(David
Icke’ın 21 Nisan 2013 tarihli makalesi)
“ KORKU ”
‘Korku’nun
tanımı: ‘Birisinin
veya bir şeyin tehlike, ağrı veya bir tehdit oluşturacağı
inancından kaynaklanan hoş olmayan duygu’.
Veya ‘Bir tehlike nedeniyle gerginlik ve tedirginlik hissi’.
Bu
kriter çerçevesinde herkes farklı seviyelerde bir korku
hissediyor. “İşimi
kaybeder miyim? İlişkim sona mı erer? Kirayı ödeyebilecek miyim?
Çocuklarıma ne olacak?”
... gibi insanların korktuğu veya kendini tedirgin ve tehlikede
hissettiği bir sürü sebep oluşabilir. İşler yolunda gitmediği
zaman insanlar ne yapacaklarını düşünürler, yolunda gittiği
zamanlarda ise ‘acaba işler neden yolunda?’ diye şüpheye
düşerler.
Ne
var ki, insanların çoğunun bu sonsuz korkuları, gerçekleşenlerden
değil, gerçekleşme ihtimali olan sebeplerden kaynaklanır! İnsan
‘beden aklı’nın ‘korku’ işlemi, bu ikisini ayırdedemez.
Bir deneyin, sizi korkutan birşey düşünün, bedeniniz ve
duygularınız sanki gerçekmiş gibi tepki verir.
Bunun
nedenini anlamak çok kolaydır. Başınıza gerçekten korkutucu
birşey geldiyse, ‘bilgi’ beyine duygular aracılığıyla iletilir ve beden aklı, algılanan tehdit ile alarma geçer.
Korkutucu birşey düşündüğümüz zamanki fark ise, beyinin bir
kısmının ‘bilgi’yi kendisine iletmesidir ve yine aynı tepki
mekanizması harekete geçer.
Tabii
ki, gerçekten korkutucu birşey oluyorsa duygular kabarır, ama
temel prensipler aynıdır. Bir de çoğu insan, benim ‘arka
plandaki tedirginlik’ dediğim şekilde hayatlarında hep korku ile
yaşar.
Tedirginlik
duygusu hep oradadır, ama kişiler çoğunlukla işe dalınca
yalnızlık duygusundan kaçabilirler. Veya sessizliği birkaç kadeh
içkiden sonra herhangi birşey de doldurabilir, Zaten çoğu insan
bu korku yüzünden sessizlikten hoşlanmaz. Kimi bir odaya girdiği
zaman hemen TV’yi, kimi ise araba kullanırken mutlaka radyoyu
açar.
Kitaplarımda
da ayrıntılı bir şekilde ele aldığım üzere uzun zamandır
edinmiş olduğum görüş şudur ki; benim ‘Matriks’ dediğim
enerji alanımız, genetik olarak programlanmış olan geri plandaki
korkuya koşullandıran frekanslarla şifrelenmiş ve bu, tam
anlamıyla bir korku ve dehşet duygusu tetiklemek üzere sürekli
bir alarm durumunda.
Korku,
kitlesel kontrolün sağlanması için en önemli araç... İnsanları
kontrol altında tutan ve düşük frekanslı duyguların yarattığı
enerji ile beslenen vampirler için de tam bir besin kaynağı...
Prenses Diana’nın çok yakın arkadaşı Christine Fitzgerald bana
bir keresinde; “Tabii
ki insanlara sivri dişleri ile gelip kanlarını emmeyecekler.
Onların gıdası ‘korku’. Aslında korkuyu somut bir hale
getirebilirler.” derken
gayet haklıydı.
İnsanları
kontrol altında tutmanın temel aracı korkudur, çünkü; a)
manipülatörlere enerji gücü verir, b) insanların özgürlükleri
kısıtlansa bile korkuya esir olunca kendilerini koruyacağına
inandıkları herşeye inanır ve kabullenirler.
