar görmezden gelinip, ‘sıradan’ veya ‘başarısı düşük’ sayılırken, çok daha az, hatta bazen hiçbir katkısı bile olmayanlar üne kavuşuyor, yüceltiliyor.

Tabii ki bu yozlaşma, tamamen ‘para ve ün = başarı’ illüzyonuna dayalı diyecektim, ama artık sadece ‘para = ün’ haline dönüştü. Büyük bir eviniz mi var? Ya büyük bir arabanız? Banka hesabınız kabarık mı? Peki hep ‘birinci sınıf’ta mı yolculuk yaparsınız? Ünlü müsünüz? Gazete ve dergilerde adınız çıkar mı? Sokağa çıkınca herkes sizi tanır mı? Hayır mı? Vah, vah, demek başarısızsınız! Peki acaba ne zaman başaracaksınız?

Bütün bunları kızım Kerry’nin düğününde harika bir gün geçirirken düşündüm. Öyle gösterişli bir düğün falan değildi, son derece sade, ama şen bir düğün oldu. En güzel tarafı insanların birbiriyle olan sımsıcak iletişimiydi.

Eskiden insanlar arasında ahbaplıklar olur, sokakta karşılaşınca kısa sohbetler yapılırdı. Şimdi belirli büyüklükteki şirketler veya resmi devlet dairelerinde bile karşımıza ‘bilgisayar teyp kaydı’ çıkıyor!

Geçenlerde bir otelde rezervasyon yaptıracaktım, karşıma ‘Tina’ adlı bir bayan çıktı! Tabii ki bir bilgisayar programıydı ve telefonda rezervasyon numaramı istiyordu. Söyledim, “Üzgünüm algılayamadım” dedi. Tekrarladım. Yine “Üzgünüm, algılayamadım” dedi. Nedense birden tepem attı ve “Tabii algılayamıyorsun, çünkü kahrolası bir bilgisayar programısın, bırak algılamayı, düşünemezsin bile! Orada yardım edecek bir insan yok mu?” diye bağırdım. Cevap tabii ki yine “Üzgünüm, algılayamadım”... oldu.

20 Ekim 2014 Pazartesi

9 Ekim 2014 Perşembe

David Icke, Londra Wembley Arena’da

David Icke, 25 Ekim 2014 Cumartesi günü yeniden Londra Wembley Arena’da...

Yazı Activist Post’tan...
David Icke’ın, global ‘uyanış’ın gittikçe daha çok şekillenmesindeki vizyonu ve motivasyonu çok büyük. David, yirmi yılı aşkın bir süredir, yazmış olduğu yirmiden fazla kitapla, ‘global elit’in özgür insanların üzerindeki egemenliğinin kontrolünü kaybetmesi ile sona erecek olan sonun başlangıcına önderlik etti.

David’in kitapları, karşı karşıya olduğumuz durumun anlaşılması için çok gerekli birer kaynak, ancak onun canlı sunumunu da kaçırmamak lazım. Baştan sona bütün kontrol sistemini ifşa ettiği, tavşan deliğinin derinlik boyutlarını anlattığı ve insanlar üzerinde yoğun bir hakimiyet kurmak isteyen sisteme karşı beyin özgürlüğümüzü nasıl koruyacağımıza dair bilgiler verdiği için, onun genellikle on saati aşan bu konferanslarını bütün bu konuları derinliğine kavramak açısından kaçırmamak lazım...

Activist Post yazarlarından Heather Callaghan, David Icke’ın 2011 Ohio, Cleveland’deki konferansına katılmıştı. Heather, neden o kadar çok kişinin onun konuşmasını dinlemek için gittiğini çok iyi anlamış. Heather’ın “Bütün bir günü David ile geçirince ne öğreniyorsunuz?” sorusuna verilen cevap şu olmuş: “Herşeyi!

David, kişisel özgürlüklerimizi kazanmamız için bize güç veriyor ve motive ediyor. Aslında bu acımasız ve çılgın dünyadan korkmamayı öğretiyor. Herkesin kapatılmış olduğu zihinsel hapishaneden kurtulmasını sağlamak için müthiş bir enerji ve çaba harcıyor. David, gelişmekte olan ‘değişim’ konusunda ise çok iyimser. “Bir sürü çocuk büyüyor ve onlar bu programın dışına çıkabiliyorlar- işte bu ‘bilinç’ gücünün kutsallığı. Bir yıl, beş yıl, yirmi yıl önce bilmediğimiz, ama şimdi bildiğimiz şeyleri bir düşünün... Bizi hala duygusal olarak baskıda tutabilmek için, artık ellerine ne geçiyorsa üzerimize fırlatır hale geldiler” diyor.

Neyse ki sistemin üzerimize baskı yapma çabaları eskiden olduğu kadar etkili olmuyor. İnsanların politik sisteme, medyaya ve bankacılık sektörüne olan inançlarını yitirmiş oldukları artık her seçimde kendini belli ediyor. Ayrıca dünya çapında, sivillerin artık herşeye boyun eğmediklerinin bir göstergesi olan ‘hareket’lere şahit oluyoruz. Artık bütün kontrol noktalarını, tam olarak ne ise aynen o şekilde görebiliyoruz. Yani aslında bunların, ne kadar güçlü olduğumuzu öğrenmememiz için tasarlanmış veya planlanmış birer baskılama ve köstekleme teşebbüsü olduklarını anlamak artık hiç zor değil.

David, dünyaya neler olduğu ve ne kadar feci bir şekilde aldatılmakta olduğumuz konularında sadece bir konuşmacı olarak bilgiler vermekten öte, insanların kendi iradelerini kullandıkları ve kendi özgür kararlarını aldıkları taktirde barış ve huzura kavuşacakları konusunda izleyicileri son derece ikna edici ve açıklayıcı bir şekilde adeta donatıyor, parlak bir geleceğe hazırlıyor. Onun bütün bu pozitif faaliyetleri; sayısız web sitesinin, blogun, yazarın ve daha birçok başka konuşmacının çözüme odaklanması için büyük bir esin kaynağı oluşturuyor.

David’in, kesinlikle kar amacı gütmeyen ve 24 saat durmadan çok çeşitli konularda sansürsüz olarak yayın yapmış olan ‘Halkın Sesi TV’ gibi benzersiz bir teşebbüse öncülük etmiş olması da son derece esin verici bir başka güzel örnek oldu...

David, Activist Post’a şunları söyledi: “25 Ekim 2014’teki sunumum, açık zihinlerin biraraya gelerek dünyanın içine düşmüş olduğu bu üzücü durumdan uyanmaları ve artık daha fazla razı olmayacaklarını ifade etmeleri için büyük bir fırsat. Artık başlarımızı öbür yana çevirerek ifşa edilen gerçeklerin sadece birer teori olmasını umut edecek zamanımız kalmadı! Çok uzun zamandır benim ve benim gibi nicelerinin uyarmakta olduğumuz ‘teoriler’ artık hergün TV haberlerinde yer alıyor. Dünya, sürekli olarak bir savaş alanına dönüştürülmüş durumda, polis devletlerinde ise en temel özgürlükler yok ediliyorlar”.

Tiranlığın güçleri; ifşa edildikçe ve insanlar onlarla korkmadan yüzleştikçe daha çok saldırganlaşmaya başladılar. Artık çırpıntıların çok artmış olduğu bir denizde yol alıyoruz. Bu çırpıntılıları daha kolay aşabilmek, daha dengeli ve huzur dolu bir yaşama kavuşmak için David’in bilgilerinden yararlanmakta yarar var...

-Activist Post-


24 Eylül 2014 Çarşamba

Gerçeğin Titreşimleri - 42 - Ay

(David Icke’ın Haziran 2011 tarihli makalesi)


Güneş Sistemimiz Hakkında Ne Biliyoruz?... Neredeyse hiçbir şey…

Genellikle ne kadar çok bilirsek, bilmediğimizi o kadar daha çok farkederiz. Başka bir deyişle ne kadar çok varsayım olduğunu görürüz…
Bu belirli bir noktaya kadar herkes için aynı, çünkü bilinmesi gereken o kadar çok şey var ki. Ancak bu, ‘bilim’in çalışma şekli her bölümünde böyle. Tüberküloz hastalığı bir varsayım olarak biliniyordu, sonra ne oldu... Artık bilim tam bir ‘varsayım’ hastalığına yakalandı.

Sonra sürekli olarak varsayımlar tekrarlanmaya başlandı, okul kitaplarında, teknik ve bilimsel dergilerde yerini aldı ve sürekli olarak tekrarlanma yoluyla ‘o gerçeği zaten herkes biliyor’ noktasına gelindi. Ancak durum böyle değil ve eğer kim ve nerede olduğumuz olduğumuz ‘realite’si hakkında birşey anlamak istiyorsak, gereken şey; içleri varsayımlarla dolu kitaplar değil, sadece boş beyaz kağıtlar ve ‘açık’ zihinler...

Diğerleriyle birlikte güneşin yörüngesinde olan bir gezegende yaşıyoruz, ama başka birşey bildiğimiz yok. Teknoloji güneş sistemini ne kadar çok keşfederse, ortaya, daha önceki bilimsel varsayımların o kadar yanlış olduğu çıkıyor.

Bir de, NASA gibi kuruluşların merkezinde, bizim kendileri kadar bilgi sahibi olmamızı istemeyenlerin yarattığı komplikasyonlar var. Neticede bilim de, kendi kategorisinde bölümlere ayrılmış bir gizli cemiyet niteliğinde...

15 Eylül 2014 Pazartesi

David'den bir mektup


UYANIN!
25 Ekim, 2014 Cumartesi

Wembley Arena, Londra

Uyanmak, bizi cehalete köle eden algılama ve programlama
katmanlarının yırtılması demektir! "



David Icke’ın Ekim 2014 ‘Londra-Wembley Konferansı’ sonrası planları hakkındaki yazısı...

25 Ekim 2014’de Londra Wembley Arena’daki konferansımın, İngiltere’deki bu tür konferanslarımın sonuncusu olmasına karar verdim. Bunca yıldan sonra bu benim açımdan bir bakıma üzücü, ama sunumlar için inanılmaz miktarda bilgi araştırmak ve bu tür organizasyonları gerçekleştirmek için gereken büyük finansal yatırımlar yapmak çok zorlayıcı oluyor.

