24 Nisan 2014 Perşembe

Gerçek'in Titreşimleri - 34 - Futbol ve medya

David’in Eylül 2012’de yazmış olduğu makalesi;
Hep oyalama, hep insanların dikkatini başka yere saptırma taktikleri...

Bundan yıllar önce, bir futbol web sitesi için makale yazardım. Konu da genellikle ‘bir yaşam biçimi olarak futbol’ idi. Ben sporu, en azından dünyadaki insanlar üzerindeki etkisi açısından hayatın çok yoğun bir ifadesi olarak görürüm.

Dünyanın önde gelen Manchester United, Real Madrid ve Barcelona gibi futbol kulüpleri içersinde müthiş bir hiyerarşi vardır. Bunlar kitleler halinde insanları, maçların sonunda da mega paraları çeker. Oysa en altta kalan büyük çoğunluk kira ve maaş ödemek için büyük mücadele verir.

Profesyonel kulüpler, ‘futbol’ denen bu oyunu oynarlar, ama aralarındaki tek ortak payda maçtır... İşin aslına bakılırsa, farklı dünyalarda az sayıdaki bir grup ile çok sayıdaki bir grup faaliyet gösterir. Bir bütün olarak futbol da, spor da, hepimizin içinde olduğu veya ‘hayat’ dediğimiz oyun da, hepsi global ekonomik sistemin oluşturduğu büyük hologramın içindeki küçük hologramlardır. Yani futbol da; mega zengin grup ile yoksullukla mücadele eden insan kitleleri arasındaki ortak payda durumunda...

İngiltere ve Avrupa’da haftada 159.000 dolar kazanan futbolcular var, hatta bazılarının kazancı 318.000 doları bile bulur. Buna ürün reklamından aldıkları paralar dahil değildir. Örneğin Barcelona oyuncusu Lionel Messi’nin yıllık kazancının 48 milyon dolar olduğu belirlenmiştir.


Aslında hepsi oldukça hızlı bir şekilde gelişti denilebilir. 1992’de, İngiliz Birinci Lig’inde önde gelen oyunculara yüzde 1500’den fazla ödeme yapılırken, aynı dönem işçilere yapılan ücret artışı yüzde 186 idi.

Futbol severlerin bu anormal ücretleri alan futbolcuları izlemeleri için gereken ücret ise yüzde bin oranında arttı ve artık futbol maçları için TV aboneliği yüzde binlerle ölçülüyor. Futbol kulüpleri veya televizyon şirketleri açısından hiç sorun yok, çünkü futbol severler tam sağılması gereken para inekleri olarak görülüyorlar. ‘Hayat’ta olduğu gibi herşey futbolda da aynı.

Dünya futbol devleri’ne ödenen ücretler on milyonlarla ölçülürken, en pahalı oyuncu, 127 milyon dolar ile Manchester United’dan Real Madrid’e transfer olan Cristiano Ronaldo.
Amerika’nın milli futbol ligindeki as oyuncular, ayrıca golfçüler, tenisçiler, basketbolcular, Formula 1 yarışçıları ve daha niceleri, hepsi mutlaka üstün başarılar çıkarıyorlar, ama içi hava dolu bir topa, belirli bir strateji ile vursa bile bir futbolcu ile, bir kaza anındaki yaralıların hayatını kurtaran veya alev alev yanmakta olan bir binadakileri kurtarmak için kendi hayatını tehlikeye atan bir itfaiyeci kıyaslanabilir mi?

Bir yaşam biçimi olarak hayatlarımızda bu kadar önemle yer alan futbol gibi, bir sağlık görevlisi veya itfaiyeci ile, aslında var olmayan parayı halka kredi diye verip bir de üstüne faiz uygulayan ve servetlerini trilyonlarla ölçen global bankerler arasında da kıyaslama yapılamaz.

Asla ‘herkesin geliri aynı olmalı’ demiyorum. İşin aslına bakılırsa, herkesin gelirinin aynı olması en başta - kendileri dışında kalmak şartıyla – ‘kabal’ın en büyük arzusu.