Benim
‘Problem-Tepki-Çözüm’ dediğim teknikte de, sistem önce
problemi yaratıyor, sonra da işe yarayacak bir çözüm öneriyor,
çünkü o arada korku ve dehşete karşı müthiş bir tepki oluşmuş
oluyor.
Bu
tepki çoğunlukla, ‘mutlaka birşey yapılması lazım’ şeklinde
olur. Nereye bakarsanız bakın, kontrol altında tutmanın tek
anahtarı ‘korku’dur. Dolayısıyla özgürlüğe geçiş, sadece
korkuyu yenmekle sağlanabilir.
Boston
Maratonu'nda, korkunun manipüle edilmesi yoluyla istenen sonuca
varıldığının bir başka örneğidir. Ayrıntılar, olayın bir
polis/ordu manevrası olduğunu yansıtıyor, aynen 11 Eylül,
Londra’daki bombalanma, Madrid’de trenin bombalanması, Oslo’daki
bombalama, Sandy Hook okulundaki olaylar v.s. gibi... Amaç
algılamayı kandırarak korkuya dönüştürmek.
1965’te
katledilen Amerikalı Müslüman lider, insan hakları savunucusu
Malcolm X şöyle demiş:
Zaten
Müslümanları çoktan öcü yaptılar ve bu öyle boyutlara
getirildi ki esmer derili bütün insanlara hep kuşkuyla bakılır
oldu. Şimdi de aynı şeyi, Orwell tarzı planı ifşa eden ve karşı
koyan araştırmacılara karşı yapıyorlar. Her iki halde de tercih
ettikleri silah ‘korku’.
“Eğer dikkat etmezseniz gazeteler; zulüm altındaki insanların sizden nefret etmesini, zulmedenleri de sevmenizi sağlayabilirler.” |
Halka
açık yerlere bomba koyma planları, hedef kitlede maksimum korku
yaratmak üzere tasarlanıyor. Bunu yapanlar, ücra yerlerde birşey
olursa, özellikle de deniz aşırı yerlerde, ‘bu bana da
olabilir’ faktörünü pek aramıyorlar.
Herşey,
elle tutulur, kişisel bir deneyim gibi değil de sanki film izlermiş
gibi insanların hemen dibinde olursa etkin oluyor. Ya bir okul
seçiyorlar, ya da bir spor faaliyetinin bitiş noktasını hedef
alıyorlar. O zaman tabii ki insanların, ‘ben ve benim’ egosu
tetikleniyor ve ‘Ne
yapacaksan yap, ama Allah aşkına beni koru!’
aşamasına getiriliyorlar, böylece de sistemin istediği herşeyi
dayatması meşrulaşmış oluyor.
Psikolog
ve bilim muhabiri Daniel Goleman 1996 basımı ‘Duygusal
Zeka: Neden IQ’dan daha önemli olabilir?’
adlı kitabında ‘duygusal hal’i, ‘amigdalanın gaspedilmesi’
olarak şöyle anlatıyor: “Bir
olaya duyulan duygusal tepki, tamamen algılanan tehdit ve korku
mekanizmasının, düşünen zihni gaspetmesiyle oluşuyor.”
Amigdala,
duygusal olaylara bağlı olarak tepki ve hatırlamada merkezi bir
rol oynar. Amigdalanın gaspedilmesi, insanların saldırmaları ya
da kaçmaları şeklinde gelişen ‘savaş ya da kaç’ reaksiyonu
olarak bilinir. Buna bazıları ‘oradan uç/kaybol-savaş, ya da
donup kal’ da derler. Sonuncusu insan genetiğindeki, tehlike
karşısında donup kalma veya ölü taklidi yapma şeklinde görülen
hayvan programından kaynaklanır. Böylece farkedilmezler ve
şansları varsa kurtulurlar.
