Gerçek'in Titreşimleri - 68
Realite’nin Holografik İllüzyonu/Algı Yanılması
Gerçeğin Titreşimleri (62) ‘Holografik Evren’ devamı
Bazı bilim adamları fiziksel dünyanın sadece gözlemlendiği takdirde var olduğunu savunuyor. Kabul ediyorum. Neden, çünkü; bir bilgisayara bir disk koyduğunuz zaman diskin üzerindeki bilgiyi aynı anda okumaz. Lazer hangi bölümünü gözlemliyorsa onu okur. Diğer öğeler bilgi formuna konur, ekrana resim v.s. olarak geçirilmez. Biz de aynı şeyi yapıyoruz.
Gözlemlediğimiz veya deşifre ettiğimiz zaman onu bu realiteye getiririz, ama bu olmayınca sadece temel titreşimsel metafizik evrendir... Herşeyin temeli. O zaman beyine hiç ışık gitmez. Peki ışığı nasıl görürüz? Beyin o ışığın bilgisini deşifre eder, beyine hiçbir ışık girmez, o zaman ışığa nasıl bakar da görürüm? Dolayısıyla Matrix filmindeki bir sahnede, “Kaşık yok, o eğilen kaşık değil, hepsi sadece senin zihninde!” dediği çok doğru, çünkü kaşığın fiziksel formda var olduğu tek yer zihnimiz! Realiteyi deşifre ettiğiniz yöntemle kaşığı da bükersiniz...
Mucizeler, mümkün olan ve olmayan neyse o programı altetmek suretiyle oluşur. Örneğin, ateşin üzerinde yürürsek ayağımızın yanacağına inanırız, çünkü ona programlanmışız. Kızgın kömürün üzerinde yürürseniz, deşifre etme haliniz, yani inancınız yanacağı doğrultusundaysa ayağınız tabii ki yanar. Ama birçok kişide görmüşsünüzdür. Bilinçliliğin farklı bir seviyesinden geçer, o inancı altederseniz , kızgın kömürün üzerinde yürüyüp hiçbirşey hissetmezsiniz. Neden? Çünkü eğer öyle olacağına inanmıyorsanız, bir illüzyon başka bir illüzyonu yakamaz. Bu bir mucize değildir. Hepsi sadece “mümkün olan herşey”i nasıl dışavurduğu anlayışını anlamamıza bağlı. O anlayış da, kendimizin birer “bilinç”olduğumuz anlayışıdır. Hepimiz, birer deneyim yaşamakta olan bedensiz, şekilsiz “farkındalık”larız.
Orta Amerikalı bir “Şaman”ın dediği gibi; “Bizler algılayıcız, “farkındalık”ız, cisim değiliz, “katı” halde değiliz. Sınırsızız. Biz veya daha doğrusu “zihnimiz” bunu unutuyor, böylece hayatımız boyunca çıkamadığımız kötü bir çemberin içerisine hapsediliyoruz.” Kontrol sistemi bizi bu çemberin içinde tutmak istiyor, çünkü ancak o zaman kontrol altında tutulabiliyoruz. Gerçekte kim veya ne olduğumuzu anlarsak, bu mümkün olamaz. Bedenimiz, bu realiteyi deneyimlemek için kullandığımız bir vasıta.
Eğer bir frekans menzili olan bu realite ile etkileşime girmek istiyorsam, bir dış kabuğumun olması gerekir, hepimizin de... Bu kabuk, bu frekans menzilinde titreşir, çünkü bilincimiz çok fazla titreşir... Bu tıpkı iki farklı dalga boyunda olan Radyo 1’in, Radyo 2 ile bağlantı kurmasına benzer. Tabii ki bağlantı kurulmaz, o zaman beden dediğimiz bu dışsal kabuğu edinir, bu realiteyi bu yolla yakalar, bu şekilde etkileşime gireriz. Kontrol sistemi bizim bu yansımaya inanmamızı, bu realiteyi sadece kimliğimiz ile algılamamızı istiyor, çünkü o zaman “Ben sonsuz bilinç’im” farkındalığını bırakıp, “Benim hiçbir gücüm yok, ben sadece Charlie Smith’im veya Ethel Jones’um” kimliğine bürünüyoruz.
Internet’e girdiğimizi söylüyoruz. Oysa Internet’e girmiyoruz. Internet’e bilgisayarımız giriyor. Biz Internet’i bilgisayarımız aracılığı ile gözlemliyoruz. Zihnimiz de Internet’e giren bu realiteyi deneyimleyen bir araç, bir vasıta. Bilinç, yani asıl biz, “WWW/World Wide Web/Internet Sunucuları Ağı”nın, Internet’i o vasıta aracılığı ile gözlemlediği gibi gözlemliyoruz. Daha önce de belirtmiş olduğum gibi amaç bize o değil, bu olduğumuzu düşündürtmek.
Birkaç yıl önce banyo yaparken kafamda bir görüntü belirdi. Yetenekli can dostum Neil Hague’e gördüğümü resmetmesini rica ettim. Sırtüstü yatmıştım, birden yoğun bir sarı beyaz enerji gördüm. Önce bir göz, sonra da bir teleskop belirdi. Teleskopun ucunda dünya, güneş sistemi vardı, en sonunda teleskop insan bedenine dönüştü. Nasıl çalıştığını düşünecek olursak oldukça derinliğine bir anlamı vardı.
