5 Kasım 2012 Pazartesi

Gerçek’in Titreşimleri - I



“Bu ülkede her bir erkek, kadın ve çocuğu esir eden bir komplo var. Bu yüksek ve yüce makamı terketmeden önce bu komployu açığa çıkarmaya azmettim.”    
                    
Başkan John F.Kennedy
Öldürülmeden 7 gün önce
Yıllar önce ‘Sonsuz Bilinç’ine açılmış, dolayısıyla ülkeler arasındaki sınırları çoktan aşmış bir dünya vatandaşı ve Yunus Emre’yi çağrıştıran bir ‘Sonsuz Sevgi’ aşığı olan David Icke’tan..


‘Gerçek’in Titreşimleri’ (I)

Son derece olağanüstü bir zamandan geçiyoruz. Düşünebileceğimizden veya hayal edebileceğimizden çok daha  inanılılmaz bir değişim sürecindeyiz. Titreşimsel bir değişim var ve artık insanların şimdiye kadar kapalı kalmış olan bilinçaltları, göremedikleri dünyalara açılacak.
Bir bildiğiniz var, adlandıramıyorsunuz, ama hissediyorsunuz. Dünyada ters giden birşeyler var. Beyninize çakılmış bir kıymık gibi sizi rahatsız ediyor. Öyle olmasa bu satırları  okuyor olmazdınız. Kimim ben? Neredeyim? Dünya neden böyle?
Bu düşüncelerim 1980’lerde başladığından beri 50 ayrı ülkeye gittim, ilkel- modern her yeri gezdim ve bilmecenin parçalarını topladım. Noktaları birleştirmeden büyük tabloyu görmek mümkün değil.  Yirmi yıllık araştırmalar sonunda neden birşeylerin doğru olmadığını anladım. Yazar Michael Ellner şöyle demiş: “Halimize bakın. Herşey ters döndü. Doktorlar sağlığı yok ediyor, hukukçular adaleti, üniversiteler bilimi, hükümetler özgürlüğü, medya bilgiyi ve dinler de maneviyatı yok ediyorlar!
Bunlar rastlantı değil, hepsi tasarlanmış... Şimdi noktaları birleştirdikçe daha iyi anlayacaksınız.
Peki biz kimiz?
Kayboluyoruz, çünkü nerede olduğumuzu bilmiyoruz. Nerede olduğumuzu bilmediğimiz için evin yolunu da bulamıyoruz. Nereden başlayacağımızı bilmeden nereye gideceğimizi bilebilir miyiz? Kayboluyoruz, çünkü önce nerede olduğumuzu bilmiyoruz, ikincisi nerede olduğumuza dair bize gereken bilgiye ulaşamıyoruz. Zaten nerede olduğumuz bir yana, kim olduğumuzu bile bilmiyoruz! John Lennon’ın dediği gibi,  “Hangi yöne gideceğimi bilmeden ilerleyememem ki.
Kim olduğumuzu  ve nerede olduğumuzu bilmiyoruz. Sonra tahminlerde bulunuyoruz. Dini ve bilimsel teoriler ileri sürüyoruz.  Haritalarımız eskimiş, üstelik yanlış okuyoruz.  Ya da bu işi bizim için yapan ‘birileri’ var, ama pusula kullanmayı, koordinatları belirlemeyi bize öğretmiyorlar.  Birileri yol işaretlerini karıştırıyor. Dünya çıldırmış gibi görünüyor, çünkü hep yanlış yöne bakıyoruz, bir doğru yöne baksak, “Hey! Demek  işin aslı bu!” diyeceğiz.  Zaten birşeyi gizlemek isterseniz, onu ortaya bir yere saklayın, kimse bulamaz.
Bir Kızılderili hikayesi var; Yaratıcı bütün hayvanları toplayıp, “Kendi gerçeklerini kendilerinin yarattığını farkedinceye kadar insanlardan bunu saklamak istiyorum, nereye saklayayım?” diye sormuş.
Kartal, “Bana ver, Ay’a uçurayım”.
Yaratıcı, “Hayır, birgün oraya gider bulurlar.”
Alabalık, “Okyanusun dibine ne dersin?”
“Olmaz, orada da bulurlar.”
Buffalo, “Bana ver, büyük ovalara gömeyim.”
“Oraları da kazıp bulurlar.”
“O halde içlerine koy!”demiş yaşlı köstebek.
