David Icke’tan ‘Gerçek’in Titreşimleri - VI
‘Gerçek’ nedir? Çok boyutlu realite aleminin içine bir kez girdikten sonra, hepimizin kendisini sonsuz şekillerde ifade eden aynı enerji olduğumuz gerçeğinden başka, nihai bir realite olmadığını anlıyorsunuz. Sadece gördüğümüzü sandığımız bir gerçek var. ‘Eğer birşey gerçekse, aksi gerçek olamaz’ düşüncesi içersine hapsedilmişiz. Oysa var. Aynı olayın farklı açılarından geliyor. Örneğin dünya mükemmel değilse, aynı zamanda mükemmel olabilir mi? Evet olabilir. Dünyaya ‘Matriks’ açısından bakarsanız mükemmel olmaktan çok uzak, tabii mükemmellik her ne ise. Üzüntü, istismar, savaş ve acılar var. O halde dünyanın mükemmel olmadığı ‘gerçek’i geçerli ve desteklenebilir, ama eylemlerimizin sonuçları ile yüzleşmezsek, daha üstün bir bilgiye, bilgeliğe ve anlayışa nasıl ulaşırız? Eğer bir çocuk, eylemlerinin sonuçları ile yüzleşmezse, davranışlarını hiç değiştirmez ve hiç farklı seçimler yapmaz, öyle değil mi? ‘Yaratılış’, bizim seçimlerimizin sonuçlarını, daha doğrusu o seçimlerin ardındaki niyetlerimizi önümüze koyuyor. Kısaca bu mükemmel olmayan dünya biz insanların seçimi, yani yönetip yok etmeyi seçenlerin veya oturup onların yönetip kontrol etmesine izin verenlerin, daha kolay bir yol olduğu için olanlara zihnini ve gözünü kapatanların seçimi. ‘Gelişim yolculuğu’ açısından bakılacak olursa, ‘Yaratılış’ bize eylemlerimizin ve eylemsiziliklerimizin sonuçlarını sunuyor, böylece deneyimlememiz gereken her ne ise onu seçerek onu deneyimliyoruz. İki büyük tezat, ama her ikisi de ‘gerçek’. Hayat bir ‘paradoks’tur. İki zıt özelliği vardır, ama değildir de, çünkü bunlar zıtlıklar değil, farklı açılardır. Bunlar çelişki değil, farklı anlayışlardır.
Çoğu zaman söylediklerim ve yaptıklarım nedeniyle çelişkili olmakla itham ediliyorum. Oysa hiç değilim. Bu, insanların bakış açısı. Eğer çok boyutlu bir varlığı tek bir açıdan yargılayacak olursanız, tabii ki çekişkiler görürsünüz. Bir kişinin söylediklerini ve yaptıklarını yargılarken hiç o konuşmaların veya eylemlerin hangi seviyeden veya açıdan geldiğini sorar mıyız? Hayır, çünkü sadece o tek kişiyi görür ve o tek kişiyi yargılarız. Oysa biz çok kişiyiz. Eğer o anda, birşeye Matriks seviyesindeki holografik fiziksel varlığımdan bakıyor veya ona göre hareket ediyorsam, belirli şekilde görürüm, ama varlığımın yüksek seviyelerinden bakacak olursam, aynı olay ve deneyimleri farklı bir ışıkta görürüm. Buna çelişki değil, gözlemlenen seviyenin ‘anlaşılması/idrak edilmesi/farkındalığı’ denir. Genellikle bu realitede neler olduğunu anlatıyorum, oysa tek gerçek bu değil, aynı konu ve hikayeyi birçok başka ‘realite’den de görüyorum. Şimdiye kadar ulaşabilmiş olduğum en yüksek ‘gerçek’, hepsinin kozmik bir oyun oluşudur. Buna da, ‘Sonsuz Sevgi’ diyoruz.