Odaklanmamız kısıtlı olduğu için kendimizi de çok sınırlı görüyoruz. Ölüm, teleskop bırakmak. “Görüyorum, görüyorum bu dünya berbat bir yer!” Teleskopu bırakıyorum, “Selam! Geri döndüm!” Olacak iş değil değil mi? Oysa bilgisayar burada, biz de bilgisayar aracılığı ile gözlemliyoruz.
Bilinç ile akıl arasındaki farkı vurgulamak istiyorum. Önünde sonunda hepsi aynı enerji, çünkü hepsi benim “Sonsuz” dediğim birleşik farkındalık! Ancak farklı ifadeler oluşturuyor. Bilinç okyanus ise, zihin, onun donmuş, daha yoğun bir ifadesi, o halde farkındalık ve algılama açısından çok çok sınırlı... ‘Bilinç’ten çok daha yoğun olan bu realite ile etkileşim içinde olmak için “zihin beden” denilen daha yoğun bir oluşumumuz olması gerekiyor, bu durumda o, ‘bilinç’in kendisinden daha kısıtlı oluyor.
Psikoaktif ilaç bir kez aldım. 2003’te Peru’daydım. 5 saat boyunca şu anda kendi sesim kadar güçlü bir ses dişi bir form almış olarak, bana realitenin sanal doğasından söz etti. İngiltere’ye geri döndüğüm zaman isimler, yerler gibi bilgiler toplamaya başladım. Söylenenler son derece doğruydu. Ana akım medyanın bunu atlaması çok ilginç, ama bunu anlayamazlar, çünkü öğretiler birbirine hitap etmiyor.
Noktaları birleştirdiğiniz zaman, hepsinin illüzyon olduğunu anlıyorsunuz, ama tabii bu pek iyi olmuyor, çünkü gerçeğe çok yaklaşmış oluyorsunuz. Benim, dünyanın ötesinde deneyimlediğim hal, mutlak dinginlik ve sessizlikti. O sesin, realitenin doğasını açıklarken söylediği en önemli şey, “Eğer titreşiyorsa illüzyondur” sözleriydi. Evet, titreşiyorsa illüzyon, çünk bizim özümüz/öz seviyemiz dinginlik ve sessizlik. Bunu deneyimledim. İnanılmaz bir duygu. Hiçbir negatif duygu yok, korku yok, endişe yok, “kirayı ödeyebilecek miyim” derdi yok. O alemde hepsi yok oluyor. İşte bizim o seviyeye ulaşmamız istenmiyor. Bu nedenle de birçok insan sahte bir kimlik içerisinde...
Dünya katı görünüyor, ama olamaz. Kafanızı duvara vurursanız, ateşte yürüyünce yanacağınıza inandığınız gibi kafanızı da kırarsınız. Ama dünya atomlardan oluşmuş ve kuantum fizikçiler söylüyorlar, atomlar katı değil. Boş olan birşey de nasıl katı olabilir? Böyle görünmesinin nedeni dalga şeklindeki metafiziksel evrenin “katı”lığa deşifre ediliyor olması. Tekrar ediyorum, bizim realiteyi deşifre ediş şeklimiz ona şekil veriyor.
Bir diskten bilgi alıyoruz, ekrana yansıtıyoruz, zaman, yer ve katılık var gibi görünüyor, ama yok. Sadece bilgi okunuyor. Bize de aynen böyle oluyor. Katı ve 3 boyutlu görünmesinin nedeni holografik bir alemde yaşıyor olmamız. Çarşıda 3 boyutlu görünen hologramlar görüyoruz, oysa değiller, sadece yapılış şekilleri öyle. Onları nasıl yapıyorlar? Bir lazerin bir kısmı fotoğrafını çekmek istedikleri nesnenin içinden geçiyor, diğer kısmı doğrudan fotoğraf plakasına gidiyor, cisimin içinden geçen kısım da o plakaya gidiyor, çarpışıyorlar, lazerin iki kısmı çarpışıyor ve bir dalga formu oluşturuyorlar.
Holografik jargonda buna “girişim örüntüsü” diyorlar. Bu, bir su birikintisine iki çakıl taşını atmaya benziyor. Oluşturdukları dalgalar çarpışıyor. Çakılların nasıl düştükleri, ağırlıkları, ne kadar yükseklikten düştükleri, ne büyüklükte oldukları vs dalga formunda temsil ediliyor. İşte dalga formu, holografik olarak böyle görünüyor. Bu bir bilgi. Daha ziyade bir parmak izine benziyor. Bunun üzerine lazer tutarsanız, birden 3 boyutlu bir görüntü çıkıyor. İşte biz de realitemizi bu şekilde yaratıyoruz. Holografik.
Bu adam bir Avustralyalı. Sanırım Melbourne’dan, ama bir hologram olarak Adaleide şehrine yansıtılıyor. Bu da CNN’in yaptığı. Bu durumda bilginin holografik bir versiyonunu yaratıyoruz, tıpkı bir hologramın bizim kafamızda yaptığı gibi. Hepsi bundan kaynaklanıyor. Bu bir yapı! Çok komik, ben bunu yıllardır anlatıyorum ve şimdi bu ana akım Yeni Bilim dergisi Ocak 2009 sayısında kapak yapmış; “Evrenin ucundan yansıtılan bir hologramsınız” diyor!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder