(David
Icke’ın Haziran 2011
tarihli makalesi)
Güneş
Sistemimiz Hakkında Ne Biliyoruz?... Neredeyse hiçbir şey…
Genellikle
ne kadar çok bilirsek, bilmediğimizi o kadar daha çok farkederiz.
Başka bir deyişle ne kadar çok varsayım olduğunu görürüz…
Bu
belirli bir noktaya kadar herkes için aynı, çünkü bilinmesi
gereken o kadar çok şey var ki. Ancak bu, ‘bilim’in çalışma
şekli her bölümünde böyle. Tüberküloz hastalığı bir
varsayım olarak biliniyordu, sonra ne oldu... Artık bilim tam bir
‘varsayım’ hastalığına yakalandı.
Sonra
sürekli olarak varsayımlar tekrarlanmaya başlandı, okul
kitaplarında, teknik ve bilimsel dergilerde yerini aldı ve sürekli
olarak tekrarlanma yoluyla ‘o gerçeği zaten herkes biliyor’
noktasına gelindi. Ancak durum böyle değil ve eğer kim ve nerede
olduğumuz olduğumuz ‘realite’si hakkında birşey anlamak
istiyorsak, gereken şey; içleri varsayımlarla dolu kitaplar değil,
sadece boş beyaz kağıtlar ve ‘açık’ zihinler...
Diğerleriyle
birlikte güneşin yörüngesinde olan bir gezegende yaşıyoruz, ama
başka birşey bildiğimiz yok. Teknoloji güneş sistemini ne kadar
çok keşfederse, ortaya, daha önceki bilimsel varsayımların o
kadar yanlış olduğu çıkıyor.
Bir
de, NASA gibi kuruluşların merkezinde, bizim kendileri kadar bilgi
sahibi olmamızı istemeyenlerin yarattığı komplikasyonlar var.
Neticede bilim de, kendi kategorisinde bölümlere ayrılmış bir
gizli cemiyet niteliğinde...
Ne
derlerse desinler, NASA bir askeri ve istihbarat kuruluşu... NASA’yı
kontrollerinde tutanlar halka değil, gizli efendilerine sorumlu
durumdalar, ama her zaman olduğu gibi, samimiyetle işini
yapanların, yani çoğu çalışanın bu durum hakkında en küçük
bir fikirleri bile yok. Bizim bilmediğimiz daha kimbilir neler
dönüyor, zaten NASA’nın halka açıkladığı bilginin çoğu
da, ya doğru değil ya da yanıltma amaçlı...
1969’daki,
sözde ‘İnsanlık için büyük adım’ sayılan Ay’a inişin
filmi bile gerçek değil! Tabii ki “Ay’a hiç inmediler”
demiyorum, sadece 1969’da söyledikleri gibi olmadı. O film, büyük
film yönetmeni Stanley Kubrick tarafından, hem de aynı tarihlerde
onun ‘2001:A Space Odyssey/Bir Uzay Yolculuğu’adlı filmini
çektiği stüdyoda çekildi.
Bu,
Amerikalı araştırmacı, film yapımcısı ve bir zamanlar Kubrick
ile çalışmış olan Jay Weidner’ın ‘Kubrick’s Odyssey’
adlı DVD belgeselinde çok başarılı bir şekilde açıklanmış.
Birçok
konuda, mitolojide ve çeşitli dünya ülkelerinin halk
hikayelerinde Güneş Sistemi’nin, çok da uzak olmayan bir
zamanda, bugün göründüğü gibi olmadığı vurgulanıyor.
Satürn, Jüpiter, Venüs ve Mars gezegenlerinin, tufanlardan önce
dünyaya daha yakın oldukları, sonradan hepsinin yeniden farklı
bir düzene girmiş oldukları anlatılıyor.
Venüs
ve Mars’ı mahveden, Satürn ve Jüpiter’in yerini değiştiren
bütün bu karışıklıkların nedeni ‘gökteki tanrıların
savaşı’ oluyor ve dünya ayrılıyor. İşte global felaketler ve
tufanlar hakkındaki evrensel efsanelerin kaynağı hep bu...