Wembley konferansından sonra çalışma şeklimi değiştireceğim, çünkü haftanın yedi günü, yıllarca ‘bir koltukta çok karpuz’ taşımaktan yoruldum. Bu kadar yoğun tempodaki çalışmalarım arasında bir de baltalayıp beni yok etmeye çalışanlar da cabası...

Şunu açıkça belirtmeliyim ki, kesinlikle odaklanmış olduğum konuyu bırakmak gibi bir niyetim yok, sadece tarzımı değiştireceğim, dolayısıyla balık tutmaya devam...
62 yaşındayım, 42 değil. ‘Ben’den bir tane var, dolayısıyla o ‘ben’ gitti mi gider... Her zaman bu dünyayı, yapmakta olduğum şeyi yaparken terkedeceğimi söylemişimdir, hala da öyle düşünüyorum. Sadece hızımı ayarlamam gerekiyor ki, ‘an’ biraz uzun sürsün, hemen gelecek haftanın ortası olmasın.

Fiziksel, zihinsel ve duygusal sınırlarımı çok zorladım. Bunu, bütün kitaplarımı ve ‘Algılama Yanılgısı’ adlı 900 sayfalık son kitabımı görünce anlamak mümkün.

Çok sevmeme rağmen, artık halka yönelik büyük organizasyonlara girişmeme kararım bana, bu yolculuğa 1990’da başladığımdan beri hiç durmadan sürdüğüm arabanın motorunu biraz soğutma fırsatı verecek.

Kesinlikle yetmişlerimde de bu işi yapıyor olacağım, çünkü başladığım işi bitirmek istiyorum, ama çeyrek yüzyıldan beri yaptığım gibi, artık bir ‘fark yaratmak’ için taleplerin ve işin yoğun baskısı altında kendimi paralamayacağım.

En iyi dileklerimle,
David Icke


3 Eylül 2014 Çarşamba

Gerçeğin Titreşimleri - 41 - Korku

(David Icke’ın 21 Nisan 2013 tarihli makalesi)

“ KORKU ”

Korku’nun tanımı: ‘Birisinin veya bir şeyin tehlike, ağrı veya bir tehdit oluşturacağı inancından kaynaklanan hoş olmayan duygu’. Veya ‘Bir tehlike nedeniyle gerginlik ve tedirginlik hissi’.

Bu kriter çerçevesinde herkes farklı seviyelerde bir korku hissediyor. “İşimi kaybeder miyim? İlişkim sona mı erer? Kirayı ödeyebilecek miyim? Çocuklarıma ne olacak?” ... gibi insanların korktuğu veya kendini tedirgin ve tehlikede hissettiği bir sürü sebep oluşabilir. İşler yolunda gitmediği zaman insanlar ne yapacaklarını düşünürler, yolunda gittiği zamanlarda ise ‘acaba işler neden yolunda?’ diye şüpheye düşerler.

Ne var ki, insanların çoğunun bu sonsuz korkuları, gerçekleşenlerden değil, gerçekleşme ihtimali olan sebeplerden kaynaklanır! İnsan ‘beden aklı’nın ‘korku’ işlemi, bu ikisini ayırdedemez. Bir deneyin, sizi korkutan birşey düşünün, bedeniniz ve duygularınız sanki gerçekmiş gibi tepki verir.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Gerçeğin Titreşimleri - 40 - Paranızı çalan küresel oyun

(David Icke’ın 27 Ekim 2013 tarihli makalesi)

Zengin adam, fakir adam… Paranızı çalmak için global kandırmaca…

Benim makalelerimi okuyanlar bilirler, yıllardan beri sistemin, global bir ‘Açlık Oyunları’ toplumu yaratma planlarını elimden geldiğince anlatmaya ve açıklamaya çalışıyorum. Sistem, toplumu servetinden tamamen koparma yolunda ve bu artık, kendilerini varlıklı sayanlar için bile söz konusu olacak boyutlarda…

Bunun en kötü örneği Kıbrıs’ta gerçekleşti. 2008’de banka sistemini kurtarmak için bankada hesabı olanların paralarına el kondu. Şimdi ise başka bir banka soygunculuğu ve sermayeye el konması planı tetiklenmek üzere beklemede…

Uluslararası Para Fonu (IMF) ‘Vergi Zamanları’ başlığı ile bir ‘Mali Gözlem Raporu’ çıkardı. Aslında bu, global ekonominin çok kötü durumda olduğunu, dolayısıyla vergilerin arttığını, sermayeye de ‘el konma’ ihtimali olduğunu belirtiyor.

31 Temmuz 2014 Perşembe

Gerçeğin Titreşimleri - 39 - Tıp, doktorlar, ilaçlar, aşılar ve sağlık sektörü

David Icke’ın Şubat 2013 tarihli makalesi

Doktorlar yüzünden ölüm... Şok edici rakamlar...

Üzerinde düşünülmesi gereken bir gerçek de, ‘komplo’nun kuruluşundaki önemli ayaklardan birisinin ‘tıp’ biliminin olmasıdır . Bunun birçok nedeni var... Sistem; keskin zekalı, enerjik, sağlıklı ve canlı bir insan nüfusu istemiyor, çünkü o zaman manipüle etmek ve kontrol altında tutmak çok zor olur. İnsanları böyle tutmak için de ilaç şirketlerinin temsilcilerinden daha nitelikli ve sanki şehrin ana caddesinde ilaç dükkanları varmışçasına ilaç yazan doktorlar, çeşitli ilaçlarla insanları kitleler halinde yok ediyorlar.

Aslında ‘Taş Devri Tıbbı’ dememiz gereken ‘modern çağ tıbbı’, insanların kendi gerçek benliğini ve asıl realiteyi farketmesini engelleme açısından oldukça önemli bir rol oynuyor. Eğer doktorlara aslında bedenin nasıl çalıştığı anlatılsa ve hastalarını o temele göre tedavi etmeleri söylense, ilaç karteli ve eczacılık tamamen işsiz kalır, deyim yerinde ise; realite açısından kedi torbadan kaçar, sistem de çökerdi.

Bedeni, aslında ne ise ona göre, yani bir ‘dalga formu enerji alanı’ olduğunu göz önüne alarak tedavi etseler, asıl ‘realite’nin anlaşılması için bütün kapılar açılmış olurdu. Bütün domino taşlarının yerde düzgün bir şekilde dizilmiş olduğunu düşünürsek, benim sözünü ettiğim; ilk domino taşının savunulması olayıdır. Bütün dominolar dizilmişken ilk domino taşının devrilmesiyle sıradaki yüzlercesi devrilecektir.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Gerçeğin Titreşimleri - 38 - Şirketler tarafından yönetilmek

TPP/Trans Pacific Partnership/Pasifik Ortaklığı...
Ve şirketler tarafından yönetilmek...

Tiranlık, birçok isim altında beliriyor ve çoğu kişi de bu isimlerin altındaki küçük yazıyı okuyuncaya ve uygulamada ne demek istediklerini anlayıncaya kadar pek masum görünüyor. Tabii ki, çünkü ‘tiran’lığı, hedef kitleye ‘tiranlık’ adı altında satamazsınız.

Yine George Orwell’in meşhur ‘Bakanlık’larına dönüyoruz. ‘Barış Bakanlığı’(sürekli olarak savaşları yönetir ; ‘Bereket Bakanlığı’(gıdayı vesika ile dağıtır, üretimi ve parayı kontrolü altında tutar; ‘Gerçek’ Bakanlığı; (istihbaratı kontrolü altında tutar; ‘Sevgi Bakanlığı’ (muhalifleri gözetler, tutuklar ve işkence eder).

İşte aynı dalavere Trans-Pacific Partnership/TPP, yani ‘Pasifik Ortaklığı’nda mevcut...Bunun bir serbest ticaret anlaşması olduğu iddia ediliyor, oysa tam anlamıyla özgürlükleri yok ediyor ve şirketler tarafından yönetiliyor. Bu; patentler, telifler, markalar ve endüstriyel tasarım konusunda yıllardır yapılan gizli entrikaların ve görüşmelerin bir sonucu... Aslında kollektif olarak istenen tek şey de insanların ifade özgürlüklerinin çökertilmesini sağlamak.

15 Haziran 2014 Pazar

Gerçeğin Titreşimleri - 37 - Halkın soyulması ve kölelik

(David Icke’ın 11 Ağustos 2013 tarihli makalesi)
HALKIN SOYULMASI... KÖLELİĞE DOĞRU...

Bugünlerde İngiltere’de, genel olarak dünya için yapılmış olan planı ifşa edici birçok örnek yer alıyor. Orwell tarzı birçok olaydan oluşan uzun listenin en sonuncusunun adı da, ‘sıfır saat sözleşmeleri’. Bu, epeydir ortalarda olan bir konu ve tahminlere göre milyonlarca insan, köleliğin bu modern şekline yakalanacak. Bu örneklerin sayıları çok çok yüksek ve eğer biz öyle olmasına izin verirsek bu sözleşmeler, ‘delilerin’ küresel olarak iş yerlerini yeniden yapılandırma planlarının bir bölümü haline gelecek. Aynı tekniği Kraliçe Victoria zamanında ve 1930’ların ‘Büyük Bunalım’ından önce de görmüştük. O zamanlar, umutsuz durumdaki insan kitleleri, her gün iş bulma umuduyla saatlerce kuyruklarda beklerler, işverenler ise işe sadece işlerine gelenleri alır ve canları ne kadar isterse o kadar para verirlerdi ve tabii ki bu genellikle de en düşük ücret olurdu.

Uzak Doğu’da ve çok kötü çalışma koşullarında işçi çalıştıran kültürlerde on milyonlaca insan şimdiden köle edilmiş durumda, ama artık özgür ve liberal Batı da, insan kitlelerini dizlerinin üzerine çökertmek üzere, sistematik bir şekilde ve büyük bir hızla ekonomik bunalım yoluna sokuluyor.
Bu ‘sıfır saat sözleşme’leri, insanları hiçbir garantileri olmadan çalışmaya zorluyor. İnsanlar sürekli olarak bu ödeme yapılmayan işlerde çalışırlarken onlara başka teklifler de yapılamayacak, başkası için de çalışamayacaklar. Tatil yok, sağlık ödemeleri yok, ev kiralamak veya satın almak yok, düzenli bir gelirleri yok ve şikayet edecek olan olursa, şikayet etmeyenlerin lehine, çalışma saatleri reddedilmek suretiyle cezalandırılacaklar. Bu resmen kölelik, başka hiçbirşey değil!