“Tamam”, demiş Yaratıcı, “En son bakacakları yer orasıdır!”

İnsanlara kim olduklarını sorun, şöyle bir cevap vereceklerdir: “Ben Joe Bloggs. Londra, X şirketinde çalışıyorum, evliyim, üç çocuğum var. Futbolu ve bahçe işlerini severim,
Avustralya’daki kardeşimi ziyarete gitmek isterim. “ Bu  gibi sözleri hep TV’de duyarız, çünkü “Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?” dedikleri zaman insanlar kendilerini;  işlerine, gelirlerine, sevdikleri veya sevmediklerine göre anlatır ve bunu ‘kişilik’ diye adlandırırlar. Peki ya siz; kişiliğiniz, hatta cinsiyetiniz  siz değilseniz? Ya bütün bunlar sizin kendinizi öyle sanmanızı sağlayan bir bilgisayar programı ise?
Örneğin bir astronot kendini, üzerindeki uzay giysisi olarak tarif etse bize ne kadar garip gelirdi öyle değil mi?  İşte, biz insanlar da kendimizi uzay giysimiz sanıyoruz.  Bir astronot kendisinin uzay giysisinden ibaret olduğunu düşünse ne yapardı? Tabii ki hiçbir şey yapamaz, paniğe kapılır, sonra da büyük çapta şaşkınlık ve kaos yaşardı. İşte, çevremizdeki herkes kendisini böyle sanıyor ve sonuçlar ortada...
Bu durumda bilinçimizin özgürlüğü için öncelikle şuna inanmamız lazım;  ‘Biz’, bedenimiz değiliz.  Bedenimiz, bu ‘beş duyuya dayalı gerçek’te, yani ‘hayat’ denen deneyimi yaşamamız için kullandığımız müthiş bir biyolojik bilgisayar.  Tıpkı astronotun giysisinin, dünya dışı hayatı deneyimlemek için kullandığı bir araç olması gibi. ‘Biz’ bedenlerimiz değiliz, biz, ‘Sonsuz Bilinç’iz. Yani kesintisiz bir enerji alanındaki herşey ve hiçbirşey. Bu bilinç ne kadar derin olursa “Bilgi’yi o kadar kolay algılayabiliriz.  Yani ‘Tek’ olduğumuzu sanarak, ‘Bütün’den ne kadar ayrılmış olduğumuz gerçeğini görebiliriz. ‘Bütün’ de bir bölünmüşlük yaşıyoruz, çünkü öz doğamızı unutmamız için manipüle edilmişiz, yanıltılmışız, aldatılmışız... Albert Einstein; “’Gerçek’, bir illüzyondur, üstelik de oldukça ısrarlı bir illüzyon.” demiştir.
İnsan, ‘Evren’ dediğimiz ‘Bütün’ün bir parçasıdır ve ‘bilincin optik bir aldatması’ şeklinde ifade edebileceğimiz bir şekilde, duygu ve düşünceleri ile başkalarından ayrılmış olarak yaşar. Bu aldatılış bizim için bir hapishane gibidir. Kendimizi bu hapishaneden kurtarmamız gerekiyor, çünkü biz “Sonsuz bilinç’iz. Bu, kendisinin ‘herşey’ olduğunu bilen bilinç düzeyidir.
Bir damla su ile okyanusu düşünün, damla, bölünmüşlüğü sembolize ederse, bu benlik, kişiliktir. Michael, John, Kate veya Mary gibi. Peki su damlasını okyanusa koyarsak okyanus nerede başlar, su damlası nerede biter? Kısaca, başlangıç ve son yoktur, çünkü herşey ‘tek’dir.  O düzeyde, ‘biz’ yoktur, sadece sonsuz bir ‘ben’ vardır. Okyanusun bir kısmı sakin ve munis iken, diğer kısmı öfkeli ve çalkantılıdır, ama hepsi aynı okyanustur, yani aynı ‘bütün’lük. Biz hep o okyanusuz, hep ‘Sonsuz Bilinç’iz  ve ‘O’ndan,  bu ‘bütün’den ayrılamayız. Kim olduğumuzu unuttuğumuz zaman, su damlası olarak bir bölünme duygusu yaşıyoruz ve herşeyi, zihnimizdeki küçücük bir mercekten algılıyoruz. Bu mercek neye inanıyorsa onu algılıyor ve de bu inanca uyan bir hayat getiriyor.  ‘Sonsuz Bilinç’ de olsak, küçük düşünürsek küçük oluruz. İnsanlığın içinde bulunduğu kötü durum bu. Biz okyanusuz, sonsuz bilinciz,ama küçük güçsüz varlıklar olduğumuzu sanıyoruz,çünkü buna inandırılmışız.  Bütün’ün parçası olduğumuzu değil, bölünmüş kısımlar olduğumuzu düşünüyor, kendimizi öyle sanıyoruz. Dinlere bakarsak, Allah’ın önünde aciz günahkar yaratıklarız.  Bütün bunlar, dinleri kontrol edenler tarafından, cehennemden ya da şeytandan korkutmak için uydurulmuş şeyler. İncil’deki kullanılan şu ifadeye bir bakın;  “Tanrı sizin çobanınız, siz de sürünün bir parçasısınız”.
Buradan itibaren ‘beden bilgisayar’ına hapsedilmiş olanlar için ‘bilinçsiz/farkında olmayan’,  ‘bütünün parçası’ olduğunu bilenler için de ‘bilinçli/farkında olan’ kelimelerini kullanacağım. Aslında, herşey ‘bilinç’, sadece bilincin seviyesi farklı, ama hepsini en basit şekilde ifade etmeye çalışacağım. Bu tarife göre, neredeyse bütün insanlar ‘bilinçsiz’, çünkü insanlar kendilerini beden bilgisayarları ile tanımlıyorlar. Neyse ki artık bunun değişeceği bir devire geldik.
Biyolojik bir bilgisayar genellikle, ‘yaşayan’ bilgisayar olarak tarif edilir, yani nasıl yapacağı kendisine söylenmeden çözüm bulan bilgisayardır. Şimdi dünyada bunlar geliştiriliyor, ama yine de ‘insan vücudu bilgisayarı’na oranla, sayı saymanın biraz ötesine geçilebilmiş denilebilir. Aslında prensip aynı. ‘Biyolojik Bilgisayar Araştırmaları’nın başı olan Georgia Teknik Üniversitesi’nden Prof. Bill Ditto şöyle diyor: “Bilgisayarların doğru cevabı vermeleri için onlara en doğru bilgiler verilmelidir. Basit bir şekilde anlatılacak olursa, biyolojik bilgisayarlar, belirli bir noktaya kadar kendileri düşünebiliyorlar.”
Bedenimiz için de aynı şey söz konusu. Daha gelişmiş bir sistem düşünecek olursak, bu beden bilgisayarımızın, bir de bizim için düşünmesini istiyoruz. Bedenimizin, ‘biz’ olduğunu sandığımız için, bütün duygu ve düşüncelerimizin de, bedenden geldiğini zannediyoruz. Albert Einstein şöyle demiş: “İnsanlar ‘gerçek’i, ancak bilgisayar benliklerinden azat oldukları zamanki seviyede bulabilirler.”
‘Beden bilgisayarı’,  DNA/genetik ağa, diğer vücut sistemlerine ve enerji alanlarına dayalıdır. Bu enerji alanları, birçok başka şeyin yanısıra;  düşünce, duygu ve çevresel etkiye bağlı olarak, hücreler arasında bilgi iletişimi sağlar. Bu iletişim iyi çalışırsa ‘sağlıklı’ oluruz, çünkü doğru hücreler doğru zamanda doğru hücrelere ulaşıyordur. Denge sağlayan, değişikliklerle veya tersliklerle mücadele eden, hastalıkları karşılayan, kesikleri, yaraları iyileştiren, kimyasal salgılayan, toksinleri emen  hep bu iletişim ağıdır. Sistem çöktüğü zaman, emirler birbirine karışır. Bedenin hastalığı da, tıpkı cep telefonlarının bozulmasına benzer. Fiziksel, duygusal veya ruhsal olsun buna ‘hastalık’ deriz.  Bilgisayara virüs girdiği zaman bütün bilgiler birbirine karışır ve alet ‘hastalanır’,  ilk önce hızı ve verimliliği etkilenir. Bazen virüs aletteki iletişimi bozar, bilgisayar hiç çalışamaz hale gelir, o zaman ner deriz? ‘Bilgisayarım öldü’. İşte biz öldüğümüz zaman da aynı şey olur.