Gökteki ‘tanrıların savaşı’nı tasvir eden bir tablo |
Himalayalar,
Alpler ve And dağları bugünkü yüksekliklerine 11.000-13.000 yıl
önce ulaşmışlar. Peru-Bolivya sınırındaki Titikaka gölü
13.000 ft ile deniz seviyesinden en yüksekte olan göl... 13.000
yıl önce o bölge deniz seviyesindeymiş...
Neticede,
ne olduysa ve bugün ne oluyorsa, bize anlatılanlardan çok farklı.
Hepsi, birşey bilmeyen ve ellerine tutturulmuş olan müzik notası
gibi kağıtlara bakarak konuşan bilim adamlarından kaynaklanıyor,
aslında iç halkadaki ‘kabal’ın üyeleri hepsini biliyor, ama
herkesin, kendilerinin ‘gerçek’ diye uydurmuş oldukları
masallara inanmasını istiyorlar.
Ay
ile olan durum da aynı. NASA başından beri yalan söylüyor.
Özellikle de Ay’ın içinde neler olduğu konusunda anlatacak çok
şey olmalı. İki yıldır durmadan Ay’la ilgili bütün noktaları
birleştiriyorum ve bence ‘Ay’ doğal bir yapı olmadığı gibi,
bizi köle bir ırk yapmak amacıyla realite duygumuzu manipüle eden
bir kontrol sistemi!
Ay
ile ilgili bir sürü anormallikler, onu çevreleyen sırlar var ve
orijini hiç bilinmiyor. Tabii ki sunulan resmi ve savunulamaz
varsayımları saymayacaksınız. Ay, dünya gibi küçük bir
gezegeninin uydusu olamayacak kadar büyük bir kütle. Çapı 2.160
mil olup, Pluto’dan büyük ve güneş sistemindeki en büyük
ay... Bu durumda orada olmaması lazım. Harvard Üniversitesi
Smithsonian Astrofizik Merkezi’nden Irwin Shapiro’nun dediği
gibi; “Ay
için söylenebilecek en iyi açıklama; bir gözlem hatası olduğu
olabilir-aslında ay yok!”
Ay
gerçek değil. Ne?... Evet ya, ama daha durun. Burada önemli bir
nokta daha var. Eğer neler olduğunu bilmek istiyorlarsa ve ‘büyük’
ten kastedilen de neyse, bunun için, insanların tamamen boş bir
kağıda ihtiyaçları olacak. Unutmayın, insanlar çağlardan beri
bir zihin hapishanesinde tutuluyorlar. Şu bir gerçek ki aslında,
‘büyük’ün ne anlam ifade ettiğini de, o kadar olağanüstü
büyüklükteki yapıların nasıl üretilmiş olduğunu da, o
ölçeğin teknolojisinin (bize göre) nasıl birşey olduğunu da
bilmiyoruz.
Çok
çok küçük bir algılama balonunun içinde yaşıyoruz, oysa
aslında ‘mümkün olan’la kıyaslanacak olursa, bizim gördüğümüz
haliyle insanlığın ulaştığı teknoloji daha ‘taş devri’nde
denebilir. Geri dönüşü olmayan çizgiyi bir kez aştığınız
zaman ise ‘gerçek’ realitenin ne olduğunu, nasıl çalıştığını
anlar, teknolojik olarak muazzam adımlarla ilerlersiniz. İşte
şimdi sözünü ettiğimiz konu bu...
Teknolojik
imkanlar, birçok bilim kurgu konusunu ‘alışılmış’a
dönüştürdü. Bu şimdilik, siz bir mağarada oturmuş çakıl
taşlarıyla ateş yakmaya çalışırken birisinin gelip size Jumbo
Jet’lerden veya ‘Uzay Mekiği’inden söz etmesine benziyor.