30 Mayıs 2014 Cuma

Gerçeğin Titreşimleri - 36 - Eğitim

David’in 2013 Ocak tarihli makalesi:



"EĞİTİM"


PROGRAMLANMAK İÇİN BİR DE PARA VERİYORUZ

‘Eğitim’denilen programlama makinası, ‘Sistem’ için kesinlikle çok önemli, çünkü eğitim insanların en küçük yaşta realiteyi algılama şekillerini beyinlerine yerleştirmek veya tam anlamıyla implant etmek üzere tasarlanmış. Böylece sistemin akıl besleyicileri büyüdükleri zaman herşeyi ya oyunun planına göre yönetecekler, ya da kendilerini özgür sanarak hayatlarının sonuna kadar küçük birer iyi köle olarak kalacaklar. 

Bir zamanların ünlü grubu ‘Pink Floyd’un şarkısında dediği gibi; “Sonuç olarak sen de duvarda bir tuğlasın”. Aslında sistemi yönetenler de köle, sistem tarafından yönetilenler de... Arada sadece bir derece farkı var. Ortak payda ise; insanların ‘sol beyin’e hapis olmaları. 

Beyinin iki yarım küresi Korpus Kallosum denilen bir köprü ile birleşir. Bu iki yarım kürenin çok farklı işlevleri ve özellikleri vardır. Oysa bizler ‘bütün’ beyinli olarak yaratılmış olup, her ikisinin de özelliklerine sahibiz. Her neyse, Kontrol Sistemi bunu hiç istemiyor, dolayısıyla da insanların çoğu kendisini bu özelliğe sahip değil sanıyor.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Gerçek’in Titreşimleri - 35 - Plan 21

David Icke’ın 2012 Temmuz tarihinde yazmış olduğu makale:

Ve Tanrı dedi ki; (parmağı Alaska’daki düğmeye basılı olarak)

“Size kuraklık, seller ve salgınlar vereceğim!”
(Oysa bu ‘küresel ısınma falan değil, sadece ‘Agenda 21/Plan 21’ uygulanıyor!)

2012 Temmuz... Ben bu satırları yazarken benim yaşadığım, İngiltere’nin güneyindeki Wight Adası’nda güneş pırıl pırıl parlıyor. Dediklerine göre bu, yağmursuz geçen en uzun dönem olmuş. Nisan’daki inanılmaz ısı, bu vıcık vıcık yazı getirdi. Yazın havanın nasıl olacağı konusuyla çok ilgiliyim, çünkü oğlum kriket oynuyor ve malum, bu oyunun oynanması için havanın kesinlikle yağmurlu olmaması gerekiyor. Şimdi gökyüzünde hiç yağmur belirtisi yok, çünkü daha önce haftalarca sağanak yağdı, çoğunlukla da pencere pervazlarını oynatacak şiddette bir rüzgar ona eşlik etti.

Wight Adası İngiltere’nin en güney kıyısında olduğu için gelirinin çoğunu, adanın plajlarından ve kırlık alanından yararlanmaya gelen turistlerden sağlıyor. Ancak bu yıl fazla turist gelmedi, gelenler de zamanlarının çoğunu yağmurdan kurulanmaya çalışarak geçirmek zorunda kaldılar. İngiltere’de en kuru geçmesi gereken zamanda sürekli olarak ‘sel’ uyarıları yapıldı. Malum, İngiltere’nin havasına hiç güven olmaz, zaten bu nedenle de çok ünlüdür, ama bu sefer durum çok farklı...

Plaja hoşgeldiniz. Yüzmek isteyen var mı?

Aynı sıralarda A.B.D. ve Kanada’da ise bunun tam tersi oldu ve bu ülkelerin kalbinde, yani en çok tarım yapılan alanlarda büyük bir kuraklık oldu. Bu, tıpkı Avrupa’da yağmurların yaptığı gibi ilkbaharda başladı. Kar yağmadığı için, toprak eriyen karların sağladığı yarardan da mahrum kaldı. Bunun nedeni Kuzey Amerika’daki olağan iklim değişikliklerinden kaynaklandı, ardından rekor seviyede bir sıcak dalgası başladı ve yağmur yağmadığı için toprağın emmiş olduğu az miktardaki nem de buharlaştı.

24 Nisan 2014 Perşembe

Gerçek'in Titreşimleri - 34 - Futbol ve medya

David’in Eylül 2012’de yazmış olduğu makalesi;
Hep oyalama, hep insanların dikkatini başka yere saptırma taktikleri...

Bundan yıllar önce, bir futbol web sitesi için makale yazardım. Konu da genellikle ‘bir yaşam biçimi olarak futbol’ idi. Ben sporu, en azından dünyadaki insanlar üzerindeki etkisi açısından hayatın çok yoğun bir ifadesi olarak görürüm.

Dünyanın önde gelen Manchester United, Real Madrid ve Barcelona gibi futbol kulüpleri içersinde müthiş bir hiyerarşi vardır. Bunlar kitleler halinde insanları, maçların sonunda da mega paraları çeker. Oysa en altta kalan büyük çoğunluk kira ve maaş ödemek için büyük mücadele verir.

Profesyonel kulüpler, ‘futbol’ denen bu oyunu oynarlar, ama aralarındaki tek ortak payda maçtır... İşin aslına bakılırsa, farklı dünyalarda az sayıdaki bir grup ile çok sayıdaki bir grup faaliyet gösterir. Bir bütün olarak futbol da, spor da, hepimizin içinde olduğu veya ‘hayat’ dediğimiz oyun da, hepsi global ekonomik sistemin oluşturduğu büyük hologramın içindeki küçük hologramlardır. Yani futbol da; mega zengin grup ile yoksullukla mücadele eden insan kitleleri arasındaki ortak payda durumunda...

İngiltere ve Avrupa’da haftada 159.000 dolar kazanan futbolcular var, hatta bazılarının kazancı 318.000 doları bile bulur. Buna ürün reklamından aldıkları paralar dahil değildir. Örneğin Barcelona oyuncusu Lionel Messi’nin yıllık kazancının 48 milyon dolar olduğu belirlenmiştir.

11 Nisan 2014 Cuma

David'in amacı

David Icke’ın Web Sitesi’nden hayatı ve amacı hakkında:
29 Nisan 1952’de İngiltere, Leicester’da doğdum. Okul hayatım boyunca hep hayallere dalardım, hiçbir sınava girmedim ve 15 yaşında profesyonel futbolcu olmak üzere okulu bıraktım.
Futbol kariyerimin büyük bir bölümünü, daha sonra romatoid artirit/eklem iltihabı olarak teşhis edilmiş olan hastalıkla birlikte sürdürdüm. Son sezonda hergün tarifi imkansız ağrılar çekerken, bir sabah hiç kıpırdayamaz hale gelip de futbol hayatım sona erdiğinde tam 21 yaşındaydım.
Kitaplarımda anlattığım üzere, bir dizi inanılmaz ‘meta-fizik’ deneyimleri takiben rastlantılar beni gazetecilik, radyo ve televizyon muhabirliği, BBC’de spor sunuculuğu görevlerine getirdi, sonra da İngiltere Yeşiller Partisi’nin ulusal sözcüsü oldum. Bu deneyimler; medyanın ve politikanın, dünyada neler olup bittiğine dair ‘gerçek’ enformasyon açısından aslında ne kadar ilgisiz olduklarını görmemi sağladı.
Yirmiye yakın kitap yazdım, araştırmalar yapmak ve konferanslar vermek üzere elliden fazla ülke dolaştım. Dünyada neler olacağına dair ilk kitaplarımda anlatmış olduğum konular gittikçe daha fazla gerçekleşmeye başladıkça, çalışmalarıma olan ilgi patlama yaptı.
Bazen herşey çok umutsuz görünse bile, seçtiğinizi yolda yürümeyi sürdürüp hiç pes etmediğiniz takdirde, ayakta kalmayı başarıp istediğiniz noktaya ulaşabilirsiniz. Umarım bu konuda insanlar için bunun canlı bir örneği olabilmişimdir.
Bütün amacım ve çalışmalarım, insanlara gerçekte kim olduğumuz konusunda bilgi vermeye dayalı. Amacım, kendimiz için inşa etmiş olduğumuz zihinsel hapishanenin kapılarını açıp, özgürlüğün ışığına yürüyebilmemizi sağlamak...

İNSANOĞLU ARTIK DİZLERİNİN ÜZERİNDEN KALK, ASLAN ARTIK UYUMUYOR...



3 Nisan 2014 Perşembe

David Icke'ın başarılı tahminleri


Aşağıdaki, F.Tolan tarafından 24 Mart 2014’te düzenlenmiş olan yazı
“Neonnettle.com” adlı İnternet sitesinden alınmıştır:

David Icke’ın, spiritüel özellikleri ve araştırmaları ile noktaları birleştirerek önceden tahmin ettiği ve zaman içerisinde gerçekleşen 10 konu... Gerisini ise, bekleyip göreceğiz...
 
      1. Jimmy Savile olayı
David Icke, kurbanların ifşaatları ve araştırmalarıyla edindiği bilgiler çerçevesinde,  İngiltere’nin ünlü diskjokeyi Jimmy Savil’in çocuklarla cinsel ilişki, tecavüz ve hatta nekrofili/ölüsevicilik içeren incelikle işlenmiş sapıklıklarını yıllardır ifşa ediyordu. Yaptığı araştırmalarla,  Savil’in hastanede gönüllü çalışma paravanı ardında ölülere kolaylıkla erişim sağladığını, ‘elit’ tabaka için  küçük kızlar temin ettiğini, İngiliz Kraliyet Ailesi ile çok iyi ilişkiler içerisinde olduğunu, bu sayede de yıllardır dokunulmazlığı olduğunu anlatıyordu. Şimdi İngiltere, ünlü politikacıların çorap söküğü gibi birbirini izleyen ‘pedofili’ skandallarıyla sarsılıyor.
  
