25 Mart 2014 Salı

Gerçek'in Titreşimleri - XXXIII

AVATAR: Dünya’nın tarihi... Ama filmde insanlarla Na’vi’ler ters konumda.

David Icke’ın 2010 yılında yazmış olduğu bir makale...

Sinemaya pek gitmem, ama James Cameron’un bol bol reklamı yapılmış olan ‘Avatar’ filmini izlemeye gittim. İyi ki de gitmişim. Çok beğendim, animasyon ve özel efektler harikaydı, ama ilgimi en çok, tarafların yeri tam ters bir konumda olsa da, temel olarak dünyada neler olduğunu çok güzel anlatıyor olması çekti...
Hikaye 2154’de yer alıyor ve bir gaz devi olan Polyhemus’un ‘ay’ı, Alfa Centauri A’nın yörüngesindeki Pandora’da yaşayan mavi derili ve aslan burunlu insanları anlatıyor. Pandora halkı, çevresi ile muhteşem bir uyum içerisinde yaşıyor ve herşeyin ‘Tek’ bilince bağlı olduğunu biliyor.
Pandora’daki ağaçlar ve bitkisel yaşam ile bütün gezegeni kaplayan ‘beyin’ veya ‘bilinç’e bağlı nöron görevi yapan kökler arasında çok güçlü bir elektro-kimyasal bağlantı var. Yani, ‘Na’vi’ adındaki mavi insanların, bitki ve ağaçlar aracılığı ile ‘Bütün’e bağlanmalarını sağlayan kök bağlantıları bulunuyor. Ancak birden, çok gelişmiş teknolojileri olan ‘insanlar’ bu gezegeni istila ediyorlar. Onlar, son derece değerli olan ‘unobtainium/anobtayinyum’ madenini isteyen RDA şirketinin yöneticileri ve askerleri... ( ‘Anobtayinyum’un sözlük anlamı: son derece az bulunan, çok pahalı ve belirli bir uygulama için kullanılan söz, mizahi bir konuşma dili sözcüğü).
İnsanlar, kendilerini Pandora’nın zehirli atmosferinden korumak için koruyucu özellikleri olan bir üs kurmuşlar. ‘Üs’ün dışında veya uçan araçlarının içinde olmadıkları zamanlarda nefes almak için kesinlikle maske kullanmak zorundalar. Bazıları ise, insanların üstün teknolojileri sayesinde ve tabii ki manipülasyon amacıyla, genetiği ile oynanmış Na’vi bedenlerine girebiliyorlar.
Eskiden bir deniz piyadesi olan Jake Sully’nin kaybetmiş olduğu erkek kardeşi için üretilmiş olan bir Na’vi bedeni var ve kendisi de bunun için uygun genetik özellikler taşıdığı için o ‘Na’vi beden’ine girmeye razı oluyor. Bu ‘insan-Na’vi- DNA hibridleri’ne ‘Avatar’ deniyor.
Bir süre sonra Jake, onların yaşamını iyice benimsiyor ve bir Na’vi kadınına aşık oluyor. İnsanların işgal için gelmiş oldukları, yoğun anobtayinyum madeninin üzerinde bulunan Na’vi komün yurdunu tahrip etmelerine engel olamıyor, ama Pandora’yı insanlardan kurtarmak için bir savaşa giriyor.
Büyük bir içtenlikle söyleyebilirim ki, sinemaya gitmeden önce konu ile ilgili olarak, James Cameron’un çok ses getiren yeni filmi olmasının dışında hiçbir bilgim yoktu. Sadece gitmem çok gerekliymiş gibi birşey hissetmiştim. Zaten film başlayınca da konunun, yıllardan beri kitaplarımda ve konuşmalarımda söz ettiğim ‘Dünya’nın ve insanların ‘Sürüngen’ ırk tarafından nasıl ele geçirilmiş olduğu konusuna ne kadar benzediğini farkettim.