Doğal olarak gayret ve başarı hep teşvik edilmeli. Enerji dışarı = enerji içeri. Asıl mesele, gayret ve başarının nasıl sağlanacağı? Gol atmak, bir hayat kurtarmak için kendini tehlikeye atmaktan daha önemli olabilir mi? Bir insanın hayatı, bir futbol skorundan daha önemli değil midir? Elbette, bir sağlık görevlisi veya itfaiyecinin yaptıkları hiç kuşkusuz bir futbolcunun gol atmasından çok daha önemlidir, ama gelin görün ki finansal dağılım hiç de adil değil.

Bunun için de bir neden var. Toplumda hayat kurtarma gibi bir iş yaptığınız veya topluma hizmet ettiğiniz zaman, bunlar bilançoda ‘gider’ olarak değerlendiriliyor. Onların ücretleri, Amerikan tıp sistemini finanse eden sigorta şirketleri veya devlet tarafından ödeniyor. Amaç, işletme masraflarını ve sigorta maliyetlerini düşükte tutarak halka daha ağır vergiler ve sigorta primleri ödetmek. Futbolcular ve diğer sporcular bilançonun ‘artı’ tarafındalar, çünkü sağlık personeline ve itfaiyecileri finanse eden de, maçlara bileti almak için kalabalıklar oluşturan da aynı halk. Büyük kulüpler spor karşılaşmaları için televizyon sözleşmeleri yapıyor, ürünlerini satmak için de büyük şirketlerden büyük kazançlı sponsorluklar sağlıyorlar, ama diğer yanda zavallı halk bir yandan TV aboneliğini, bir yandan sponsorluk ürünlerini satın alıyor, diğer yandan da vergi ve sigorta yoluyla sağlık personeli ile itfaiyecileri besliyor.

Futbolcuların ve hayat kurtaranların geliri aynı kaynaktan, yani halktan sağlanıyor, ama o paranın dağılımını ‘elit’ kesim tayin ediyor! Onlar açısından futbolcular daha önemli, çünkü onlar, bu ‘oyun’u oynayan şirketlere muazzam kazançlar sağlıyorlar. Ve aynı ‘elit’ kesim dünyanın canına okurken, halkın dikkati de sürekli olarak futbolun üzerinde tutuluyor.

Hükümetin ne yaptığını gördün mü?”
Bırak şimdi hükümeti, şimdi bir penaltı aldık.”

Futbolcular, ‘elit’ kesim için çok önemli, çünkü tamamen onların amacına hizmet ediyorlar. Sağlık personeli ve itfaiyeciler hayat kurtarıyormuş da ne oluyormuş yani? Kurtarmayıversinler, zaten bütün amaç da nüfusun azaltılması değil mi?

Bir insan hayatının kurtarılması para ile ölçülemez. Ne var ki, bu son derece asap bozucu ve bu, zaman zaman şoke edici işi yapanlar için adil bir bedel sağlanamazken, milyonlarca kişi bir maç için bir araya geliyor ve halkın üzerine, aslında var olmayan paraya anormal faizler bindiren kişilere trilyonlar yağdırılıyor. Ne yazık ki insan toplumundaki değerler müthiş bir yozlaşma içinde ve futbol da bunun için pek yerinde bir örnek...

Peki, birkaç ay boyunca greve gitseler kime daha çok ihtiyacımız olur, sağlık görevlileri ve itfaiyecilere mi, çöp toplayanlara mı, yoksa futbolculara mı? Bunu hiç düşünmüş müydünüz, ya, işte böyle...

Eskiden ben de profesyonel futbolcuydum ve en temel ücretim haftada 33 Pound idi. 21 yaşındayken artirit hastalığım nedeniyle futbol hayatım bitmeden kısa bir süre önce, başarılı olduğumuz takdirde sonraki sezonda ücretlerimizin arttılacağını söylemişlerdi. Gerçekten de başarılı olduk ve ücretlerimiz haftada 33 Pound’a yükseltildi. O zaman o kadar parayla ne yapacağımı bilememiştim.

Bugün hala profesyonel kulüplerde futbolcular, üst düzey yöneticilerden daha az kazanıyorlar, çünkü ‘büyük’ lerin sponsorluk ve katılım sağlama güçlerine sahip değiller. Bu kulüpler, devlerin daha da devleşmelerini sağlayan bir rekabet yaratıyorlar.