‘Amigdalanın
gaspedilmesi’nin 3 aşaması şöyle tanımlanır: önce duygusal
bir tepki, sonra ani bir saldırı ve çoğunlukla da tepkinin duruma
uygun düşmediğine dair reaksiyonun farkedilmesi üzerine, ‘bana
ne olduğunu anlayamadım’ şeklinde tarif edilir.
Düşünen
beyin/neokorteks devreye girince durum daha sakin bir algılama ile
karşılanırken, amigdalanın gaspedilmesi, hızla yatışan bir
duruma karşı ani bir tepki olarak algılanır. Yani neokorteks,
daha hala “Yahu,
ben ne düşünüyordum?”
aşamasındadır. Valla dostum, hiçbir şey düşünmüyordun, zaten
problem de o...
Mark
Twain’in, ‘Gerçek
çizmelerini giyinceye kadar, yalan dünyanın etrafında yolu
yarılar bile...’
diye bir
sözü vardır. İşte amigdala gaspedilirken, düşünen akıl ile duyguların arasındaki ilişki de aynen böyledir. Bunun sebeplerinden birisi amigdalanın depara çıkan atlet gibi tetikte olmasıdır. Neokorteks ise ayakta kitap okumakta, düşünmeye odaklanmış, hiç tepki göstermemektedir.
Şu anda biraz stresteyim... (dönüp sessizce burayı terket, kimse incinmesin) |
sözü vardır. İşte amigdala gaspedilirken, düşünen akıl ile duyguların arasındaki ilişki de aynen böyledir. Bunun sebeplerinden birisi amigdalanın depara çıkan atlet gibi tetikte olmasıdır. Neokorteks ise ayakta kitap okumakta, düşünmeye odaklanmış, hiç tepki göstermemektedir.
Bir
benzetme yapılacak olursa, duyguları harekete geçiren başlatma
tabancası ateşlendiği anda amigdala çoktan yola çıkmışken,
neokorteks hala sakin sakin ‘O ses de neydi?’ falan diye düşünür.
İnsanları duygusal olarak ‘hazır’ pozisyonda tutan, sürekli
olarak çevreyi tarayarak algıladıkları olası bir fiziksel,
finansal veya kişisel tehlikedir.
Sözün
özü; tabancanızı kılıfında tutmak yerine, her an bir tehdide
karşı, sürekli olarak emniyeti açık durumda elinizde tutarsınız.
Bir ‘Problem-Tepki-Çözüm’ senaryosu oynandığı zaman ise,
insanların çoğu, benim ‘amigdalanın beklemede olduğu aşama’
dediğim ‘hal’ nedeniyle çoktan hazır durumdadırlar.
Bunu,
tekin olmadığı söylenen karanlık bir evde kalmaya
benzetebilirsiniz. Normal koşullarda sizi hiç rahatsız etmeyecek
olan ani bir ses sizi yerinizden zıplatabilir veya korkudan
dondurabilir. Deparda tetikte bekleyen koşucu benzetmesindeki gibi,
‘amigdalanın beklemede olduğu’ hal, sürekli bir korku
koşullanması nedeniyle sürekli olarak ‘hazır ol’, hatta
‘başla’ aşamasına bile geçmiştir. Hep çevreyi tarar, çünkü
yaşadığı en bol duygu korku ve tedirginliktir, çünkü algılama
kasıtlı olarak aynen o şekilde tasarlanmıştır.
Amigdalanın
verdiği tepkilere ve karakter özelliklerine baktığınız zaman,
neden onun toplum yapısının perde arkasındaki ‘Gölge Kişiler’
ve sosyal yönetimlerin hedefi olduğunu hemen anlarsınız. Bir
korku halini tetiklemek kişiye göre değişir, çünkü amigdalası
çalışmadığı için hiçbir şeyden korkmadığı bilinen kişiler
de vardır.