Son aylarda önüme gelen birçok yeni bilgi sayesinde, 2010 bahar aylarında çıkacak olan ‘İnsanoğlu Artık Dizlerinin Üzerinden Kalk’ adlı kitabımda bu konuyu oldukça ayrıntılı bir şekilde ele almıştım. Şimdi bu konuda bölük pörçük bilgiler vermek istemiyorum, çünkü bilginin, bütün noktaların birleştirilmiş olduğu şekliyle bir bütün olarak tek bir seferde edinilmesinde yarar görüyorum. Tabii ki James Cameron da aynı şeyi ifade etmek istemiş olabilir mi orasını bilemem, ama bence bu Avatar hikayesi aynen ‘Sürüngen’ işgalini kapsıyor.
Ancak bunu görebilmek için önce senaryodaki rolleri değiştirmeniz lazım. Na’vi halkı, çağlar önce dünyada yaşamış olan insanları, anobtayinyum madenini almak üzere Pandora gezegenini işgal eden insanlar da ‘Sürüngenler’i sembolize ediyorlar.
Bugün Irak denen bölgede keşfedilmiş olan eski Sümer kil tabletlerinde, insan olmayan ‘Annunaki’ ırkının Afrika’daki altın madeni için dünyaya gelip köle işçi olarak çalıştırmak üzere insanların genetiklerini değiştirmiş olduğundan söz ediliyor. Bu arada Afrika’da 100.000 yıl önce altın madenleri olduğuna dair kanıtlar bulunmuş olduğunu da belirtmekte yarar var.
Afrika’daki Zulu efsaneleri de aynı konuyu destekliyor, dünyanın dört bir tarafından elde edilmiş olan bilgilerde de hep, bir zamanlar dünyanın bolluk-bereket içerisinde olduğu, herkesin herşeyle büyük bir uyum içinde yaşadığı bir ‘Altın Çağ’dan söz ediliyor. Bu bilgilere göre o zamanlar açlık ve yoksulluk yokmuş, çünkü dünyanın büyük bir çoğunluğunu kaplayan ormanlar ve bereketli toprak sayesinde insanlar bolluk içinde yaşıyorlarmış. Dünyanın ekseni de farklı olduğu için mevsimler yokmuş, iklim hep ‘aynı’ imiş...
Afrika’daki Zulu efsanelerine göre, atmosferin yüksek katlarında, insanları güneşin zararlı ışınlarından koruyan bir su kubbesi varmış. Sonuç olarak dünyada çöl değil, bol su bulunuyormuş. Sonra Sürüngen ırk gelip dünyada jeolojik ve biyolojik felaketlere neden olmuş. Kitabımda bunun açıklamalarını ayrıntılı olarak yapmış bulunuyorum, benim irdelediğim konulara yeni olan okuyucular şoke edici bulabilirler...
Su kubbesinin yok edilişi, İncil’de 40 gün 40 gece yağan bir yağmur şeklinde sembolize ediliyor. Dünya ekseninden kayıyor, dolayısıyla güneş ile bağlantı değişiyor, dört mevsim başlıyor.
Önce dünyanın iklimi, bununla bağlantılı olarak da insanların hayatı değişiyor. Ormanlar kaybediliyor, çöller oluşmaya başlıyor. Birçok bölgede gıda kaynakları kuruyor, insanlar açısından yaşanması güç bir hayat başlıyor. Ardından ‘Sürüngen’ genetikçiler, kendilerine hizmet edecek yeni bir insan yaratıyorlar. İnsan beyninin kapasitesi milyonlarca yıl boyunca gelişirken, 200.000 yıl öncesine kadar olan zamanda birdenbire durup gerilemeye başlıyor, bu oldukça dikkat çekici bir durum. Hem de nasılsa bu, tam da insanların şimdi benzedikleri halin başlangıcı olan aynı zamana denk geliyor.
Avatar filminin hikayesinde de; genetik olarak yaratılmış, tıpkı Na’vi’lere benzeyen Na’vi insan hibridler var. Bunlar hep Na’vi halkının arasına karışıyorlar. İşte yıllardan beri benim anlatmaya çalıştığım gibi dünyada da hep, sürüngen ırkın sürüngen-insan hibridleri yer almış... Global gizli cemiyetler ağını yöneten bu soy, bu yolla hükümetleri, bankaları, şirketleri, medyayı, orduyu ve eğitimi, herşeyi yönetiyor.