     2. 2012 okul katliamları
David Icke, ‘Satanist’ler hakkında yaptığı araştırmalar doğrultusunda,  Satanist ritüellerini içerdiği için 2012 yılında Amerika’daki çeşitli okullarda katliam olacağını da tahmin etti. Aurora sinemasında 12 kişi öldü, 58 kişi yaralandı. Oak Creek’teki Sih Tapnağı’nda 6 kişi öldü, 3 kişi yaralandı. Minneapolis’teki katliamda 6 kişi öldü, 3 kişi yaralandı, Newton’daki katliamda ise 27 kişi öldü, çok sayıda kişi yaralandı.
  
      3. Uğursuz ‘Elit’ saldırısı
1999’da basılan kitabında David Icke; 2000-2002 yılları arasında A.B.D.’ne büyük bir saldırı olacağını yazmıştı. 

4. Gerçek’in Titreşimleri
David Icke, 1993 yılında basılan ‘ ‘Gerçek’in Titreşimleri’ adlı kitabında milenyum sonrasında dünyada savaşların çıkacağını, ‘Birleşmiş Milletler’in bile etkisiz kalacağını yazmış, 2000 sonrasında Meksika Körfezi ve New Orleans’ı tayfunların vuracağını belirtmişti.

5. Turkuvaz kıyafetler
David Icke’a göre turkuvaz rengi, pozitif enerjiye kanal oluyordu. 90’lı yıllarda sürekli olarak turkuvaz renkteki spor giysileri ile çok konuşulmuştu. İlginç bir şekilde bu rengin etkisini çok iyi biliyordu.

6. Holografik Evren 
David Icke hep, insanların hologramda yaşadıklarını, prensibin ise;  ‘yerçekimi’ ve ‘titreşim’ olduğunu iddia ediyordu. Bu teori ile hep alay edildi, şimdi ise Japonya, İberaki Üniversitesi’nden Profesör Hyakutake ile ekibi makul bir biçimde bu yolda araştırmalar yapıyorlar.

7. Üçüncü Dünya Savaşı
Icke, Müslümanların Batı’ya karşı kutsal bir savaşa koşullandırılacaklarını söylemişti.  

8. Telepati
Icke, herzaman telepatinin paranormal bir kavram değil, elektromanyetik alanlarla bağlantılı olduğunun bilimsel olarak kanıtlanabileceğini iddia ediyordu. Bu iddia Kanada, Ontario Üniversitesi tarafından doğrulandı.

9. Bebeklere mikroçip implantı/yerleştirilmesi
Icke, uzun süredir hükümetlerin yeni doğan bebeklere mikroçip takılması konusunun hükümetler tarafından görüşüldüğünü, yakın zamanda Avrupa Birliği’nde uygulanacağını söylüyor. Çoğunluk,  kişilik hak ve özgürlüklerini koruma ve muhafaza etme açısından karşı koyuyor.

10. Kukla Obama
Icke, 2008’de Obama’nın seçim kampanyasının, Obama Operasyonu adı ile bir ‘akıl oyunu’ndan da öte olduğunu belirtmişti.

Bu da ‘http://davidicke-turkce.blogspot.com’ dan bir saptama:

(13 Haziran 2013 tarihli Hürriyet gazetesi haberi) :

Japon araştırmacıların yaptığı bilimsel bir araştırma, 10 aylık bebeklerin zor durumda kalanlara yakınlık duyduğunu ve bunu sözlü olmayan yollarla ifade edebildiğini gösterdi. Araştırmacılar, geometrik şekillere yönelik hedef ve amaç belirleyebilen bu yaş grubundaki bebeklerin, saldırganlığa verdiği tepkiyi görmek amacıyla hareketli geometrik şekillerin yeraldığı bir video ekranından yararlandı.
KURBANI ALGILIYOR
Deney sırasında bebeklere, sarı bir küpe saldırarak parçalayan mavi bir topun görütülerini gösteren araştırmacılar, bebeklerin her seferinde mavi top yerine, saldırıya uğrayan kurban durumundaki sarı küpe yönelerek ulaşmaya çalıştığını gözlemledi. Mavi top ile sarı küpün rollerini değiştiren ve görüntülere saldırgan olmayan nötr bir şekil de ekleyen araştırmacılar, bebeklerin yine de kurban durumundaki şekli tercih ettiğini belirledi. Araştırmacılar bu davranışın, bebeklerin kurban durumundaki şekli tercih etmesinin nedeninin, saldırgan roldeki şekilden korkmasından kaynaklanmadığını gösterdiğine işaret etti.
ZOR DURUMDAKİNE YAKINLIK DUYUYOR
Araştırma görevlisi, gelişim psikolojisi uzmanı Yasuhiro Kanakogi başkanlığındaki Kyoto Üniversitesi ve Toyohashi Teknoloji Üniversitesi'nden bilim adamlarının yaptığı bilimsel araştırma "PLOS ONE" adlı bilimsel dergide yayınlandı. Bilim adamları, araştırmanın sonuç bölümünde gözlemlerine dayanarak yaptıkları değerlendirmede, "On aylık bebekler, etkileşim halindeki kurban ve saldırganların rollerini değerlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda bu değerlendirmeye dayalı olarak zor durumda olanlara gelişmemiş seviyede bir yakınlık hissediyorlar. Bu basit tercih, onların daha sonraki yaşamlarında tamamen gelişmiş, zor durumdakine yakınlık duyma davranışı için bir dayanak oluşturabilir" ifadesine yer verdi.
Yukarıda bebekler üzerinde yapılmış olan araştırmada, bebeklerin zor durumda olanlara karşı ‘kurban’ın tarafında yer aldıkları, yani ‘EMPATİ’ duydukları anlatılıyor. Bir hatırlatma yapılacak olursa;  ‘Gerçek’in Titreşimleri – XXXIII,  ‘Avatar’ adlı makalede David Icke’ın insanlarda bastırılmak istenen ‘empati’ duygusu hakkında yazdıkları şöyle:

-“Bütün ‘ayrı kişiler’ formundaki algılamalar arasında empati sağlayan işte bu ‘birbirimizle bağlantıda olma duygusu’... Bu duygu, aşırı tepki ve hareket etmeyi engelleyici bir emniyet mekanizması görevi yapıyor. Empati olmazsa hapı yutarız. ‘Sürüngen’ manipülasyonu, bizi sağ beyin realitesinden  a) yüksek seviyelerdeki farkındalığa ulaşmamızı engellemek için  b) empati duygumuzu bastırmak için koparmak istiyor.”


25 Mart 2014 Salı

Gerçek'in Titreşimleri - XXXIII

AVATAR: Dünya’nın tarihi... Ama filmde insanlarla Na’vi’ler ters konumda.

David Icke’ın 2010 yılında yazmış olduğu bir makale...