Ancak aslında biz ölmeyiz, çünkü ölemeyiz, çünkü biz bir beden değil, ‘Sonsuz Bilinç/Sonsuz Ruh/Öz bilinç’iz.  Ölen, artık çalışmayan, iletişim sistemi çöken beden bilgisayarımızdır. ‘Bilinç/Öz’  de aynı şekilde, bu ‘realite/gerçek’ten kendini çeker, seçmiş olduğu deneyime son verir. Bilinç, beden bilgisayarının fişi gibidir. Fiş prizden çekilince bedenin gücü biter. Bilgisayarı yüksek bir yerden düşürürseniz ne olur? Aynı şey. Bir bilgisayar virüsü, bilgisayarın çalışma sistemini bozarsa ne olur? Çalışamaz hale gelir, ölür. Peki bir virüs, kanser veya başka bir hastalık, insan vücudunun çalışma sistemini bozarsa ne olur? Aynı şey. Bilgisayarın hafızası bozulursa ne olur? Şaşırır ve eskisi gibi talimatları, bilgiyi algılayamaz. Bu bir insana olursa ne olur? ‘Alzheimer veya akıl hastası olmuş’ deriz. Bilgisayar faal durumda olmadığı zaman ‘uyku modunda’ denir. Bu, insan vücudu için de aynıdır. Benzerlikler listesi uzar gider, çünkü sözünü ettiğimiz şey, hep aynı temel çalışma prensiplerini içerir.
Tekrar vurguluyorum, biz ölmeyiz, Alzheimer veya akıl hastası da olmayız, bu beden bilgisayarımıza olur. Tıpkı bilgisayarı kullanan kişiye de bilgisayar virüsünün geçmemesi gibi. Bu mental veya fiziksel hastalık,  bizim ‘Sonsuz Bilinç’imiz için asla bir problem oluşturmaz. Dünyanın en iyi bilgisayarı olabilirsiniz, ama makinanız verileri işlemleyemez ise, tam verimle çalışamazsınız. Özellikle eskiyip yıpranmışsa, bilgisayarımız için ‘artık eskisi gibi çalışmıyor’deriz. Peki, yaşımız ilerledikçe kendi bedenimiz için ne deriz? ‘Eskiden yapabildiklerimi artık yapamıyorum’... Dikkat edin, burada bile bedenimiz için ‘ben’ ifadesi kullanıyoruz. Oysa aslında biz beden bilgisayarımız değiliz! Biz  ‘Sonsuz Bilinç’iz, hep vardık, halen varız ve hep olacağız. Biz, ölümlü/fani bir bilgisayar değiliz. İkisini ayırd edemezsek, hep ‘SatNav/uydulardan bilgi alan seyir sistemi’nin esiri oluruz. Dünya veya hayatımız, hep bizim bu ikisini karıştırmamıza göre yapılandırılmış. İşte kontrol altında böyle  tutuluyoruz. Bir bilgisayar bir yazılıma göre programlanır, elektrik sinyallerini farklı parçalarına taşımak üzere bir devre kartı, bilgiyi ağda taşımak üzere bir işlemci ve merkezi işlemcisi vardır. Bilgisayarın bir sabit sürücüsü ve kullanıldığı sırada bilgiyi tutan sanal belleği olur. İstediğiniz bilgiyi bu sanal belleğe yüklemek için ‘kaydet’tuşuna basarsınız. Bilgisayarların, virüsler veya diğer olumsuzluklardan korumak için antivirüs programları olur. İşte beden bilgisayarımız da aynen böyle çalışır.