Matriks, bir sinema filmi, biz de oyuncularız. Shakespear’in dediği gibi, ‘Hayat bir sahne, insanlar da sahnedeki oyuncular’dır. Astral manipülatörler olmasa onları yaratmak zorunda kalırdık. Aslında öyle de yaptık. Onlar bizim diğer seviyelerimiz. Onlar, yüzleşmek ve değiştirmek zorunda olduğumuz, bizim sonsuz benliklerimizin bir seviyesi, ya da gerçeklerimizden birisi. Onlardan nefret edersek, kendimizden nefret ediyor oluruz. Onlar, yüzleşmek veya bilmek istemediğimiz veya kendimize itiraf edemediğimiz gölgemiz. Gölge varlığımız bizden saklandıkça manipülatörler de bizden saklanacak ve bizi gölgelerin arasından yönetecekler. Bunu bilir yüzleşebilirsek ortaya çıkacaklar, biz de neler olduğunu anlayacağız. Biri diğerinin yansıması oluyor. Gölge yanımızı inkar ettikçe, önümüze daha çok yüzleşmemiz gereken sonuç çıkacak. Bu tamamen bizim seçimimiz. İster şimdi görün, ister sonra, ama mutlaka göreceğiz. Mesele bu sonuçların hangi mertebede olacağıdır. Bu ‘Büyük İllüzyon’ adlı filmde, kozmik oyuna biz de katkıda bulunuyoruz. Manipülatörler bilgiyi bastırmaya kalkmasa, bunun mücadeleleri yapılmazdı. İnsanlar olmasaydı, manipülatörler kendi isteklerini başkalarının üzerinde empoze etme yolları aramazlardı. Hepimiz diğer seviyelerimiz için karşımızdakileri yaratıyoruz. Oysa ‘biz’ ve ‘onlar’ diye birşey yok, sadece sonsuz ‘tek’, yani ‘ben’iz. Manipülatörler de biziz, manipüle edilenler de, çünkü hepimiz aynı ‘tek’iz.
Buraya kadar sunmuş olduğum, ‘Kozmik Oyun’un bir seviyesidir. Bu oyun, yoğun bir şekilde fiziksel realite ile etkileşim içersindedir. Ancak bu, hikayenin tamamı değil, sadece bir bölümüdür. Bu oyundaki mücadele, onun bir ‘oyun’ olduğunun anlaşılmasıdır. Bunu bir kere başarır da, illüzyon olduğunu anlayabilirsek, okumuz hedefi bulur, kapılar açılır ve oradan çıkabiliriz. Fiziksel olarak o illüzyonun içinde oluruz, ama artık ona ait değilizdir.1990’lardan beri yaşamakta olduğum deneyimler itibariyle, hala Matriks’ten kopabilmiş değilim, ama şimdiye kadar hiç olmadığım kadar özgürüm. Şimdiye kadar kendini bu illüzyondan kopartabilmiş tek bir kişi ile bile karşılaşmadım, çünkü yaşantımızın her dakikası bu illüzyonun içinde geçiyor. Alt benliğimi Matriks’ten çözdükçe, insanlar beni daha deli ve aşırı görüyor, oysa öyle değilim. Bu Matriks tarafından büyülenmiş varlıkların bir algılayış şekli oluyor. Oysa bir adım geri çekilip, ‘normal’ ve ‘mantıklı’ normlar çerçevesinde düşünmezlerse, aslında asıl ‘çılgın’ olanın ben değil, bu illüzyon olduğunu görecekler.
Özgürlüğe ilk adım bir ‘illüzyon’da yaşadığımızı farketmektir. Bu olmazsa her zaman Matriks kazanır. Herşey bu kadar ‘gerçek’ iken bunu yapabilmek tabii ki hiç kolay değil. Duyularımız bizi aldatıyor ve şaşırtıyor, çünkü ulaşım ancak ‘Var olan Herşey’in sadece minicik bir bölümüne sağlanabiliyor. Radyo veya televizyonumuz sadece iki kanalın frekansına ayarlansaydı, sadece o ikisini izleyebilir veya dinleyebilirdik. Son derece kısıtlı ve taraflı bir hayatımız olur, dolayısıyla da birçok şeyi öğrenemezdik. Aynı şekilde fiziksel algılamamız da kısıtlanıyor. Kendimizi içgüdüsel yüksek algılama frekansına açamazsak, bir illüzyonunun illüzyon olduğunu anlayamayız. Matriks’in zihin hapishanesinden kurtulmanın yolu, kendi zihinlerimizin ve bizi buna koşullandıranların yaratmış olduğu bir rüyalar dünyasında yaşadığımızı algılayabilmektir. Fiziksel dünyaya baktıkça, titreşmekte olan enerjisini gittikçe daha iyi görebiliyorum. Matrix filmindeki sayılar ve şifreler, göz önüne getirebilmemiz için iyi bir yöntem. Bu, sürekli olarak bana görünürdeki gerçek bir bilgisayar oyununda yaşadığımı gösteriyor ve beni ‘Matriks mentalitesi’ne kapılmaktan kurtarıyor. Beni huzursuz ve istismar edenleri, titreşen sayılar ve şifreler olarak gördüğüm zaman yaşamakta olduğum deneyimler ve bunlara verdiğim tepkiler saplanmış oldukları yerden kurtulup hepsinin bir illüzyon olduğunu gösteriyor. 15 yaşındaki bir çocuğun bilgisayarında saatlerce tuşlara basarak ateşlediği silahı tutan oyun karakteri gibiyiz. Vurulursak oyun yeniden başlıyor, çünkü kimse gerçekten ölmüyor. Biz de benzer bir oyunun oyuncularıyız. Asla ölmüyoruz. Oyunun içinde, oyunu hem yöneten, hem de oynayan, hatta oyunun tamamı biziz...