Sinemaya pek gitmem, ama James Cameron’un bol bol reklamı yapılmış olan ‘Avatar’ filmini izlemeye gittim. İyi ki de gitmişim. Çok beğendim, animasyon ve özel efektler harikaydı, ama ilgimi en çok, tarafların yeri tam ters bir konumda olsa da, temel olarak dünyada neler olduğunu çok güzel anlatıyor olması çekti...
Hikaye 2154’de yer alıyor ve bir gaz devi olan Polyhemus’un ‘ay’ı, Alfa Centauri A’nın yörüngesindeki Pandora’da yaşayan mavi derili ve aslan burunlu insanları anlatıyor. Pandora halkı, çevresi ile muhteşem bir uyum içerisinde yaşıyor ve herşeyin ‘Tek’ bilince bağlı olduğunu biliyor.
Pandora’daki ağaçlar ve bitkisel yaşam ile bütün gezegeni kaplayan ‘beyin’ veya ‘bilinç’e bağlı nöron görevi yapan kökler arasında çok güçlü bir elektro-kimyasal bağlantı var. Yani, ‘Na’vi’ adındaki mavi insanların, bitki ve ağaçlar aracılığı ile ‘Bütün’e bağlanmalarını sağlayan kök bağlantıları bulunuyor. Ancak birden, çok gelişmiş teknolojileri olan ‘insanlar’ bu gezegeni istila ediyorlar. Onlar, son derece değerli olan ‘unobtainium/anobtayinyum’ madenini isteyen RDA şirketinin yöneticileri ve askerleri... ( ‘Anobtayinyum’un sözlük anlamı: son derece az bulunan, çok pahalı ve belirli bir uygulama için kullanılan söz, mizahi bir konuşma dili sözcüğü).
İnsanlar, kendilerini Pandora’nın zehirli atmosferinden korumak için koruyucu özellikleri olan bir üs kurmuşlar. ‘Üs’ün dışında veya uçan araçlarının içinde olmadıkları zamanlarda nefes almak için kesinlikle maske kullanmak zorundalar. Bazıları ise, insanların üstün teknolojileri sayesinde ve tabii ki manipülasyon amacıyla, genetiği ile oynanmış Na’vi bedenlerine girebiliyorlar.
Eskiden bir deniz piyadesi olan Jake Sully’nin kaybetmiş olduğu erkek kardeşi için üretilmiş olan bir Na’vi bedeni var ve kendisi de bunun için uygun genetik özellikler taşıdığı için o ‘Na’vi beden’ine girmeye razı oluyor. Bu ‘insan-Na’vi- DNA hibridleri’ne ‘Avatar’ deniyor.
Bir süre sonra Jake, onların yaşamını iyice benimsiyor ve bir Na’vi kadınına aşık oluyor. İnsanların işgal için gelmiş oldukları, yoğun anobtayinyum madeninin üzerinde bulunan Na’vi komün yurdunu tahrip etmelerine engel olamıyor, ama Pandora’yı insanlardan kurtarmak için bir savaşa giriyor.
Büyük bir içtenlikle söyleyebilirim ki, sinemaya gitmeden önce konu ile ilgili olarak, James Cameron’un çok ses getiren yeni filmi olmasının dışında hiçbir bilgim yoktu. Sadece gitmem çok gerekliymiş gibi birşey hissetmiştim. Zaten film başlayınca da konunun, yıllardan beri kitaplarımda ve konuşmalarımda söz ettiğim ‘Dünya’nın ve insanların ‘Sürüngen’ ırk tarafından nasıl ele geçirilmiş olduğu konusuna ne kadar benzediğini farkettim.
Son aylarda önüme gelen birçok yeni bilgi sayesinde, 2010 bahar aylarında çıkacak olan ‘İnsanoğlu Artık Dizlerinin Üzerinden Kalk’ adlı kitabımda bu konuyu oldukça ayrıntılı bir şekilde ele almıştım. Şimdi bu konuda bölük pörçük bilgiler vermek istemiyorum, çünkü bilginin, bütün noktaların birleştirilmiş olduğu şekliyle bir bütün olarak tek bir seferde edinilmesinde yarar görüyorum. Tabii ki James Cameron da aynı şeyi ifade etmek istemiş olabilir mi orasını bilemem, ama bence bu Avatar hikayesi aynen ‘Sürüngen’ işgalini kapsıyor.
Ancak bunu görebilmek için önce senaryodaki rolleri değiştirmeniz lazım. Na’vi halkı, çağlar önce dünyada yaşamış olan insanları, anobtayinyum madenini almak üzere Pandora gezegenini işgal eden insanlar da ‘Sürüngenler’i sembolize ediyorlar.
Bugün Irak denen bölgede keşfedilmiş olan eski Sümer kil tabletlerinde, insan olmayan ‘Annunaki’ ırkının Afrika’daki altın madeni için dünyaya gelip köle işçi olarak çalıştırmak üzere insanların genetiklerini değiştirmiş olduğundan söz ediliyor. Bu arada Afrika’da 100.000 yıl önce altın madenleri olduğuna dair kanıtlar bulunmuş olduğunu da belirtmekte yarar var.
Afrika’daki Zulu efsaneleri de aynı konuyu destekliyor, dünyanın dört bir tarafından elde edilmiş olan bilgilerde de hep, bir zamanlar dünyanın bolluk-bereket içerisinde olduğu, herkesin herşeyle büyük bir uyum içinde yaşadığı bir ‘Altın Çağ’dan söz ediliyor. Bu bilgilere göre o zamanlar açlık ve yoksulluk yokmuş, çünkü dünyanın büyük bir çoğunluğunu kaplayan ormanlar ve bereketli toprak sayesinde insanlar bolluk içinde yaşıyorlarmış. Dünyanın ekseni de farklı olduğu için mevsimler yokmuş, iklim hep ‘aynı’ imiş...
Afrika’daki Zulu efsanelerine göre, atmosferin yüksek katlarında, insanları güneşin zararlı ışınlarından koruyan bir su kubbesi varmış. Sonuç olarak dünyada çöl değil, bol su bulunuyormuş. Sonra Sürüngen ırk gelip dünyada jeolojik ve biyolojik felaketlere neden olmuş. Kitabımda bunun açıklamalarını ayrıntılı olarak yapmış bulunuyorum, benim irdelediğim konulara yeni olan okuyucular şoke edici bulabilirler...
Su kubbesinin yok edilişi, İncil’de 40 gün 40 gece yağan bir yağmur şeklinde sembolize ediliyor. Dünya ekseninden kayıyor, dolayısıyla güneş ile bağlantı değişiyor, dört mevsim başlıyor.
Önce dünyanın iklimi, bununla bağlantılı olarak da insanların hayatı değişiyor. Ormanlar kaybediliyor, çöller oluşmaya başlıyor. Birçok bölgede gıda kaynakları kuruyor, insanlar açısından yaşanması güç bir hayat başlıyor. Ardından ‘Sürüngen’ genetikçiler, kendilerine hizmet edecek yeni bir insan yaratıyorlar. İnsan beyninin kapasitesi milyonlarca yıl boyunca gelişirken, 200.000 yıl öncesine kadar olan zamanda birdenbire durup gerilemeye başlıyor, bu oldukça dikkat çekici bir durum. Hem de nasılsa bu, tam da insanların şimdi benzedikleri halin başlangıcı olan aynı zamana denk geliyor.
Avatar filminin hikayesinde de; genetik olarak yaratılmış, tıpkı Na’vi’lere benzeyen Na’vi insan hibridler var. Bunlar hep Na’vi halkının arasına karışıyorlar. İşte yıllardan beri benim anlatmaya çalıştığım gibi dünyada da hep, sürüngen ırkın sürüngen-insan hibridleri yer almış... Global gizli cemiyetler ağını yöneten bu soy, bu yolla hükümetleri, bankaları, şirketleri, medyayı, orduyu ve eğitimi, herşeyi yönetiyor.
Korpus kallosum’ aracılığıyla, bilginin sol tarafa gitmesini baskılama şeklinde insanların ‘sağ beyin’ faaliyetlerini veya en azından farkındalıklarını kontrol altında tutuyor olmaları son derece önemli bir nokta, çünkü beyinin iki yarım küresi, realiteyi tamamen farklı şekilde algılıyor. İşin ilginç yanı da, ‘Avatar’ filminde mavi insan Na’vi’ler ile dünya insanları arasındaki algılama farkının tam olarak vurgulanmış olması...
Beynimizin sağ yarım küresi bizi, herşeyin ‘Tek’ olarak deneyimlendiği, beş duyunun ve ‘görünen ışık’ın ötesindeki sonsuz aleme bağlıyor. Filmdeki Na’vi halkı da, herşeyin birbirine bağlı olduğunu anlayan veya bilen sağ beyin realitesini temsil ediyor.
Jill Bolte Taylor, Amerikalı bir nörolog. Yürüyüş bandında spor yaparken bir beyin kanaması geçirmiş ve beyine egemen sol tarafının fonksiyonunu kaybetmesi üzerine, tam bir sağ beyin deneyimi yaşamış. Şöyle anlatıyor;
...sanki normal realiteyi algılarken bilincimde bir değişme olmuş gibiydi. Yürüyüş bandında o realiteyi deneyimlerken, başka bir yerden kendimi izliyormuşum gibi hissediyordum. Koluma baktığımda artık gövdemin sınırlarını tanıyamıyormuş gibiydim. Nerede başladığımı, nerede bittiğimi anlayamıyordum, çünkü kolumdaki atom ve moleküller, duvarın atom ve moleküllerine karışmıştı. Saptayabildiğim tek şey enerjiydi. Enerji...Kendi kendime sordum; ‘Bana neler oluyor?’”
... önce kendimi sessiz bir zihnin içinde bulunca şoke oldum, ama sonra birden bire enerjiyle çevrelendim. Gövdemin sınırlarını tanımlayamadığım için sonsuz ve alabildiğine sınırsız gibiydim. O enerjiyle bütünleşmiştim ve bu muhteşem birşeydi.”
İşte realite duygumuza egemen olan sol beyin aracılığı ile bizi beş duyu alemine hapsetmiş olan tek düze alemin, ‘sınırsız’ olduğu zamanki hali aynen böyle... Sol beyin hep dil, yapı, mantık ve genelde fiziksel olanı algılayan bu dünyanın, bu alemin realitesini sunuyor. Sol beyin, geçmişten geleceğe geçiş yapar gibi algılanan zaman illüzyonunu vermek için de realitemizin enerji dokusuna şifrelenmiş olan bilgiyi deşifre ediyor, oysa sağ beyin, var olanın sadece ebedi ‘şimdi’ olduğunu biliyor.
Sol yarım küre, özellikle ‘akademisyen’ ve ‘eğitim’ denen sosis makinasının yüksek seviyelerinden geçmiş olanlara egemen oluyor. Bütün global politik ve ekonomik sistem, sol beyin realitesine hapsolmuş olan koyu renk takım elbiseli kişilerce yürütülüyor. Bu nedenle bir ‘sol beyin toplumu’nda yaşıyoruz. Dolayısıyla sağ beyin algılaması da hep kınanıp, ‘deli’ olarak nitelendiriliyor.
Avatar’daki insan işgalciler de tamamen sol beyin egemenliğini temsil ediyor. Na’vi halkının, hayvanlar, ağaçlar ve bitkilerle karşılıklı saygıları ve birbiriyle son derece uyumlu olan bağlantıları onların umurunda bile değil. İnsanların fiziksel gerçekliği sadece ‘gör-iste-al’ felsefesine dayalı olduğu için tam bir ‘bölünmüş’ lüğü temsil ediyor. İsterseniz biraz ‘anobtayinyum’dan buyrun... Bu, ihtiyaç kaynağınızın üzerinde yaşayanların yurdunu ve hayatını yok etme anlamına gelse bile, ne önemi olabilir ki? Onlar sadece ilkel savaşçılar, insanlar da sadece ormanı yok ediyorlar, fazla önemli birşey değil...
Sol beyin zihniyetinin; insan, ağaç, bitki veya hayvan olsun, başkalarını olumsuz etkileyecek sonuçları düşünmek gibi bir empatisi hiç yoktur. Sol beyin mahkumları, herşeyi ‘kişi’ olarak, arada mesafeler varmış gibi algılarlar, oysa sağ beyin arada bir mesafe olmadığını, herşeyin, hepimizi birbirine bağlayan tek bir enerji alanı olduğunu’ bil’ir...
Bütün ‘ayrı kişiler’ formundaki algılamalar arasında empati sağlayan işte bu ‘birbirimizle bağlantıda olma duygusu’... Bu duygu, aşırı tepki ve hareket etmeyi engelleyici bir emniyet mekanizması görevi yapıyor. Empati olmazsa hapı yutarız. ‘Sürüngen’ manipülasyonu, bizi sağ beyin realitesinden a) yüksek seviyelerdeki farkındalığa ulaşmamızı engellemek için b) empati duygumuzu bastırmak için koparmak istiyor.
Bunu Gazze Şeridi’ndeki sivil bölgelere bomba atıp füze gönderen ordu mensuplarında net bir şekilde görebiliyoruz. Onlar; büyük çapta ölüm, hasar ve acılara neden olurlarken, hiçbir şekilde empati duymuyorlar.
İnsanlar bir kez empati duygusundan yoksun kalırlarsa, hiçbir acıma duygusu olmayan robotsu makinalar haline gelirler. Zaten artık ordular da tam buna göre tasarlanıyorlar. Koyu renk takım elbiseli yüksek görevliler, kendi ceplerini doldurmak için özellikle Afrika’dakiler gibi birçok hedef ülkede boyuna insanları manipüle edip savaşlar çıkarıyorlar.
Avatar filminde, bazıları hariç bütün insanlar bu durumda. Yani tam bir sol beyin zihniyeti içerisinde hareket ediyorlar. Çok para kazanmak için kaynakları istiyorlar, oysa mavi derili halk o kaynağın üzerinde yaşıyor. Na’vi ‘ler, yurtlarından ayrılmak istemeyince de derhal uçaklarını gönderip onları mahvediyorlar. İngiliz yazar Oscar Wilde’ın dediği gibi; “Sol beyin herşeyin bedelini bilir, ama değerini bilmez”...
Genetik manipülasyon sonucunda insanların çoğu sürüngen kovan aklının adeta terminaline dönüşmüş gibi. Bu konuyu da kitabımda oldukça ayrıntılı bir şekilde ele aldım. Tam planlanmış olduğu gibi insanlar, zihin ve zihniyetleri açısından tamamen onların baskısı altına girmişler. Ne var ki manipülasyonun, sağ beyin realitesine de hala önemli ölçüde bir erişimi var ve insanlığın uyanışı sürdükçe baskı gittikçe daha çok arttırılıyor.
Uyanış’ derken, sadece komplonun farkına varmak , kişinin sağ beyinin kanallarını ‘Sonsuz Bilinç’e açmış olduğu anlamına gelmiyor. Komplo araştırmaları alanında çalışanlarda bile ağırlıklı olarak sol beyin egemen durumda. Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum, benimki sadece bir gözlem, ama baktığınız zaman iyice görülebilen bir gözlem...
Sol beyini ve korpus kallosumu, farkındalığı ve bakış açısını sağ beyin bilgilerine açtığınız zaman kendiniz oluyorsunuz ve realiteniz değişiyor. Global komplonun farkına varmış olan aynı kişi olmadığınızı farkediyorsunuz. Hatta eski siz ile hiç alakanız bile kalmıyor. Oyun, değerler ve kendiniz hakkınızdaki bakış açınız, herşey değişiyor.
Avatar’daki insan işgalciler büyük bir savaş sonrasında Pandora’dan atılıyorlar. Bu tam bir aksiyon filmi, dolayısıyla teknolojik ve biyolojik savaşlar yapılıyor. İnsanlar gelişmiş silahlarını, çevreleri ile son derece uyumlu bir bağlantı içerisinde olan, hayvanlar tarafından desteklenen ve ejderha benzeri yaratıkların üzerinde uçan Na’vi halkının üzerinde kullanmanın gerekli olduğunu düşünüyorlar.
Oysa bizim özgürlüğümüzü kazanmamız için hiç şiddet kullanmamıza gerek yok. Yapmamız gereken tek şey, sağ beynimizi açıp gerçek ve sonsuz potansiyelimize bağlanmamız. Hepsi buna bağlı. Doğrusu manipülatörler, bu bağlantıyı koparmak için pek o kadar da çok uğraşmamışlar,sadece kontrol altında tutmak için biraz unutturmuşlar o kadar... Uyanıp da o müthiş potansiyelimize yeniden kavuşuruz diye ödleri kopuyor!
Sol beyinleri hasar görmüş ve inanılmaz süper insan becerileri göstermeye başlamış kişiler var. Yani bu kişilerin sağ beyinlerindeki kilit açılıyor. Ancak onlar süper insan değiller, sadece bastırılmış olan potansiyelleri güvenlik duvarlarını yıkıyor. Hatta sol beyni hasar görmüş çocuklar bile matematik, bellek ve diğer mucizevi beceriler göstermeye başlıyorlar.
Çoğu hala gelişme problemi, zihinsel gerilik, beyin hasarı yaşamış veya yaşayan ve ‘otistik’ denilen bu çocukların inanılmaz becerileri var. Onlar, sürüngen manipülasyonu yüzünden, çoğu kişinin uykuda olan ‘beyin potansiyeli’ne ulaşıyorlar, ama tabii ki bu durumda ‘sol beyin toplumu’na uyum sağlamaları da zor oluyor.
Bana kalırsa problem, sağ beyin tam anlamıyla açıldığı zaman, sol beyinin ‘gerçek’i algılama devrelerinin çöküp, algılamanın ve enerjinin o seviyesi ile başa çıkamaz hale gelecek olmasıdır.
Stephen Wiltshire olağanüstü becerileri olan İngiliz bir otistik çocukmuş. 1987’de 12 yaşındayken kendisine, BBC’nin bir belgeseli için helikopterle Londra üzerinde bir uçuş yaptırılmış. Gerçi hiç ihtiyacı da olmamış, ama bu gezide not almasına veya fotoğraf çekmesine izin verilmemiş olduğu da özellikle belirtiliyor. 200’den fazla binanın havadan görünüşünü inanılmaz bir başarıyla resmetmiş, oysa otizminden dolayı sayı saymayı bilmezmiş! Hepsini tamamen hafızasında tutarak yapmış. Daha sonra aynı helikopter turunu Roma üzerinde de yaptırmışlar. Stephen’in çalışmalarını www.stephenwiltshire.co.uk.’ da görebilirsiniz.
Daniel Tammet de bir başka İngiliz otistik çocuk. Matematik problemlerini bir bilgisayar hızıyla çözüyor ve son seferinde sayıldığı üzere 7 ayrı dilde konuşabiliyor. İzlanda dilini bir haftada öğrenince öğretmeni onu bir insan değil, bir dahi olarak nitelendirmiş. Oysa tabii ki o bir insan, hem de sürüngenlerin ve hibrid soyun hararetle baskılamaya çalıştıkları insanlardan birisi... Baskılamaya çalışıyorlar, çünkü gerçekte olduğumuzun ‘en az’ oranına bile ulaştığımız takdirde onlar için ‘oyun’un biteceğini çok iyi biliyorlar. Eh, o gün de artık iyice yaklaştı...