Amigdala
tedirginlik, agresif tavır, alkolizm, hatta cinsel yönlenme ile de
bağlantılıdır. Homoseksüellerin amigdalasında heteroseksüel
erkeklere oranla daha fazla dişi özellikler olup, aynı şey kadın
tarafı için de söz konusudur.
Amigdala
‘sürüngen beyin ile de bağlantılıdır ve bu kombinasyon, korku
yoluyla kitlesel manipülasyonun tam ortasında yer alır.
‘Sürüngen
beyin-amigdala kombinasyonu’ için, global komplonun maç yaptığı
veya oynadığı stadyum denilebilir. ‘Elit soy’ ile ‘gölgedeki
kişiler’ bu stadı kontrol altında tutmazlarsa, bizi de kontrol
altında tutamazlar, o zaman da oyun biter! Bu nedenle toplum, sistem
tarafından, özellikle hergün her ikisini de hedef alacak şekilde
yapılandırılmış durumda...
Gelişmeye tasarlanmış beyin
Pembe kısım: Sürüngen beyin
Yeşil kısım: Limbik sistem
Mavi kısım: Neokorteks
|
İnsanlar
beden aklı, yani ‘sürüngen beyin-amigdala birliği’nin ötesine
geçince, yani farkındalıklarına veya bilinçlerine ulaştıkça
bu birlik etkisini kaybeder ve özellikle de ebedi doğamızın
bilinci bizi ölüm korkusundan kurtarır. Böylece katı ve gerçek
olduğuna inandırılmış olduğumuz bütün bu ‘dünya’nın,
aslında bir illüzyondan ibaret olduğu ortaya çıkar.
İşte
şimdi bu ‘kendini farketme’ olgusu gittikçe daha çok sayıda
kişinin başına geliyor, dolayısıyla ‘Kontrol Sistemi’ de
bizleri, ‘sürüngen beyin-amigdala’ egemenliğine döndürmek
için her zamankinden daha büyük bir telaşla çalışıyor.
Bu
işlemin başka bir ifadesi de ‘gelecek şoku’ olarak biliniyor,
yani buna hızlı sosyal ve teknolojik değişikliklere uyum
sağlayamayan bir kişinin fiziksel ve psikolojik sıkıntısı
denilebilir, ama bu şoklar sadece sosyal ve teknolojik değil.
Bunlara, Boston Maratonu’ndaki gibi sahneye konmuş saldırıları
da dahil ediyorlar.
Aslında
‘Problem-Tepki-Çözüm’ü aktive eden, Boston Maratonu tipi veya
11 Eylül tipi şoklar. Bunlar sosyal ve teknolojik değişimlerin
hızına uyum sağlayamayan kişilerde fiziksel ve psikolojik
sıkıntılara sebep oluyor çünkü bu şok, asıl büyük bir hızla
toplumu değiştirmek için kullanılan bir bahane...
Bir
kez daha tekrarlayalım, tepki çoğunlukla, olana değil, ‘ne
olabilir?’e dayalı. Sistem, büyük çoğunluğun duygularını
esir etmek için, nispeten daha az bir çoğunluğu feda ediyor.
Boston
saldırısında 3 kişi öldü, 170 kişi yaralandı, ama 300
milyonluk Amerikan nüfusunun çoğunluğunun, halka açık etkinlik
ve yerler hakkındaki algılaması ‘kendilerine ve ailelerine de
aynı şey olabilirdi’ düşüncesine dönüştü.
Okullardaki
ateş etme olaylarında ölen her çocuk için, her sabah çocuğunu
okula bırakan milyonlarca anne babada yeni bir endişe oluştu. Bu
‘bize de olabilirdi’ zihniyeti ile insanlar ‘amigdala’ya
kilitlendiler. Bu aklı huzursuz etmek için çok güçlü bir
silah... Ayrıca Orwell tarzı bir devletin, yeni güvenlik ve koruma
ölçülerine karşı gelecek olanların muhalefetini de
zayıflatıyor, halkın genel desteğini sağlıyor. Aslında bu,
sakin ve itidalli bir düşünce değil, çünkü bu bir ‘duygu
alanı’ değil. Duygular düşünmez, sadece tepki gösterirler,
tıpkı Problem-Tepki-Çözüm’deki gibi.