Peki as kulüpler bunu takdir ediyorlar mı? Hayır. Daha önemsiz kulüpler ayakta kalmak için mücadele ederlerken, onlar televizyon kontratlarından aldıkları muazzam miktardaki paraları tüketiyorlar. İnsan toplumu onlar için oyuncak gibi. Bu oyuncakların durumu onların hiç umurunda değil, üstelik de zaten sadece o oyuncağı bozmak için uğraşıyorlar! Banker ve şirketlere şöyle bir bakın...
Futbol ve diğer sporlar, birçok açıdan hayatın aynası gibiler. Spor yapmak sağlık ve zihinsel ve duygusal gelişim sağlayan çok yararlı birşeydir, çünkü sporla son derece yoğun deneyimler yaşanır. Genel olarak hayatta günler, haftalar veya aylar süren zihinsel ve duygusal iniş ve çıkışlar, sporda dakikalar veya saniyeler sürer.

Zafer ve yenilgi gibi iki aldatıcı duyguyu öğrenirsiniz. Spor deneyiminiz sırasında bunları tayin eden etkenlerin - doğru olarak kullanıldıkları takdirde - sizi büyük bir hızla geliştirebileceğini anlarsınız. Ben de kesinlikle spordan ve spor yapmaktan yanayım, ama profesyonel spor oldukça farklı bir alan ve ‘kabal’ için, sadece insanların odaklanmasını ve ilgisini saptırmak, sonra da bölüp yönetmek için başka bir araç o kadar.

Bana göre ‘kabal’ın önde gelen kuklalarından Carl Marx’ın doğru söylediği pek birşey yok, ama dinin kitleler için uyuşturucu bir etkisi olduğunu söylerken bir bakıma haklıymış, çünkü profesyonel spor da konvansiyonel din gibi oldu, kitleleri uyuşturmak için kullanılıyor. Bu, son derece sistematik bir şekilde gerçekleştirildi ve ‘kabal’ın kendi metinlerinden de anlaşıldığı üzere, çok uzun zaman öncesinden planlanmış.

Plan, konvansiyonel dinin zayııflayan gücü yerine bir dizi yeni din koymak. Bunlara şirket medyası aracılığı ile ünlülere tapması sağlanan potansiyel halkın, bütün TV programlarını ve dedikodu dergilerini kapsayan tuhaf dinleri de dahil... Ama spor, özellikle de futbol bütün yeni dinlerin en ‘baba’ olanı olup eski Roma’daki kalabalıkların, gladyatörlerle ve aslanlara odaklandığı kolosiumların veya stadyumların global bir versiyonu haline geldi. Aynı şekilde Roma Katolik Kilisesinin şarap ile ekmek yeme ayininde de hala sembolik olarak çiğ et yerine ekmek, kan yerine de şarap içiliyor. Ne de olsa gerçeğinin daha sağlıklı bir versiyonu, değil mi?

Romalı şair ve hicivci Juvenal (M.S.55-127) şöyle demiş: Zaten uzun zamandır halk bize görevden el çektirdi; bir zamanlar ordu, yüksek sivil makamlar,lejyonlar- şimdi herşey durdu ve herkes büyük bir hevesle sadece iki şeyin peşinde: ekmek ve ‘sirk’ler.

Eski Roma’daki ekmek ve sirklerin yerini şimdi bira ve futbol almış durumda. Hobi ve zaman geçirmek açısından bunda yanlış olan hiçbirşey yok. Maç izlemeyi ben de severim, ama hayatın odak noktası haline getirilince, o zaman az sayıdaki grubun, çok sayıdaki grubun zihnini kolaylıkla tuzağa düşürebileceği bir araç haline geliyor.

İnsanlar onlarca yıl boyunca kendilerine hiç hissettirmeden yaklaşmış olan bankacılık tuzağına da, deyim yerindeyse, ancak gözlerini toptan ayırınca düştüklerini anlıyorlar, çünkü gözleri topa dikili haldeyken bankacılık sisteminde neler olduğuna hiç aldırmamış, hatta umursamamış bile oluyorlar... Gelgelelim, göz ile top arasında bir bağlantı olduğu sürece kapıda hep bekleyen bir felaket vardır, zaten 2008 sonbaharında da aynı şey oldu ve çoğu kişi için sonuç kötü oldu.

Bir futbol fanatiğinin zihninde hep kulübün başarısı vardır, yani ‘benim hayatım iyi olduğu sürece başka bir şey umurumda değil’ zihniyeti. İşte zaten bu zihniyet yüzünden bankalar ve şirketler dünyayı ele geçiriyor, ‘mega zengin’ banka ve şirket sahipleri ve trilyonerler ise, eskiden halka ait olan futbol kulüplerinin sahibi oluyorlar.