Buna tabii, ‘imkansız’, hatta ‘delilik’ der, bunu size
söyleyeni de çok fazla ‘mamut suyu’ içip kafayı bulmuş
olmakla suçlardınız...
Ne
var ki, şimdi insanların, mümkün olanı algılama açısından
içinde bulundukları ‘çıkmaz’ bu! Bilginin, dolayısıyla da
algılamanın baskılanması, komplonun hangi ölçekte saklanmakta
olduğunu gösteriyor.
Mesela
benim gibi birisi çıkıp da ‘şöyle veya böyle oluyor’ dediği
zaman, hemen ‘algılama sansürü’ devreye girip ‘bu imkansız!’
diyor. Oysa evet, bunu yapabilmemiz mümkün! Başkaları da
yapabilir ve bazıları yapıyorlar da... ‘Gerçek’i kovalayan
‘içeriden’ bir sürü kişiyle görüştüğümde Satürn’ün
çevresinde uzay gemilerinin göründüğü fotoğraflar gördüklerini
söylüyorlar, oysa dışarıda bunun mümkün olduğuna pek az kişi
inanıyor.
Ay’ın
devasa bir uzay gemisi olduğu (tabii ki bizim algılamamız
ölçülerinde devasa), 1970 yılında Sovyet Bilim Akademisi’nde
üye olan Mikhail Vasin ile Aleksandr Şerbakov tarafından kabul
edilmiş. ‘Sovyet Sputnik’ dergisindeki ayrıntılı
makalelerinin başlığı; “Ay’ı,
bir uzaylı dehası yaratmış olabilir mi?”
idi. Bu iki bilim adamı Ay’ın, içi boş bir planetoid/küçük
gezegen olup, inanılmaz derecede gelişmiş bir teknoloji ile
kayaların eritilerek içeride oyuklar oluşturulmuş olduğunu
söylemişler. Anlaşılan o ki bizim bugün aydan çeşitli
manzaralar içeren resimlerde gördüğümüz hep, yüzeye
serpiştirilmiş olan bu metalik kaya mucuru veya cürufu...
Dr.
D.L. Anderson, Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’deki sismoloji
laboratuvarında çalışan bir jeofizik profesörü olup, bir
keresinde, Ay’ın içinin dışına çıkarılmış olduğunu
söylemiş. Anlaşılan, iç ve dış düzen tam tersi olmalıydı.
Antik uygarlıklar Ay’ı, ‘yumurta’ olarak sembolize
ederlermiş, çünkü oyulduğu zaman yumurtanın ‘sarı’sının
yok edilmiş olduğu söyleniyormuş.
Ay’ın
bilimsel keşfi üzerinde NASA’da çalışmış olan Dr.Faruk
Al-Baz ise şöyle demiş: “Ay’ın
yüzeyinin altında olduğu düşünülen keşfedilmemiş birçok
oyuk var. Bunu anlamak için çeşitli deneyler yapıldı.”
(Aynı şeyleri Afrika Zulu kabilesinin şamanı Credo Mutwa da Zulu
efsanelerinde Ay’ın içinde bölümler olduğundan söz edildiğini
söylemişti).
Bilindiği
gibi NASA, Ay’da, sismometreler yerleştirdikten sonra birkaç
kere güçlü patlamalar yaptırttı.Böylece Ay’ın içinin oyuk
olduğu iyice teyit olmuş oldu. Bir ton TNT’ye eşit güçteki
patlamalardan sonraki şok dalgası 8 dakika sürdü ve NASA bilim
adamlarının sözleriyle Ay, bir çan gibi çınladı!
Sismik
deneyin yardımcı direktörü Maurice Ewing, “Sanki
bir kilisenin çan kulesinde birisi çana bir kere vurmuş,
çınlamalar yarım saat sürmüş gibiydi”
derken, ne olduğunu tam olarak değerlendiremediğini söylemiş.
MIT/Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden Dr. Frank Press ise
düşüncelerini, “Bizim
deneyimimizin oldukça ötesinde birşeydi” demiş.