Korpus kallosum’ aracılığıyla, bilginin sol tarafa gitmesini baskılama şeklinde insanların ‘sağ beyin’ faaliyetlerini veya en azından farkındalıklarını kontrol altında tutuyor olmaları son derece önemli bir nokta, çünkü beyinin iki yarım küresi, realiteyi tamamen farklı şekilde algılıyor. İşin ilginç yanı da, ‘Avatar’ filminde mavi insan Na’vi’ler ile dünya insanları arasındaki algılama farkının tam olarak vurgulanmış olması...
Beynimizin sağ yarım küresi bizi, herşeyin ‘Tek’ olarak deneyimlendiği, beş duyunun ve ‘görünen ışık’ın ötesindeki sonsuz aleme bağlıyor. Filmdeki Na’vi halkı da, herşeyin birbirine bağlı olduğunu anlayan veya bilen sağ beyin realitesini temsil ediyor.
Jill Bolte Taylor, Amerikalı bir nörolog. Yürüyüş bandında spor yaparken bir beyin kanaması geçirmiş ve beyine egemen sol tarafının fonksiyonunu kaybetmesi üzerine, tam bir sağ beyin deneyimi yaşamış. Şöyle anlatıyor;
...sanki normal realiteyi algılarken bilincimde bir değişme olmuş gibiydi. Yürüyüş bandında o realiteyi deneyimlerken, başka bir yerden kendimi izliyormuşum gibi hissediyordum. Koluma baktığımda artık gövdemin sınırlarını tanıyamıyormuş gibiydim. Nerede başladığımı, nerede bittiğimi anlayamıyordum, çünkü kolumdaki atom ve moleküller, duvarın atom ve moleküllerine karışmıştı. Saptayabildiğim tek şey enerjiydi. Enerji...Kendi kendime sordum; ‘Bana neler oluyor?’”
... önce kendimi sessiz bir zihnin içinde bulunca şoke oldum, ama sonra birden bire enerjiyle çevrelendim. Gövdemin sınırlarını tanımlayamadığım için sonsuz ve alabildiğine sınırsız gibiydim. O enerjiyle bütünleşmiştim ve bu muhteşem birşeydi.”
İşte realite duygumuza egemen olan sol beyin aracılığı ile bizi beş duyu alemine hapsetmiş olan tek düze alemin, ‘sınırsız’ olduğu zamanki hali aynen böyle... Sol beyin hep dil, yapı, mantık ve genelde fiziksel olanı algılayan bu dünyanın, bu alemin realitesini sunuyor. Sol beyin, geçmişten geleceğe geçiş yapar gibi algılanan zaman illüzyonunu vermek için de realitemizin enerji dokusuna şifrelenmiş olan bilgiyi deşifre ediyor, oysa sağ beyin, var olanın sadece ebedi ‘şimdi’ olduğunu biliyor.
Sol yarım küre, özellikle ‘akademisyen’ ve ‘eğitim’ denen sosis makinasının yüksek seviyelerinden geçmiş olanlara egemen oluyor. Bütün global politik ve ekonomik sistem, sol beyin realitesine hapsolmuş olan koyu renk takım elbiseli kişilerce yürütülüyor. Bu nedenle bir ‘sol beyin toplumu’nda yaşıyoruz. Dolayısıyla sağ beyin algılaması da hep kınanıp, ‘deli’ olarak nitelendiriliyor.
Avatar’daki insan işgalciler de tamamen sol beyin egemenliğini temsil ediyor. Na’vi halkının, hayvanlar, ağaçlar ve bitkilerle karşılıklı saygıları ve birbiriyle son derece uyumlu olan bağlantıları onların umurunda bile değil. İnsanların fiziksel gerçekliği sadece ‘gör-iste-al’ felsefesine dayalı olduğu için tam bir ‘bölünmüş’ lüğü temsil ediyor. İsterseniz biraz ‘anobtayinyum’dan buyrun... Bu, ihtiyaç kaynağınızın üzerinde yaşayanların yurdunu ve hayatını yok etme anlamına gelse bile, ne önemi olabilir ki? Onlar sadece ilkel savaşçılar, insanlar da sadece ormanı yok ediyorlar, fazla önemli birşey değil...