5 Mart 2014 Çarşamba

Gerçek'in Titreşimleri - XXXII

David’in 3 Kasım, 2013’te yazmış olduğu makale:

“ ALAN ”
O ALANDA ‘SIR’LAR ORTADAN KALKAR


Bilim adamları ve öyle olduklarını iddia edenler, uzun zamandan beri aramakta oldukları ‘Herşey’in teorisini çözmeyi başaramadılar. Ben onlara buradan biraz yardımcı olabilir ve derim ki; “Herşey, sonsuz form olan tek bir ‘Sonsuz Bilinç/Farkındalık’ın birer ifadesidir”. ‘Sonsuz Farkındalık’ın sonsuz odak noktaları ve odaklanma becerisi vardır; işte biz ‘o’yuz ve herşey de ‘Sonsuz Bütün’ün içindeki bir odak noktası. Düşünceniz, yani odak noktanız adınız, aileniz, işiniz ve hayat hikayeniz olabilir, ama ondan ötesine hiç geçemez. Durum böyle olunca, siz de sadece doğan, bir hayat yaşayan ve ölen bir insan olursunuz.

Oysa çok gelişmiş bir ilgi menziliniz, yani gelişmiş bir bilinciniz veya farkındalığınız varsa, adınız, aileniz, işiniz ve hayat hikayenizin, aslında olduğunuz ‘Sonsuz Farkındalık’ içinde belirli bir frekans bandındaki deneyiminiz olduğunu bilirsiniz. Algılama (a), sadece gözlerin gördüğünü görür veya deşifre eder, (b) ise algılamanın, içinde olduğu büyük realitede sadece bir noktacık olduğunun ‘farkında’ dır.
Benim ‘Sonsuz’ dediğim sonsuza odaklanma, ‘Mümkün Olan Herşey’in ve ilginin bütün noktalarının farkındadır, çünkü ilgi kapsamı sonsuzdur. Parasitik, manipülatif güç ─yani başka bir odak noktası ve algılama─ kapıları insanların odaklanması ve algılamasının üzerine kapamadan önce, Sonsuz Realite’nin eski zamanlardaki farkındalığında sözü edilen 
‘Herşeyi Gören’ ve ‘Herşeyi Bilen’ terimleri de buradan kaynaklanırdı. Pekala, en azından çok kişi açısından diyelim... Manipüle edilmiş tarihimiz boyunca boyun eğmeyi reddetmiş olanlara; ‘gören’, ‘bilge’, ‘önsezili’ veya ‘kaçık’ denip hepsi görmezden gelinmiş, alay edilmiş veya yakılarak öldürülmüşlerdir, çünkü parasitik güçlerin ‘oyun planı’ açısından potansiyel birer tehlikedirler.

Eğer insanların, üretilmiş olan tek realiteye inanmasını istiyorsanız, o zaman ortaya çıkmasını isteyebileceğiniz en son şey, göz önüne alınabilecek çoklu olasılıklar bulunduğunu söyleyen birisi olur.
Tek bir enerji alanı bütün realiteyi kaplar, farklı olan diğer alanlar ise, o tek alanın- yani ‘ALAN’ın-ifadeleridir. Bu farklı alanlar, dikkatin ve farkındalığın farklı noktalarıdır,‘Tek’ herşeyi kaplayan ‘alan’ ise kollektif farkındalıktır.
Eğer sizin odaklanmanız da kollektif alanı içeriyorsa, deneyimlemekte olduğunuz realitenin ‘büyük tablo’sunu görürsünüz, ama sadece kendinize odaklanmış ve sadece kendinizin farkında iseniz, o zaman ‘bütün olasılık’ın değil, sadece ‘kısıtlanmış olasılık’ın koşullarında düşünüp, belirli formun fiziksel/holografik illüzyonunu algılarsınız.

Mesela hedef kitlenizi sahte bir realitenin içine hapsetmek isterseniz, onların hangi algılama içinde olmalarını isterdiniz? ‘Büyük tablo’ mu, yoksa ‘güçsüz aciz ben’ mi? Soru zaten kendisini cevaplıyor ve bugün dünyanın içinde bulunduğu halin nedeni de bu....


Bu nedenle, ‘bilim’, ‘tıp’, ‘eğitim’ ve medya, bu ‘alan’ın ve onun alt bölümlerinin varlığını keşfetmek veya kabul etmek istemiyor. Bu kurumların arkasındaki gizli güç, insanların bedenlerinin ötesindeki benliklerinin seviyelerini keşfetmeleri halinde, bütün domino taşlarının yıkılıp herşeyi sarmış olan sis tabakasının açılacağını çok iyi biliyor.