Daha
sonra, başarısız bir misyondan sonra artık kullanılmayacak olan
‘Saturn V’ aracı ayın yüzeyine çarptırılarak, 11 ton TNT’ye
eşit bir patlama sağlandı. NASA bilim adamlarının ifadesine göre
Ay tam bir ‘gong’ gibi çınlamış, titreşimleri 3 saat 25
dakika sürmüş.
‘Ay’ı
Kim İnşa Etti’ adlı kitabın yazarlarından birisi olan Alan
Butler, Apollo uçuşları sırasında Veri ve Foto Kontrol
Departmanı’nın danışmanı olan Ken Johnson’la bu konuyu
konuşurken Johnson, Ay’ın bir çan gibi çınlamaktan daha öte
bir şekilde etkilendiğini, içinde devasa hidrolik damper kirişleri
varmış gibi yalpaladığını söylemiş.
Sovyet
bilim adamları, Ay’ın içini oymak için nükleer enerji
kullanılmışsa, o zaman Ay’da Uranyum 236 ve Neptünyum 237’nin
bulunmuş olmasının nedeninin anlaşılacağını söylemişler,
çünkü Neptünyum 237 radyoaktif bir metalik element, nükleer
reaktörlerin ve plutonyumun üretiminin ikincil/yan ürünü.
Uranyum 236 ise, tüketilmiş nükleer yakıtta ve yeniden işlenmiş
uranyumda bulunan uzun ömürlü bir radyoaktif nükleer atık...
Peki bizim ‘doğal’ Ay’da neler oluyor böyle?
Bilim
adamları, Ay’ın yüzeyindeki aşırı derecede yüksek titanyum
içeriğinin, krom ve zirkonyum ile birlikte bulunmasının, Ay bir
‘yapı’ ise, açıklanabileceğini söylemişler. Bunlar, ısıya
ve yıpranmaya inanılmaz derecede dirençli ‘refraktör’
metaller.
Vasin
ve Şerbakov’un ifadesine göre bu metaller ısıya karşı çok
dayanıklı, dolayısıyla herhangi bir saldırıya karşı koyacak
gücü de çok. Kısaca devasa bir yapay uyduyu olumsuz ısı, kozmik
radyasyon ve meteor bombardımanından korumak gerekiyorsa ve bunun
için de uygun bir materyal kullanılacaksa, işte tam bu metaller
seçilirmiş!
Dediklerine
göre bu, Ay’daki taş veya kayaların ısı iletkenliğinin çok
zayıf olmasının nedenini de açıklıyor. Mühendislere göre bu
‘Ay’ denen ve çok uzun bir geçmişi olan uzay gemisi muhteşem
bir şekilde inşa edilmiş. Şöyle devam ediyorlar:
“Eğer
yapay bir uydu faaliyete geçirecekseniz, içinin oyuk/boş olmasında
yarar var. Aynı zamanda böylesine muazzam bir uzay projesi
yapabilen birilerinin, böyle devasa boş bir gövdeyi sadece dünyaya
yakın bir yörüngeye oturtmakla yetinmeyeceklerini düşünmek
saflık olur. Muhtemelen oldukça eski bir uzay gemisi ile karşı
karşıyayız. İçi motorlar/makinalar için yakıt, materyal ve
onarım ekipmanı, seyir cihazları, gözlem ekipmanı ve çeşitli
makinalarla dolu olmalı. Başka bir deyişle, bu evren gemisinin,
bütün bir uygarlığa milyonlarca yıl yurt olmak üzere, uzayda
milyonlarca mil dolaşacak şekilde Nuh’un istihbarat Gemisi olarak
kullanması için gereken herşey mevcut.