Sol beyin zihniyetinin; insan, ağaç, bitki veya hayvan olsun, başkalarını olumsuz etkileyecek sonuçları düşünmek gibi bir empatisi hiç yoktur. Sol beyin mahkumları, herşeyi ‘kişi’ olarak, arada mesafeler varmış gibi algılarlar, oysa sağ beyin arada bir mesafe olmadığını, herşeyin, hepimizi birbirine bağlayan tek bir enerji alanı olduğunu’ bil’ir...
Bütün ‘ayrı kişiler’ formundaki algılamalar arasında empati sağlayan işte bu ‘birbirimizle bağlantıda olma duygusu’... Bu duygu, aşırı tepki ve hareket etmeyi engelleyici bir emniyet mekanizması görevi yapıyor. Empati olmazsa hapı yutarız. ‘Sürüngen’ manipülasyonu, bizi sağ beyin realitesinden a) yüksek seviyelerdeki farkındalığa ulaşmamızı engellemek için b) empati duygumuzu bastırmak için koparmak istiyor.
Bunu Gazze Şeridi’ndeki sivil bölgelere bomba atıp füze gönderen ordu mensuplarında net bir şekilde görebiliyoruz. Onlar; büyük çapta ölüm, hasar ve acılara neden olurlarken, hiçbir şekilde empati duymuyorlar.
İnsanlar bir kez empati duygusundan yoksun kalırlarsa, hiçbir acıma duygusu olmayan robotsu makinalar haline gelirler. Zaten artık ordular da tam buna göre tasarlanıyorlar. Koyu renk takım elbiseli yüksek görevliler, kendi ceplerini doldurmak için özellikle Afrika’dakiler gibi birçok hedef ülkede boyuna insanları manipüle edip savaşlar çıkarıyorlar.
Avatar filminde, bazıları hariç bütün insanlar bu durumda. Yani tam bir sol beyin zihniyeti içerisinde hareket ediyorlar. Çok para kazanmak için kaynakları istiyorlar, oysa mavi derili halk o kaynağın üzerinde yaşıyor. Na’vi ‘ler, yurtlarından ayrılmak istemeyince de derhal uçaklarını gönderip onları mahvediyorlar. İngiliz yazar Oscar Wilde’ın dediği gibi; “Sol beyin herşeyin bedelini bilir, ama değerini bilmez”...
Genetik manipülasyon sonucunda insanların çoğu sürüngen kovan aklının adeta terminaline dönüşmüş gibi. Bu konuyu da kitabımda oldukça ayrıntılı bir şekilde ele aldım. Tam planlanmış olduğu gibi insanlar, zihin ve zihniyetleri açısından tamamen onların baskısı altına girmişler. Ne var ki manipülasyonun, sağ beyin realitesine de hala önemli ölçüde bir erişimi var ve insanlığın uyanışı sürdükçe baskı gittikçe daha çok arttırılıyor.
Uyanış’ derken, sadece komplonun farkına varmak , kişinin sağ beyinin kanallarını ‘Sonsuz Bilinç’e açmış olduğu anlamına gelmiyor. Komplo araştırmaları alanında çalışanlarda bile ağırlıklı olarak sol beyin egemen durumda. Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum, benimki sadece bir gözlem, ama baktığınız zaman iyice görülebilen bir gözlem...
Sol beyini ve korpus kallosumu, farkındalığı ve bakış açısını sağ beyin bilgilerine açtığınız zaman kendiniz oluyorsunuz ve realiteniz değişiyor. Global komplonun farkına varmış olan aynı kişi olmadığınızı farkediyorsunuz. Hatta eski siz ile hiç alakanız bile kalmıyor. Oyun, değerler ve kendiniz hakkınızdaki bakış açınız, herşey değişiyor.