Önde gelen İngiliz futbol kulüpleri, tek tek denizaşırı ülkelerdeki trilyonerler tarafından satın alınıyor. Abu Dahbi ve petrol reservlerini kendi derebeyliği ve bankamatiği gibi kullanan kraliyet ailesinden Şeyh Mansur bin Zayed Al Nahyan bunlardan birisi. Ailenin serveti tahminen 560 trilyon poundu geçiyor. Mansur, Manchester City takımını satın aldı ve maaşlar, transferler ve 350 milyon poundluk borcu sildirmek için kulübe yüz milyonlar pompaladı. Bu da oyunu ve maliyetleri yozlaştırdı, futbolun ‘seçkin’leri ile halk arasındaki arayı iyice açtı.

Manchester City’nin önceki sahibi ise, bir dolandırıcı olan Tayland’ın eski Başbakanı Tahsin Shinavatra idi. 2006’da yolsuzluk, ihanet, hizip, basını susturma, vergi kaçırma ve Tayland şirketlerini uluslararası yatırımcılara satma iddiaları ile görevden alınmıştı, ama her nasılsa İngiltere’deki futbol otoriteleri ise onun bir futbol kulübünün sahibi olmasında mahsur görmediler. Peki futbolseverler onun geçmişiyle ilgilendiler mi? Hayır. Çoğunluk hiç umursamadı bile, çünkü önemli olan onun kulüplerine maçlarda başarı getirmesiydi.

Aynı şey Londra Chelsea kulübünün başına geldi. Chelsea’yi de Boris Yeltsin zamanında siyasetçiyken Rus halkının servetini gasp ederek petrol zengini olmuş olan Rus trilyoner Roman Abramoviç satın aldı. Peki Chelsea taraftarlarının umurunda olmuş muydu? Şimdi umurlarında mı? Hayır. Chelsea maçlarda başarı gösterdiği sürece hayır. İşte bunun nedeni de, bizi gırtlağımıza kadar bu kollektif karmaşanın içine sokan da hep, ‘ben, ben, ben’ zihniyetine sahip bir toplum oluşumuz.

Manchester United kulübünün sahipleri ise Amerikalı Glazer Ailesi. Önceleri kulübü almak için paraları yoktu, sonra bankalardan borç alarak satın alıp, eskiden hiç borcu olmayan United’ı yarım trilyon Pound’luk borca batırdılar. Eğer takım sahada başarılı olmasaydı sonuç felaket olurdu. Kulübün geleceği açısından yeni oyuncular almaları gerektiği için Manchester United’ın taraftarları şimdi endişeliler. Bu durum şimdi onları da etkiliyor, ama uzak durarak ağırlıklarını koymak yerine hala uslu uslu her hafta maçlara gidiyorlar. ‘Kabal’ genel olarak insanları TV, alkol, uyuşturucu, ünlü hayranlığı gibi unsurlarla tuzakta tutarken, futbol severler de futbol bağımlılığı tuzağından bir türlü kurtulamıyorlar.

Glazer ailesinin ne futbol, ne de Manchester United umurunda... Onlar sadece para peşindeler. Manchester United, taraftarı için hayati önem taşısa da, onlar için sadece bir ticari mal.

Manchester United 1879’de ‘Newton Heath Football Club’ olarak kurulmuş ve 1910’dan beri de yurdu Old Trafford. Bu kulübü yöre halkı, nesillerden beri fanatizmi ve parası ile ayakta tutmuş. Ancak kulübün, büyük başarıları kadar trajedileri de var. Ne yazık ki, 1958 yılında Münih havaalanından kalkış yaparken düşen uçakta bütün takım elemanlarını kaybetmişler.

Bunların hiçbirisi sadece birer futbol kulübünden ibaret değil. Kraliçe Victoria tahta geçtiğinden beri bütün diğerleri gibi futbol da toplumun dokusuna ince ince işlenmiş. Ama bütün bu takım elbiseli veya şık elbiseli ‘ben, ben, ben’ler onları birer kumbara olarak veya paralarının hesabını ölçmek için kullanıyorlar.

-“Benim Manchester United’ım var.”
-“Öyle mi, nedir o?”
-“Bilmem, İngiltere’de bir yerlerde galiba”.