Beden bilgisayarının sabit sürücüsü DNA/deoksiribonükleik asit ve hücrelerden oluşur. Hücreler bilgisayar çipleri gibidirler.  Hücrelerdeki DNA’nın spiral şeklindeki dizileri, bedenin fiziksel özelliklerimizi taşıyan genetik arşivi gibidir. Ancak bu DNA’nın öneminin sadece  bir kısmıdır. DNA’larımız 120 milyar mil oluşturur ve insan biliminin yapabileceği  bir aletten yüz trilyon kat daha çok bilgi taşır. Beden ile masaüstü bilgisayarı arasındaki prensip aynıdır, ama ölçek, potansiyal ve gelişmişlik açısından arada ışık yılı kadar fark vardır. DNA için vurgulanacak bir başka nokta ise bilimin bu konuda ne kadar bildiğidir.  DNA’nın yüzde 95-97’si, ne olduğu bilinmediği için ‘değersiz’sayılıyor! Şu işe bakın, 120 milyar mil DNA’mız var ve bilimadamları bunun yüzde 97’sinin sırrını anlayamadıkları için bize  bedenlerimize ne yapıp yapmamamız gerektiğini söyleyebiliyorlar! Şunu unutmayalım ki, bilimadamları ve entellektüeller, ‘Sonsuz Farkındalık’ açısından o bilince sahip olmadıkları için akılları, düşüncenin bilgisayar seviyesindedir, ‘Sonsuz bilinç’ seviyesinde değil. En büyük atılımlar zekadan değil, önseziden gelir. Zeka önseziyi izleyerek geçerli görmeye başlar. Önsezilerimiz, içgüdümüz, esinlerimiz veya benim ‘bilmek’ olarak adlandırdığım kavramlar ‘Herşeyi Bilmek’ olan Sonsuz Bilinç’ten gelir, akıldan değil. Öğretmenler, üniversite hocaları, doktorlar ve medyadaki bilimsel ve entellektüel mesleklerdeki kişiler, genellikle ‘öz bilinç’lerine veya ‘yüksek benlik’lerine açık değillerdir. Zaten bu nedenle iş ‘gerçek’in açıklanmasına gelince, bilimde birçok çıkmaz veya açmaz yaşanıyor. Hepsi esinlenmekten ziyade, belirli çizginin dışına çıkamayan ‘beş duyu gerçeği’ne programlanmış olarak ‘düşünen’ kişiler. Gerçek bir bilim dahisi olup, 1943’te ölen Nikola Tesla şöyle demiş; “Bilim, yüzyıllardır sürdüğü varlığının en büyük aşamasını, on yıl gibi bir sürede, ancak  fiziksel olmayan fenomenler üzerinde çalışmaya başlarsa kaydedebilir.” Birçoğuna göre görülmüyor, duyulmuyor, dokunulmuyor, koklanmıyor ve tadı alınmıyorsa var olamaz, oysa herşey enerji ve tabii ki görünmüyor!
Biyolojik bilgisayarlarımızı/bedenlerimizi sadece bu ‘realite’yi deneyimlemek için kullanıyoruz. ‘Yaratılış’ dediğimiz şey de büyük bir ‘frekanslar ağı’ndan oluşuyor. Bunun için TV veya Radyo yayını, çok yerinde bir benzetme olabilir. Bizim boşlukta işgal ettiğimiz yerde radyo ve TV frekansları da var. Biz onları göremiyoruz, onlar da birbirlerini göremiyorlar, ancak çok yakın olurlarsa birbirlerine karışıyorlar. Bizim fiziksel gerçeğimiz için de aynı şey söz konusu. Şöyle düşünün; BBC’nin frekansına göre ayarlanmışsanız, farklı frekanstaki bardağı tutabilir misiniz?   Hayır, çünkü bu frekanslar bardağın içinden geçip gidiyor ve tabii ki onu hareket ettiremiyor. Tıpkı Radyo ve TV frekanslarının, hiçbir şeyi etkilemeden  duvarlardan geçip gitmeleri gibi. İşte bu noktada devreye beden bilgisayarı giriyor. Bedenlerimiz bu fiziksel dünyanın frekansında titreşiyor, dolayısıyla aynı frekanstaki herşey ile etkileşime girebiliyorlar, yani ‘Sonsuz Bilinç’lerimiz,  doğrudan doğruya bu ‘Beş Duyu Gerçeği’ni deneyimleyen birer araç durumundalar. Kapkaranlık bir odada hiçbir şey göremeyiz, aynı prensiple evrendeki karanlık maddeyi de algılayamayız. Aynı beş duyu gerçeği benzetmesi çerçevesinde, aralarında bir türlü anlaşamayan insanlar birbirleri için ‘benimle aynı frekansta değil’ deyimini kullanırlar. Evet, aynen öyledir. İşte bu yüzden ‘Sonsuz Bilinç’ine uyanmış kişiler, ‘bilgisayar modu’ndaki kişiler tarafından ‘deli’ya da ‘tehlikeli’ olarak algılanıyorlar. Bu anlayışı kaybetmişiz ve kendimizi çok boyutlu Sonsuz Bilinç/Öz’ler olarak tanımlayacağımız yerde, Charlie Jones veya Mary Smith gibi kişilikler olarak tanımlıyoruz. Öyle bir illüzyon kafesine kapatılmışız ki, kendimizi ‘Herşey’ olarak göreceğimiz yerde ‘en ufak/en güçsüz’ olarak görüyor, üstelik sistematik olarak kim olduğumuzu unutmamız için de beyinlerimiz yıkanıyor.  Buna tıpkı, bir sürü özelliği olan son derece gelişmiş bir bilgisayarın, sadece Mikrosoft Word’ü kullanması gibi birşey denilebilir.