Aurik alan, değişen düşünce ve duygularla/frekanslarla değişiyor,
çünkü her bir renk veya ton, farklı bir frekans...

Bütün bunlar, insan aurik veya elektromanyetik ‘alan’ının, şimdi teknolojik olarak teyit edilebilmesine rağmen gerçekleşiyor. Çoğu kişi gibi ‘Gerçek’e boşverip, herşeyin resmi bilimsel versiyonunu korumak için ‘bilmeyiş veya cehalet perdesi’nin gerisinde de kalabilirsiniz, ama sonra gerçeği keşfedip de kıyasladığınız zaman; bütün paranız, işiniz, itibarınızın önemini kaybettiğini görüyor-sunuz.

Aurik alanın varlığının anlaşılması için gereken altyapının ve enerji realitesinin daha geniş bir enerji realitesine olan potansiyel bağlantılarının reddedilmesi suretiyle ‘bilim’, ‘tıp’ ve ‘eğitim’, hayatın doğası hakkında tam bir bilmezden gelme halinde tutuluyor. Sonra da bütün bu bilgisiziliğin adına ‘hayatın sırrı’ diyorlar.

Basılan görüntü, holografik form olarak
gördüğümüz şeyden yansıtılan dalga 
formundaki ‘bilgi alanı’dır.
Eğer birşey sizin reddettiğiniz bir alana gömülmüşse, o şeyin konumu doğal olarak sizin için bir ‘sır’ olur, yani araştırmadığınız ve ne olduğuna bakmadığınız herşey ‘sır’ olarak kalır. ‘Alan’, sırların çözüldüğü yerdir, ama siz bütün kanıtlara rağmen, varlığını inatla reddederseniz, tabii ki bütün bilinmeyenler gibi o da hep ‘sır’ olarak kalır. Bu, sadece sağlık değil birçok açıdan son derece zararlı olabilir. İnsan bedeni denilen hologram, aurik alandaki bilginin bir yansımasıdır. Çarşıda gördüğümüz teknolojik olarak üretilmiş olan hologram, bir fotoğraf üzerine dalga formu olarak şifrelenmiş olan bilgiyi okuyan bir lazer tarafından yaratılır.



...bu da, hologram dalga formu bilgisi yapısı olmadan dışavuramaz anlamına gelir. Hologram en basit anlatımla modelin şifrelenmiş halidir. Sağlık ve tıp uygulamaları açısından bu gerçeğin reddedilmesi de malum sonuçları oluşturur.

Alternatif şifacılar, uzun zamandır modern tıbbın ‘sebep’i değil, ‘belirti’leri tedavi ettiğini söylüyorlar. Alanı veya hologramı gözlemlerseniz, bunun nedenini görebilirsiniz. Beden (hologram) bilgi alanının bir yansımasıdır, dolayısıyla alanda olan aynen bedende olur, ama doktorlar ve bilim adamları sadece bedeni görürler, bilmedikleri için de hologramı tedavi ederler. “Ağrınız mı var? Pekala, o halde ağrıya neden olan sinirleri uyuşturalım”...

Ağrı ise aurik alandaki dengesizlikten veya bozulmadan kaynaklanır. Eğer ağrı enerjik olarak şifalandırılmazsa, semptom veya belirti veya hologramdaki dengesizlik sadece maskelenir, elimine edilmez. İşini iyi bilen etkin şifacılar bedeni değil, enerji alanını hedef alırlar, çünkü ‘alan’ sağlıklıysa beden de sağlıklı olur, çünkü ikisi birdir ve onlar bunu iyi bilirler.
Bir hologram stüdyosu

Günlük medya ve bilimde reddedilen, ama gizli çekirdek grup tarafından iyi bilinen başka bir sağlık tehdidi ve etkisi de nükleer santrallar, yüksek gerilim hatları ve cep telefonlarına dayalı tehlikeler, kablosuz net, ‘smart meter’ denen çeşitli tiplerdeki ‘akıllı’ ölçerler ve Fukushima gibi radyasyon felaketleri. Bunların etkileri gözden kaçırılıyor, çünkü a) komployu hazırlayanların en içteki çekirdek grubu bizim bunları bilmemizi istemiyor, b) bilim ve tıp alanında çalışan çoğu kişi, bedenin ne olduğunu ve nasıl çalıştığını bilmiyor. Onlara göre bu radyasyon teknolojisi bedeni etkilemezmiş. Oysa büyük çapta elektromanyetik aurik alanı etkiliyor ve sonra da ‘beden hologramı’na geçiyor. Bir düşünün, arabanızla yüksek gerilim hatlarının yakınından geçerken radyo yayınınız bozulur, öyle değil mi? Bu tamamen o yüksek gerilim hattından yayılan elektromanyetik alandan kaynaklanır. İşte bu tür yüksek gerilim hatlarına yakın yerlerde yaşayanlara olan da bu oluyor. O insanların elektromanyetik aurik alanları bu yüksek gerilim hatları tarafından bozuluyor, o bozulma bedenlerine geçiyor, bozulmanın sonucunda da ortaya lösemi veya benzeri hastalıklar çıkıyor. Aynı şey nükleer santrallar, cep telefonları, kablosuz net, akıllı ölçerler ve Fukushima gibi nükleer felaketler için söz konusu...

Bir kez daha vurgulayacak olursak, bunlar için tek önlem; kendi ‘elektromanyetik alan’ımızın bilincine varmaktır.

Global komplonun amacı; insanların odaklanmasını hologramda veya beş duyu algılamasında tutmak. Bir kez realiteyi algılamanız bunun tuzağına düşerse, temelde, bir sol beyin algılaması olan bu beş duyu realitesi herşeyi herşeyden ayrı görür, ayrı olarak algılmaya başlar. Bu, “Görüyorum, duyuyorum, dokunuyorum, kokluyorum ve hissediyorum, bunları yapamıyorsam, başka bir gerçek olamaz!” alemidir...


Bilim, tıp, eğitim ve medya denen ve sadece sisteme hizmet eden kurumların hepsinin yapısı ve kontrol içeriği, hep beş duyuya göre düzenlenmiştir. İşte bu nedenle, bütün alternatif açıklamalar ve olasılıklar bu kurumlar tarafından sansürlenir, hatta bazısı kanunen yasaklanır ve beş duyuya aykırı olan her görüş anormal olarak değerlendirilir veya nitelendirilir.
Cehalet veya bilmeyiş ve küstahlık biraraya gelince, ellerindeki müzik notası gibi belgeleri tekrarlayıp duran ve realite hakkındaki gelişmiş açıklamalarla ve olasılıklarla alay eden bilim adamları ortaya çıkar, çünkü bu bilgiler ‘mantık’ dedikleri kendi temellerine oturmamaktır. Peki belirli bir bilgiye dayalı bir inanma sürecinden başka birşey olmayan mantık nedir?


Günümüzde Homeopati de, bu bilimsel ‘mantık’ versiyonuna dayalı birşey olmadığı için göz ardı ediliyor ve ‘bir maddeyi yok edinceye kadar seyreltmek mümkün olmadığı için kimseyi tedavi etme özelliği de yoktur’ deniliyor. Homeopati’nin bu şekilde kınanması da , ‘Alan’ın ve herşeyin ‘bilgi’ olduğu gerçeğinin görmezden gelinmesinin başka bir sonucu...

Almanya Stuttgart’taki Uzay Araştırmaları Enstitüsü’nde yapılmış olan deneylerde, sudaki madde sudan çıkarılsa bile o maddeye ait ‘bilgi’nin orada kaldığı gözlemlenmiş. Yani aslında şifayı sağlayan enerji halindeki bilgidir. Eğer homeopatiyi uygulayan kişi, bu konuda yeterince beceri sahibi ise aurik alan, dolayısıyla da hologram üzerinde tedavi sağlar. Yani bu aşamada homeopati doğrudan bedeni (hologramı) değil, bedeninin yansıtıldığı
bilginin modelini şifalandırır. Fiziksel olarak değil, enerjisel olarak şifa sağlar, çünkü aslında fiziksel olan birşey yoktur, aurik alan iyileşince, beden de iyileşir. 

‘Alan’ı bilmek, homoeopatiyi ve alternatif tedaviye ‘mantık’ sağlıyor, ama bu, sistemin ‘mantık’ temeline hiç uymuyor. Örneğin Oxford Üniversitesi’nde Profesör olan Richard Dawkins, sadece ‘fiziksel’ olanı görüyor. Ona ve onun gibilere göre fiziksel olarak, sadece fiziksel olan birşey tedavi edilir, ama tabii ortada ‘fiziksel diye birşey yok’ düşüncesi olursa, bu da başka bir problem yaratıyor.

Bir kez daha vurgulayalım, ‘mantık’, bilgiye dayalı bir algılama olup inanca dönüşüyor ve mutlak sayılmıyor. Bunu bilince hiçbirşeyin mutlak olmadığını bilerek bu tuzağa düşmüyorsunuz. Örneğin ben de buna inanmadığımı çoz kez belirtmişimdir. Ben de realiteyi bu şekilde algılıyorum, ama herzaman bilinmesi gereken çok fazla bilgi olduğunu, dolayısıyla her yeni bilgi ve yeni deneyimi algılarken hep keskin kenarın ucunda olduğumu biliyorum. Bizim inanç dediğimiz şey, algılamayı kendi kendine sansürlemek ve Tanrı’nın bizim bilmemizi istemediği daha fazla bilgiye gerek olmadığı düşüncesine sarılmak oluyor. Kutsal kitaplar ve kalıplara girmeyen ‘bilim’cilik , özgür düşüncenin kendi kendini sansürlemesinin klasik temsilcileri olup ‘alan’ı reddeden ‘mantık’algılamaları...

Dinler de ‘ruh’tan bahseder, ama savunucuların büyük bir çoğunluğuna, ‘fiziksel’lik algılaması egemendir. Ruh, bir varlıktan ziyade bir kavram olarak nitelendirilir.