Peki burada sorumluluk kimde? Tabii ki taraftarda, çünkü küçücük ‘elit’ grup dünyayı ele geçirirken büyük grup hep seyirci kalıyor, o zaman tabii ki küçük grup da, ‘halkın oyunu’ olması gereken futbolun sahibi oluyor. Zaten futbolun yapısı da aynen bu görüntüye uyuyor; 22 oyuncu sahada yer alırken, onbinlerce kişi onları seyrediyor. Yani ‘oyun’u oynayan birkaç kişi, oysa izleyen milyonlarca kişi...

-“Haberlerde Libya’yı bombaladıklarını gördüm, sanırım NATO 5-0 galip gelir, Kaddafi’nin savunması zayıf...”

İş işten geçmeden, artık hayatın izleyicileri olmaktan çıkıp oyuncuları olmamızda yarar var. Bir kez daha hayat ile futbol arasındaki paralelliklere bir göz atacak olursak, staddaki 22 oyuncunun servet kazandığını, çünkü taraftarların bilet, TV aboneliği ve çeşitli kulüp ürünlerini satın aldıklarını görürüz, oysa izleyiciler bunu yapmaya son verdikleri anda onların gücü bir ay bile sürmez, herşey değişir.

Büyük kulüplerin topu topu 90 dakika süren maç biletleri, 25-80 Pound arasında değişen anormal fiyatlarda satılıp, bu miktarlar oyunculara ücret olarak dönüyor. İnsanlar kendilerinin istismar edilmelerine izin vermezlerse herşey değişir. Hepsi buna bağlı. Ne yazık ki çoğunlukla böyle yapmıyoruz - tıpkı futbol taraftarları gibi.

Futbol ve diğer takım sporları, insan genetiğindeki ‘kabile programları’na tam uyuyor. İnsanların kabileler halinde yaşadıkları zamanlar çok uzaklarda kalmadı, hatta hala var denilebilir. Sadece şimdi, farklı adlar kullanılıyor o kadar.

Bir zoolog ve futbolsever olan Desmond Morris, 1981’de basılmış olan ‘Futbol Kabileleri’ adlı kitabında, futbol kulüplerinin kabile gibi yapısını ve onları çevreleyen ortamı tarif ediyor. Bu kitap, futbol ve medya alemindeki çok kişi tarafından ciddiye alınmadı, hatta alay edildi, ama tabii bu onların anlayamayacağı kadar derin, çok anlamlı ve son derece doğru...
Futbol kabilelerinin kampları ve kendi bölgeleri vardır. Liderleri ve savaşçıları, diğer kabilelerle savaşa/deplasmana giderler. Mızrak ve ok yerine ayaklarını ve kafalarını kullanırlar, ama tema aynıdır. Düşman kabilenin sayı almasını engellemek için de sayı yapan kendi kahramanları vardır.

İlgili kabileler arasında en büyük mücadele kendilerine en yakın olanlar ile yapılır, aynı bölgede yaşayan kabileler hep birbirini yok etmeye çalışır. İşte futbol kabileleri arasında da en büyük nefret ve acımasızlık, kendilerine en yakın olan rakip kulüple ‘derbi maç’larında yer alır. Örnek; Manchster United taraftarları için birkaç kilometre ötedeki Manchester City ile maç yapmaktan daha önemli birşey yoktur. Aynı şey Liverpool ve Everton için de söz konusudur. Araları yürüyüş mesafesinde, yani arada sadece bir park vardır. Tottenham ve Arsenal da Londra’nın kuzeyinde birbirlerine çok yakın konumdadır. Portsmouth ve Southampton futbol kulüpleri, benim evimden az uzakta, ama aralarındaki nefretin büyüklüğüne inanmanız için görmeniz lazım... Allah aşkına bu sadece bir maç, bir oyun, ama taraftarlar olayı, sanki kabileleri arasında bir savaş varmış gibi görüyorlar...

Portsmouth taraftarları, Southampton taraftarlarına İngiliz argosunda ‘scummer/southampton’lu diyorlar. Portsmouth’lu taraftarlar için ise pek de zarif bir anlama gelmeyen farklı bir isim takılmış. Yukarıdaki tablo yeterince bir fikir veriyordur...
Kabilenin öfkesi, kulüpleri başarılı olmayınca iyice doruğa tırmanır. O zaman takım yöneticisine düşman olur ve çok rahatsızlık verirler. Başarılı olan bir kulübün taraftarları ise, kendileri topa tek bir tekme bile atmamış olsalar da takımlarının zaferi ile sarhoş olurlar.