Düşündüğümüz veya hissettiğimiz zaman, bedenin alıp verdiği elektrik sinyallerinin ve kimyasalların sonucu olarak, beyin ve bedende elektrokimyasal bir işlem tetikleniyor. İşte bu nedenle baz istasyonları, yüksek gerilim kabloları yakınında oturanlar veya belirli kimyasalları absorbe eden kişilerde depresyon oluşuyor. Kimyasal içeriği zararlı olan içecek ve yiyecekleri çok tüketen çocukların, hiperaktif veya diğer davranış bozuklukları içersinde olmalarının nedeni de bu. Elektrokimyasal sistemin dengesi bozuluyor ve bu, kişide dengesiz davranışlar şeklinde başgösteriyor.  
‘Ölüm’ dediğimiz şey ‘hayat’ın büyük sırrı değil mi? Ölümden sonra hayat var mı? Nereye gidiyoruz? Beden ölünce nasıl hayat olabilir ki? Bütün bu sorular, ancak beden bilgisayarı ile ‘Sonsuz Bilinç’ arasındaki farkı gerçekten anladığımız zaman cevaplandırılabiliriz. Daha önce de belirtmiş olduğum gibi, Sonsuz Bilinç bu realiteyi beden bilgisayarı aracılığı ile deneyimliyor. Bunun için,  bir uzay giysisi giymiş benzetmesi yapabiliriz.  Bilincimizin daha düşük seviyeleri kendini hep bilgisayar olarak tanımlar. Bilgisayar çalışamaz hale gelir veya ölür ise, bilincimiz illüzyondan kurtulur ve gerçekte kim olduğunu hatırlar.  Bunu ‘bilgisayar  beden ölümü’nden önce hatırlayanlar, hemen adapte olurlar, ama hatırlaması uzun sürenler, hep bu illüzyona bağlı kalırlar. Hayalet ve uğursuz yerler hakkındaki sayısız hikayenin kaynağı budur. Hayalet dediğimiz varlıklar, bedenden ayrılmış, beş duyu gerçeğindeki bilgisayar kimliklerinden kurtulamamış olan ‘Bilinç/Ruh/Öz’ lerdir. Bu kimlikten kurtulamayınca, illüzyon deneyimini yaşamış oldukları dünyadakine en yakın  boyutta kalırlar. Bu biraz radyodaki iki frekansın karışması gibidir.  Örneğin, gerçek medyumlar başka frekanslara uyumlanabilir ve Sonsuz Bilinçler/ruhlar/Özler  ile iletişim kurabilirler. Ölmüş olanlarla bağlantı kurup ölenlerin sevdiklerine mesajlar iletebilirler. Bazı hayaletler,  ‘ölüm’de ne olduğunu anlamak yerine, hala dünyadaki kimliklerine inanmayı sürdürürler, bu nedenle dünyada deneyimlemiş oldukları realiteye bağımlı kalırlar, bu nedenle onlara ‘kayıp ruhlar’da denir. İnsanlar bir yerde bir hayalet gördükleri zaman, çoğunlukla daha sonraları mutlaka orada öyle birinin yaşamış olduğunu öğrenirler.
Aslında ‘sonsuz yaşam’ı aramamıza gerek yok, zaten ona sahibiz. Nasıl bir sonsuz yaşam istediğimiz tamamen bize bağlı. Eskiden ben de birgün annem ve babam ölecek diye çok korkardım, ama Sonsuz Bilinç’ime uyanınca ‘ölüm denilen titreşimsel geçiş’i çok doğal bir şekilde algılamaya başladım.  Kısaca ‘Ölüm’, Sonsuz Bilinç olan bizlerin, biyolojik bilgisayarın çalıştığı boyuttan çıkıp, gerçeğin başka bir boyutunda varlığımızı sürdürmemiz oluyor. Doğal olarak sevdiklerimiz bizi terkettikleri zaman sonsuz bir üzüntü duyuyoruz, bu anlaşılabilir birşey. Öldükleri zaman enerjik bağlantı nedeniyle bizlerden birşeyler kopmuş gibi bir duygu hissediyoruz. Oysa‘Sonsuz Bilinç’imize uyanırsak, sadece kendimiz için üzüldüğümüzü anlıyoruz, çünkü aslında onlar bu illüzyona bağlı kalmaktan kurtuluyor ve gerçeğin farklı boyutlarında yeniden doğuyorlar.