Korku, endişe, suçluluk, alınma, gücenme ve intikam, bizi koyun ağılında, yani bu büyük illüzyonun içinde tutmak için kullanılan düşük frekanslı duygulardır. Sevgi, en saf anlamıyla, en yüksek frekanstaki halimiz olup, bizi en yüksek seviyedeki bilince bağlar. Korku frekansından sevgi frekansına geçiş, zihinsel olarak bizi Matriks seviyesinden, yani ‘gerçek’in illüzyon olduğu oyundan çıkarır. Yüreğimizi sevgi frekansına, zihnimizi de illüzyonu farketmeye açarsak, illüzyon zamanla kaybolur, çünkü hepsinin bir oyun olduğunu anlarız. Yapmakta olduğumuz şey bir film çekmek. Bu bir korku filmi de olabilir, hoş bir film de. Bu tamamen bizim seçimimizdir. Hepsi öyleydi, öyle ve öyle olacak. Ben düşman görünmüyorum, ama beni düşman olarak görenleri de seviyorum. Onları sevmezsem kendimi sevmiyorum demektir, çünkü ben ‘onlar’ım, onlar da ‘ben’. Aynı ‘Sonsuz Bütün’ün farklı yansımalarıyız. Hatta, hepimiz o ‘Bütün’üz.
Oyun hiç bitmez. O, biz değişirsek değişir. Bir seçim yapacak olursak , bazı kökten değişikliklere ihtiyaç vardır. Öncelikle kendimizi bu illüzyondan, bu Matriks realitesi’ne verdiğimiz tepkilerden kurtarmamız gerekir. Kendimizi özgür kılmazsak, içimizin dışavurumu olan dünyayı nasıl özgürlüğüne kavuştururuz? Dışsal bir hapishanede yaşıyoruz, ama bunun nedeni, kendimizi özgür sandığımız içsel bir hapishanede oluşumuz. Dışarıdaki hapishane, içeridekinin bir yansıması. Kendimizi değiştirirsek, dünyayı da değiştiririz. Kendimiz iyi olursak, dünya da iyi olur. Bir aynaya bakın. Aynaya yansıyan bizim görüntümüzdür. Yansayan görüntüyü bir değiştirmeye çalışın, değiştirebilir misiniz? Tabii ki hayır, ama ne yazık ki insanoğlu binlerce yıldır bunu yapıyor. Bu yüzden hiçbir şey değişmiyor. Kilitli kapıları açacak ve çok boyutlu özgürlüğe taşıyacak üç önemli nokta var:
- Başka insanların bizim için ne düşünecekleri korkusundan kurtulalım. Kendi düşünce ve gerçeklerimizle, kendi özgün hayatlarımızı sürelim. Bunu yaparsak koyun sürüsünden ayrılabiliriz. Bunu yeterli sayıda kişi yaparsa, ortada görünmez hapishaneye benzeyen sürü diye birşey kalmaz.
- Kişilere, diğerlerinden ‘başka’ olmanın laneti ve alayları ile yaklaşmayıp, onlara bu özgürlüğü tanıyalım. Böylece sürüyü hapiste tutacak çoban köpeği olmaktan kurtuluruz.
- Hiçkimse inanç ve gerçeklerini başkalarına empoze etmeye kalkmaz, farklı seçimler yapanların özgürlüğüne saygı duyarsa, herkesin özgür irade kavramı dengelenmiş olur.
Bu üç madde, değişimi öylesine büyük bir ölçüde tetikler ki, bu hapishane, bir anda bir cennete dönüşür. Bu bizim yapabileceğimiz birşey olduğuna göre, bunu kullanacak güce de sahibiz. Belki bütün bu anlattıklarımdan hatırlanacak en önemli düşünce şu olacaktır: “Hepsi bir oyun, istediğimiz anda bu oyunu değiştirebiliriz. ‘Gerçek’ orada değil, içinizde. Ve o gerçek ‘sevgi’dir...”