Doğal
olarak, böyle bir uzay gemisinin kabuğu, meteor yağmurlarına ve
aşırı sıcak ve soğuk ortamlar arasındaki dalgalanmalara
dayanabilmesi için olağanüstü sert olmalı. Muhtemelen kabuk çift
katmanlı, iç katman 20 mil kalınlıkta, dış katman ise ortalama
3 mil kalınlıkta daha gevşek bir yapıda. Deniz ve kraterlerin
olduğu belirli bölgelerde üst tabaka ince, bazı yerlerde hiç
yok.”
Ay’ın
üzerindeki kraterler tabii ki dış katmanın derinliğine bağlı
olup, hakkında ancak kabaca tahminler yapılabiliyor, ancak bilim
adamları, dışarıdan gelebilecek herhangi bir darbenin önce bu,
‘içine geçirmez’ kara zırh ile karşılaşacağını
söylüyorlar.
Vasin
ve Şerbakov, ‘maria’düzlükleri denilen, ‘maskon’ olarak
bilinen yerçekimi alanlarındaki tuhaf değişikliklerin de
‘yapısal’ açıdan açıklanabilir olduğunu söylüyorlar. Dış
katmanda, özellikle de ince olan ‘maria’ düzlüklerinde
oluşabilecek bir hasarın, bölgeyi yanardağ lavına benzeyen bir
çeşit beton ile dolduracağını belirtiyorlar, zaten bu da
dünyadan bakıldığında biraz ‘deniz’e benziyor.
Kitapta,
“Bunu
yapmak için gereken materyal ve makina stoku kuşkusuz hala duruyor
ve bu da yerçekimsel anormallikleri çoğaltmak için yeterli”
demişler.
Ay’daki
kayaların yaşları arasındaki olağanüstü farklılıklar uzay
gemisi Ay’ın kozmik seyahetlerine dayalı olup, çeşitli
yerlerden, çeşitli çağlardan kalma olabilirmiş. Gözlemlenmiş
olan esrarengiz su buharı bulutları ise, hayatın
sürdürülebilmesini sağlayan atmosferi oluşturacak gazların
salınımından kaynaklanıyormuş.
Bilim
adamlarına göre, Ay’ın uzak tarafındaki yükseklik de, Ay’ın
çökmesini engellemek için oluşturulmuş olan çok güçlü bir
kabuk şeklinde açıklanabilirmiş.
Ay,
en azından yeniden yapılmış şekli ile doğal bir cisim değil,
belki de tamamen bir yapı. Kanıtlar o yönü gösteriyorsa bütün
bilgileri öğrenmeye açığım...Ay’ımız yalnız da değil.
Aynı yapıda daha birçok başka ‘ay’lar olduğuna da eminim...
Yıllardır
Mars’ın ‘ay’ı olan Phobos’un da doğal olmayabileceği
tartışmaları yapılıyor. Mars iki ‘ay’ı var; Yunanca ‘korku’
anlamına gelen ‘Phobos’ ve ‘panik’ anlamına gelen ‘Deimos’.
Bu arada, Rus astrofizikçi Dr. Yosif Şlovski’nin 1959’daki
kayıtlarda Phobos’un yapay bir uydu olabileceğini söylediği yer
alıyor. Tuhaf yörüngesi nedeniyle, zaten veriler de içinin boş
olabileceğini gösterdiği için böyle düşünmüş olmalı.
NASA’da Uygulamalı Matematik Bölümü Başkanı olan Raymond H.
Wilson Jr. 1963’de Phobos’un Mars’ın yörüngesinde devasa bir
üs olabileceğini, NASA’nın da bu olasılığı göz önüne
aldığını söylemiş. Aynı şeyi, Başkan Eisenhower’ın uzay
araştırmaları danışmanı olan Dr.S. Fred Singer’in de söylemiş
olması ilginç...
Avrupa
Mars Express uzay aracı, 2010’da Phobos’un yakından
fotoğraflarını çekti. Bulgulara göre Phobos, olması gerekenden
hafifmiş, içi boş olabilirmiş ve bileşimi bilinen asteroid veya
meteorlar gibi değilmiş.