Hiçbirşey hiçbirşeyden ayrı değildir. Hepimiz, sonsuz realite içinde birer ‘bilinç’iz. Ve ‘Alan’ı görmezden gelirsek, kendimize ‘aciz ben’ realitesi ile bir bölünmüşlük realitesi yaratmış oluruz. İnsanların kolektif odaklanmalarının, beş duyuya dayalı kör bir cehalete hapsetilmesiyle de parasitik manipülatörlerin ekmeğine yağ sürülmüş olur.


En geniş anlamda enkarne olmuş ruhun, ölüm ile bedeni terk etmesi de illüzyon, çünkü mezardaki beden ile bedenden çıkan ruh da aynı ‘Sonsuz Farkındalık’ veya hayalin ifadesi... Manipüle edilmiş zihnin algılamasından başka hiçbir bölünme yok.


Her yerde net bir şekilde bölünmüşlük görüyoruz, çünkü o illüzyon ‘fiziksel’ ve algılama açısından bölünmemize neden oluyor, yani kitlesel kontrol sağlamak için gerekli olan böl ve yönet sonucuna götürüyor.


Realitenin farkındalığındaki bir başka ‘sır’ı ise, şekil değiştirme ve ruha şeytan girmesi olgusu. Aurik alan, bedenin bilgi modeli, bu nedenle bu alanda değişen herşey bedeni/hologramı da değiştiriyor. Kişinin bedenine tam olarak sahip olunmuşsa, olumsuz varlık veya varlıklar kendi enerji alanlarını hedef kişinin elektromanyetik alanına o kadar yoğun bir şekilde empoze ediyorlar ki, sahip olunan ‘bilgi’ o bedene egemen oluyor, bu durumda hologram da bozuluyor.

Bunun ardından klasik bozulma, yani yüz hatlarındaki ‘bozulma’ yer alıyor. Bunu korku filmlerinde sık sık görürüz. Peki yüze ne oluyor? Şekil değiştiriyor. Yıllardan beri ifşa etmeye çalıştığım gibi, hibrid soy ailelerindeki kişilerin hibrid DNA’ları var. Peki DNA nedir diye sorulacak olursa; o da ‘ bilgi’ alanının holografik ifadesidir diyebiliriz... Yani bir insan, bir sürüngene veya başka bir şekle dönüşüyorsa, bu en basit anlamda; kendisininkinden başka bir enerji alanına sahip olmaya çalışan bir enerji alanı. İnsan beden hologramını etkisi altına alıyor ve yansıtılan ‘bilgi’ ye göre bir değişim oluyor. Ancak tekrar vurgulayalım; sadece ‘fiziksel’ olarak düşünenlere, bedenin bir şekilden başka bir şekle dönüştüğünün söylerseniz, size de ‘deli’ derler . Bunu benden daha iyi hiçkimse bilemez... 

Dünyadaki soy ailelerin hem insan, hem sürüngen veya diğer şekilleri aldıklarını söylediğim için yıllar boyunca kitlelerden ve medyadan o tepkiyi aldım. Kimse için “tam anlamıyla şekil değiştirdi” demiyorum, ama bu kensilikle birçok kişinin tanık olmuş olduğu üzere bir şeklin diğer şeklin üzerine geçmesi biçiminde gerçekleşiyor. İnsanlar bedenin şekil değiştirmesinin mümkün olmadığını düşünüyorlar, çünkü bir kez daha belirteyim; onlar da aslında olmayan ‘fiziksel’ olanı düşünerek böyle söylüyorlar. Eğer dünya ‘fiziksel’ veya ‘katı’ olsaydı, şekil değiştirme fikri tabii ki saçma olurdu, ama bu alem ‘katı’ değil, ‘katı’nın deşifre edilen görüntüsüne göre holografik veya akışkan oluyor. 

Şekil değiştirme; bir enerji değişikliği, yani bir hologramın değişmesine neden olan bir ‘bilgi’ alanının değişikliği... Aslında anlaşılması çok basit, ama ‘mantık’la algılanan realitenin doğasının bilinmemesi yüzünden, hepsi delice ve imkansızmış gibi geliyor.

İnsanların enerji alanlarına kilitlenerek sahiplenen varlık veya bir çeşit bilinç, aslında tam Satanistlerin taptıkları enerji veya güç... ‘Satanist ayinleri’, Satanist olan kişi ile, o varlık veya varlıklar arasında bir frekans bağlantısı yaratmaya dayalı. Bu Satanistler açısından büyük bir onur sayıldığı için, bu şekilde sahip olunmaya kendileri talip oluyorlar... Enerjisel etkisi nedeniyle hala, yüzyıllar öncesinin ayinlerini yapıyorlar. Aslında semboller, renkler ve mumlar da gösteri olsun diye değil, hepsi kollektif bir frekans bağlantısı ürettikleri için kullanılıyorlar. Böylece negatif varlıklar ayindeki katılımcılara sahip oluyor, hatta görünebiliyorlar bile...

Eski Satanistlerin anlattıklarından edinmiş olduğum bilgiler çerçevesinde, klasik daire içersindeki ters beşgen şekli, negatif varlıkların ayinlerde görünmesini sağlayan portalı/girişi sağlayan özel enerji alanının bir ifadesi. Bizim dünyada malum ayin yapılırken aynı şeyler, aynı anda Hristiyanların ‘Şeytan’, Müslümanların ‘Cin’, Agnostik inanışında da ‘Archon’ denilen parazitlerin aleminde yer alıyor. Bu karşılıklı ayinler onları birbirlerine bağlayan bir enerji rezonansı yaratınca da bu negatif varlıklar beş duyu dünyasına geçiş yapıyorlar. 

İnsan hiyerarşisi, dünyaya geçmiş olan Arkon hiyerarşisinin aynısı olup, frekans bağlantılarını sağlamak üzere özel olarak yaratılmış olan hibrid soy aileler arasından gelen kişiler, hibrid enerji alanları yoluyla, bizim dünyamızdan şeytan alemine geçebilirler. 

Eski Satanistlerden edindiğim bilgilere göre, hiyerarşide, bir insana sahip olan negatif varlık hangisi ise, o insan o satanist varlığın gücü ve statüsüne göre yönetilirmiş. Resmi olmayan bir Rothschild’ın anlattıklarına göre şeytan, soyun önde gelen bireylerine sahip olduğu için, insanları kontrol altında tutan sınıf da onlar oluyormuş. 

Antik çağlardaki tanrılara kurban verme efsaneleri veya hikayeleri aslında, insan enerjisinin şeytan alemine kurban edilmesi temasını anlatıyor... ‘Genç bakire’ kavramının anlamı ise aslında çocuklar. Ergenliğe eriştikten sonra insan enerjisinin seviyesi nispeten düştüğü için, bu parazitlerin asıl isteği, en yoğun haldeki insan enerjisi, işte o da çocuklarda var!

İşte bu yüzden dünyada pedofili çok yaygın, özellikle de soy aileler arasında. Sübyancıların çoğuna şeytan sahip olmuş durumda. Bu negatif varlıklar çocuklarla seks yaparlarken boyutlararası geçiş yapıp çocukların enerji alanı ile besleniyorlar.

Bu söylediklerim nedeniyle şirket medyası tarafından da, alternatif medya tarafından da alaya alınıyorum, çünkü her ikisi de bizim deşifre ettiğimiz ve deneyimlemekte olduğumuz realiteyi algılayamıyor veya anlayamıyorlar. Ya sadece aslında olmayan ‘fiziksel’i görüyor, ya da realite duygularına egemen olan katı bir din inanışları var. Bu onların tavşanın deliğinin daha derinlerine gitmelerine engel oluyor. Bunu yapabilenleri ise, kendilerinin realiteyi algılayamamaları nedeniyle oluşan önyargıları ile kınıyor veya alaya alıyorlar. Global komplonun yapısını ve derinliğini anlama konusunda kör gibiler. Zihinlerini ve katı inanç sistemlerini daha akışkan ve gelişmiş bir algılamaya açmadan da bunu yapabilmeleri mümkün değil. 

Eskiden şirket medyasındakileri kınayıp alay eden alternatif medyadaki kapalı zihinlere veya kendi inanç sistemleri ile ilgili olarak aynı şekilde davranan insanlara da kızardım. Bir kez içtenlikle yüreğini açarsan o zaman bütün taşlar yerine oturmaya başlar. 

Bugünlerde hep başımı sallayıp yürüyüp-gidiyorum, ama karşı karşıya olduğumuz bu durumun altındaki ana nedenin bu şizofrenik cehalet olduğunu da iyi biliyorum... Ve alternatif alandaki büyük bir çoğunluk, bununla nasıl baş edeceğimiz konusuyla yüzleşmekten hala kaçıyor. 

Herşeyi bilmek, farkındalığa doğru sonsuz bir yolculuk. Ve sonsuzluğun kendisini de içeren bir odaklanma noktası. İşte o noktada ‘Herşeyi Bilen’, ‘Herşeyi Gören’ en gelişmiş haliyle ‘Var Olan Herşey’ oluyorsunuz. Ancak herzaman, ama herzaman bilinecek daha çok şey oluyor.

Bizi, görünen ışık denilen çok minik bir frekans menzili içersine odaklayarak manipüle etmiş ve hep kontrolünde tutmakta olan sistemin ürünü olan bu realite ile kıyasladığımızda, asıl bilinmesi gerekenin etki yaratması da son derece zor gibi görünüyor...

Algılamanın programlanması herşeyi sıkı sıkıya sarmış durumda, dolayısıyla düşünce ve inançlar bakımından herkesin onun etkisine karşı çok dikkatli ve sağduyulu olması lazım. Din fanatikleri ve sistemin realite versiyonununa inananlar algılama programına çok çabuk kapılıyorlar, ama neyseki aralarında katı inançları reddetmiş olanları görüp de sistemin fantazilerini kınayanlar da var. 

Programlanmış olanları silme işlemine başlamak için ‘alan’ın varlığını kabul etmek iyi bir başlangıç olacaktır, çünkü bir kez olasılık menziline girerse, program birçok açıdan gücünü kaybeder, çünkü imkansız olan birdenbire fevkalade ‘açıklanabilir’ hale gelir ve farkındalığı geliştirmek üzere bir akış sağlanabilir.

Açıklanamayan mucizeler olmadığı gibi, açıklanamayan sırlar da yok. Sadece ‘biliş’ ve ‘cehalet’ var ve bu da tümüyle bir seçim meselesi...

Paylaşım