Birçok kişi ölüme yakın deneyimler yaşıyor ve hiçbirinin de geri gelmek gibi istek içersinde olduğunu hiç duymadım. Belgelenmiş, sayısız miktarda ‘ölüme yakın deneyim’ var. Bu kişiler ölüm halinde bedenlerini terkediyor ve bu boyutun dışına çıkıyorlar, sonra geri geliyorlar, bedenleri tekrar diriliyor. Hollandalı kardiyolog Pin van Lommel’in bu konuda çok sayıda incelemesi mevcut. Bulguları İngiliz Tıp Dergisi ‘The Lancet’te yayınlandı. Kaydetmiş olduğu hikayelerin çoğunda ölüme yakın deneyim yaşayan kişiler, daha sonra ölümden hiç korkmaz oluyorlar. Bunun nedeni, bilinçlerinin yaşamayı sürdürdüğünü anlamalarından kaynaklanıyor. Bedenleri ölse de onlar ölmüyorlar, aksine sonsuz bir huzur duyuyorlar. Anlatılanlara göre bu, paltolarını çıkarmak gibi bir duygu imiş.  Orada, beş duyuya dayalı gerçekte hissedilen duyguların hiçbirisi  hissedilmiyormuş.
Genellikle seven/sevilen birisi ölünce, kendisinin hala oradan ayrılmamış olduğunu belli etmek için, o boyuttan bu boyuta etkileşim sağlamanın en kolay yolu elektrik oluyor.  Düşünceler elektrik ve titreşimsel beyin dalgaları oldukları için elektrikli aletlere hükmetmeleri daha kolay oluyor. Dolayısıyla ölen kişinin yaşamış olduğu yerlerde bazen elektrikli aletlerdeki anlaşılmaz aksaklıklar bunu gösteriyor olabiliyor.
Başka bir örnek de hayalet göründüğü zaman odanın soğuması. Ölen kişinin Sonsuz Bilinci/özü,  boyutlar arasında enerji yoluyla bağlantı kurmak isteyince odadaki enerjiyi çekiyor, böylece odanın ısısı düşüyor.  Müzik de bir titreşim olduğu için, bazen farklı boyutlardaki iki kişi arasında bağlantı sağlayabiliyor. Bazen de, medyumların ölmüş olan kişilerin yüzük veya saati gibi özel eşyalarını kullanmaları enerji bağlantısı kurmak açısından daha kolay olabiliyor. Bu tıpkı radyoda istediğimiz dalgayı veya frekansı nerede bulacağımızı bilmemize benziyor. Aksi takdirde aradığımızı bulmak için, o dalgadan bu dalgaya atlayıp  durmaz mıyız?
Kendi ölüm korkumuz veya sevdiklerimizin öleceği korkusu, farkında olarak ya da olmayarak hep hayatımıza hükmediyor ve herşey bu kaçınılmaz ölüma dayanıyor. Oysa hiç kaçınılmaz değil, çünkü böyle birşey yok. Sadece ebedi varlığımızı sürdürmek var.
Peki bu sanal tımarhanede hapisken kim olduğumuzu, yani Sonsuz Bilinç/Sonsuz ruh/ Sonsuz Sevgi  olduğumuzu nasıl hatırlayacağız?  
Öğrenmeye ihtiyacımız yok, beynimizdeki ‘bölünmüşlük’ programlamını silmemiz lazım.  ‘Aydınlanmak’, sistemin bizi inandırdığı akıl programı ile gerçekleşmiyor. ‘Bilgilenme’ ile ‘bilme’ arasında büyük farklar var. ‘Bilgilenme’ akıla dayalı, ‘bilme/biliş’ ise  Sonsuz bilinç’e... Kim olduğumuzu hatırlamamız, algılama kapasitemizi Sonsuz Bilinç’e yöneltip açmamız ve gerçeklik duygumuzu değiştirmemiz  gerekiyor. Biz değişirsek, yarattığımız dünya da değişir.     

     -(‘The David Icke Guide to the Global Conspiracy and How to End It’ kitabından.)-



Paylaşım