Ay’ın
yüzeyindeki açıklanamayan faaliyetler sürekli olarak örtbas
ediliyor. Eskiden NASA çalışanları ve çalışmalarla ilgili
deneyimleri olanların ifadelerine göre,doğal olmayan görüntüler,
kamuoyuna sunulmadan önce hep resimlerden silinmiş. Virginia’daki
(CIA) Langley Hava Kuvvetleri Üssü’nde hassas elektronik
fotografik onarımcı olarak çalışan Çavuş Karl Wolf, 2001’de
Washinton DC’deki bir Ulusal Basın Kulübü toplantısında,
1965’te çekilmiş olan fotoğraflarda, Ay’ın uzak tarafında
muazzam yapılar göründüğünü söylemiş. Çavuş, Langley
üssünde görev yaptığı sıralarda birgün, teknik bir problemi
çözmesi başka bir bölüme çağrılmış. Ay’ın fotoğraflarını
büyütmek üzere parçaları bir araya getiriyorlarmış.
Fotoğrafları düzenmekte olan bir havacı ona; “Biliyor
musun, Ay’ın uzak tarafında bir üs keşfettik”
demiş. Sonra ona geometrik şekillerde, küre biçiminde binalar,
radar çanaklarına benzeyen çok yüksek kulelerin bulunduğu aydaki
üssün resmini göstermiş.
Bazı
binaların üzerlerinde yansıtıcı yüzeyler varmış, bazısı
ona, elektrik üretim tesislerindeki soğutma kulelerini hatırlatmış.
Diğer kuleler düz ve uzun, tepeleri ise düz ya da kubbeliymiş.
Çavuş Wolf, toplantıda bu yapıların çoğunun çok çok büyük
olduğunu özellikle vurgulamış, (Büyüklük meselesi burada yine
karşımıza çıkıyor). bazılarının uzunluğunun ise en az yarım
mil olduğunu tahmin ettiğini söylemiş.
‘Moon
Rising/Ay’ın doğuşu’ adlı DVD belgeselinde Jose Escamilla,
resimlerde Ay’ın üzerinde, ne olduğu anlaşılmasın diye
bulanıklaştırılmış olan cisimleri özellikle belirginleştirmiş.
NASA’dan bazı kişiler bu belgeseli yapanlara; “Hep
yalan söyledik”
demişler. Aşağıdaki resim, incelenmek üzere adli görüntü
uzmanı Jim Hoeericks’e gönderilmiş. Onun tahminlerine göre
resimlerdeki görüntüler, Los Angeles kadar on tane şehir
büyüklüğünde imiş.
Şimdi
karşımızda böylesine gelişmiş bir teknoloji var.
Yapılan-yapılmakta olanlarla yapılacak olanlar kıyaslanacak gibi
de değil! 1970’lerde basılmış olan ‘Ay’ımızın Üzerinde
Başka Birileri Var’ adlı bir kitap okudum. Ay’da doğal olmayan
birçok sayısız fenomen örnek, bütün ayrıntılarıyla
anlatılıyor. Kitabın yazarı olan George E.Leonard, binlerce NASA
fotoğrafını incelemiş, NASA’dan muhbirlerle konuşmuş ve
astronotların ses kayıtlarını saatlerce dinlemiş. Gördüğü ve
duyduğu bir sürü kanıttan sonra Ay’da kesinlikle zeki bir hayat
olduğu sonucuna varmış.
Ben
de aynen öyle düşünüyorum, ancak dahası var. Asıl aksiyon
Ay’ın içinde! NASA, 2009’da Ay’ı, su olup olmadığını
anlamak için bombalamış olduklarını söyledi, ama gerçek
sebebin bu olmadığından kesinlikle emin olabilirsiniz...
Neler
olduğu hakkında bilmediğimiz çok şey var, ama artık, birkaç
yıl önce bilmediklerimizden çok daha fazlasını biliyoruz. Bu
noktadan ilerisine gidebilmek için de kesinlikle ‘açık’ bir
zihin gerekli. Ama zaten hep de öyle değil midir?