Bir takımın stadına tarafsız olarak gidip, çok kolay bir şekilde o takımın renklerini içeren atkı veya şapkasını takarak hemen bir taraftar olabilirsiniz. Boynunuzda veya başınızda o takımın renklerini taşırsanız, rakip takıma göre hemen ‘onlar’dan birisi olursunuz.

Bir takım için iyi oynarsanız onların kahramanı olursunuz, ama ola ki başka bir kulübe transfer oldunuz, o zaman derhal bir hain ilan edilirsiniz veya yeni takımınızla birlikte eskiden mensubu olduğunuz evinizin takımı ile maç yapmak için oraya dönerseniz, ayağınızın topa her değişinde yuhalanırsınız.

Aynı zihniyet şöyle de kendini gösterir; bir futbolcu kendi kulübü için maç yaparken rakip takım taraftarları tarafından yuhalanır, ama uluslararası bir maçta İngiltere için oynuyorsa, aynı taraftarlar tarafından desteklenir, çünkü milli takım bütün kabileleri ‘tek’ olarak temsil eder. Bu biraz kralların kralına tezahürat göstermek gibi birşey oluyor – yani ‘bir grup kabile’yi temsil etmek için kollektif olarak tahta getirilmiş olan kişi oluyorsunuz...


Kabile kostümleri ve İngiliz kabilesinin suratları

Bütün bunlar ‘kabal’ın pek hoşuna gider, çünkü böylelikle dağınık durumda bir karar mekanizması olan kabile içgüdülerini, kabileleri küçültmeden de bölüp yönetmek üzere kullanabilir. Kulübün sahibi/diktatör, kulüpte sözü geçenlere talimat verir, kabile mensupları da hemen biletleri ve bir örnek tişörtleri satın alırlar.

Avrupa’da futbol, her ülkeden birkaç as takımın öne çıkıp sadece birbirleriyle maç yapacağı bir süper lige doğru yol alıyor. ‘Elit’ grup paraları götürürken, onlar kaderlerine terk edilecekler. Anlaşılan futbol da kendine göre küreselleşiyor.

Hala çok sayıda grup, az sayıdaki grubun eline güç veriyor ve hoşça bir vakit geçirme aracı olan futbol, bir çeşit dinsel ve kabile odaklı birşey olup çıkıyor. Öyle örnekler var ki, insanlar fena halde hırslanıp şiddete bile başvuruyorlar, hem de hiç değmeyecek birşey için. Ancak ne yazık ki hep değeceğine inanmak üzere programlanmışız.

Manchester United, Manchester City’yi veya Manchester City, Manchester United’ı yenmiş. Ne olmuş? Kırmızı formalı takım, mavi formalı takıma gol atarken bunu izlemek eğlenceli olabilir, peki ama ne önemi var? Bazı insanlar mavi formalıları değil de kırmızı formalıları seyretmeyi tercih ettikleri için neden onlardan bu kadar nefret edilsin? Allah aşkına bunun ne gibi bir önemi olabilir?

Derin bir nefes alın ve bir adım geri çekilip bir bakın bakalım.. Şimdi görüyor musunuz, hiçbir önemi yok, zaten olamaz da...

Futbol, spor, TV ve ünlülerin hayatları hep bizlerin, bütün noktaların nasıl birleştiğini görmemize engel olmak için oyalama taktikleri. Başka bir deyişle, adam elinde vurmak üzere sineklikle beklerken, bütün bu unsurlar, pervane ve sinekleri kendine çeken meşalenin ışığı gibiler.

Söyler misiniz, sadece içi hava dolu bir top yüzünden bile kitleler nefretle bu şekilde bölünürken insanlık nasıl bir araya gelecek? Kimbilir ‘Kabal’, halimize ne kadar çok gülüyordur...

Hala dünyada aslında neler olduğu gerçeğiyle yüzleşmeyecek miyiz? Hala inkar edip kaçmayı sürdürecek miyiz? Korkarım kafalar kumdan, kaideler kanepeden kalkmadığı sürece, yakında kaçacak yer de kalmayacak!

Paylaşım