Avatar’daki insan işgalciler büyük bir savaş sonrasında Pandora’dan atılıyorlar. Bu tam bir aksiyon filmi, dolayısıyla teknolojik ve biyolojik savaşlar yapılıyor. İnsanlar gelişmiş silahlarını, çevreleri ile son derece uyumlu bir bağlantı içerisinde olan, hayvanlar tarafından desteklenen ve ejderha benzeri yaratıkların üzerinde uçan Na’vi halkının üzerinde kullanmanın gerekli olduğunu düşünüyorlar.
Oysa bizim özgürlüğümüzü kazanmamız için hiç şiddet kullanmamıza gerek yok. Yapmamız gereken tek şey, sağ beynimizi açıp gerçek ve sonsuz potansiyelimize bağlanmamız. Hepsi buna bağlı. Doğrusu manipülatörler, bu bağlantıyı koparmak için pek o kadar da çok uğraşmamışlar,sadece kontrol altında tutmak için biraz unutturmuşlar o kadar... Uyanıp da o müthiş potansiyelimize yeniden kavuşuruz diye ödleri kopuyor!
Sol beyinleri hasar görmüş ve inanılmaz süper insan becerileri göstermeye başlamış kişiler var. Yani bu kişilerin sağ beyinlerindeki kilit açılıyor. Ancak onlar süper insan değiller, sadece bastırılmış olan potansiyelleri güvenlik duvarlarını yıkıyor. Hatta sol beyni hasar görmüş çocuklar bile matematik, bellek ve diğer mucizevi beceriler göstermeye başlıyorlar.
Çoğu hala gelişme problemi, zihinsel gerilik, beyin hasarı yaşamış veya yaşayan ve ‘otistik’ denilen bu çocukların inanılmaz becerileri var. Onlar, sürüngen manipülasyonu yüzünden, çoğu kişinin uykuda olan ‘beyin potansiyeli’ne ulaşıyorlar, ama tabii ki bu durumda ‘sol beyin toplumu’na uyum sağlamaları da zor oluyor.
Bana kalırsa problem, sağ beyin tam anlamıyla açıldığı zaman, sol beyinin ‘gerçek’i algılama devrelerinin çöküp, algılamanın ve enerjinin o seviyesi ile başa çıkamaz hale gelecek olmasıdır.
Stephen Wiltshire olağanüstü becerileri olan İngiliz bir otistik çocukmuş. 1987’de 12 yaşındayken kendisine, BBC’nin bir belgeseli için helikopterle Londra üzerinde bir uçuş yaptırılmış. Gerçi hiç ihtiyacı da olmamış, ama bu gezide not almasına veya fotoğraf çekmesine izin verilmemiş olduğu da özellikle belirtiliyor. 200’den fazla binanın havadan görünüşünü inanılmaz bir başarıyla resmetmiş, oysa otizminden dolayı sayı saymayı bilmezmiş! Hepsini tamamen hafızasında tutarak yapmış. Daha sonra aynı helikopter turunu Roma üzerinde de yaptırmışlar. Stephen’in çalışmalarını www.stephenwiltshire.co.uk.’ da görebilirsiniz.
Daniel Tammet de bir başka İngiliz otistik çocuk. Matematik problemlerini bir bilgisayar hızıyla çözüyor ve son seferinde sayıldığı üzere 7 ayrı dilde konuşabiliyor. İzlanda dilini bir haftada öğrenince öğretmeni onu bir insan değil, bir dahi olarak nitelendirmiş. Oysa tabii ki o bir insan, hem de sürüngenlerin ve hibrid soyun hararetle baskılamaya çalıştıkları insanlardan birisi... Baskılamaya çalışıyorlar, çünkü gerçekte olduğumuzun ‘en az’ oranına bile ulaştığımız takdirde onlar için ‘oyun’un biteceğini çok iyi biliyorlar. Eh, o gün de artık iyice yaklaştı...


Paylaşım