Şirket
medyası, duyguların manipülasyonu yoluyla algılamayı kandırmak
için biçilmiş kaftan. İşte şimdi karşımıza yine aynı kelime
çıkıyor: algılama. Toplumu koşullandıranlar için durumun
realitesi değil, algılanması önemli. ‘Sürüngen beyin-
amigdala’, realite ile algılama arasındaki farkı bilmiyor, işte
toplumu koşullandırmanın bu yüzden çok ciddi bir önemi var.
Amerikan
halkını, kendi faşist nedenleri için silahlarından arındırmak
isteyen güçler, bu hafta Senato’daki seçimi kaybettiler,
dolayısıyla başkan da, onlar da, silahlarla ilgili kanunları
nasıl dayatacakları konusunu yeniden düşünmek durumundalar.
Silah kanunu kampanyaları, okul ve üniversite gibi sözde güvenli
olduğu söylenen yerlerdeki kitlesel katliamlar üzerine dayalı,
tabii bunun nedeni de insanların realiteyi; ‘aynısı bana ve
çocuklarıma da olabilir’ şeklinde algılamalarından
kaynaklanıyor.
Adalet
Bakanlığı’ndan Amerikan Ulusal Silah Birliği’ne sızdırılmış
olan bir bildiride; “Saldırı
silahlarının silah suçuna çok büyük bir etkisi yok... saldırı
silahlarının tümüyle elimine edilmesi cinayetler üzerinde büyük
bir etki yapmaz.” diyor.
Adalet Bakanlığı’nın araştırma, geliştirme ve değerlendirme
dairesi olan Ulusal Adalet Enstitüsü’nün Başkan Yardımcısı
olan Greg Ridgeway’ın yazmış olduğu bildiride ayrıca şöyle
deniyor:
“Kitlesel
katliamlardaki ölü sayısı (belirli yer ve zamanda 4 ya da daha
fazla kurban) yılda ortalama 35 ölüm demektir”.
İşte
resmi rakamlar böyle; kitle katliamlarında yılda ortalama 35 kişi
ölüyor. O zaman o korkunç Sandy Hook okul katliamı, Aurora
sineması katliamı, Columbine, Wisconsin ve benzeri yerlerdeki
olaylar gösteriyor ki, bunların hepsi de askeri istihbarat
şebekeleri tarafından sahnelenerek silahların kontrol altına
alınması meşru kılınıyor.
Amerika’daki
yollarda ölenlerin sayısı her 13 dakikada bir veya günde 155 kişi
ve çoğu da çocuk! Kendilerini savunmak için silah kullananlarla
kıysalandığında acaba hangisi daha kanunsuz? Tabii ki
gönüllerimiz hiç silah kullanılmasın ister, ama Amerikan
hükümeti sürekli olarak polisi gittikçe daha yoğun bir şekilde
askeri silahlarla donatıyor, o zaman tabii herkes de kendini
savunmak için silaha ihtiyaç duyar.
11
Eylül saldırısında 3000 kişi öldü, ama Amerika’da her yıl
‘Büyük Ecza/İlaç Karteli’nin ilaçları ve çeşitli tıbbi
hatalar yüzünden çok binlerce kişi ölüyor. Peki o zaman neden
her hastane ve eczanede, doktor ve eczacıları kontrol eden
üniformalı adamlar yok? Halbuki oralarda teröristlerden daha fazla
kişi öldürüyor veya sakat ediyorlar.
Duygular
yoluyla algılamanın manipüle edilmesi, insanların terörizmden
korunmak için hayatlarına ve özgürlüklerine daha fazla müdahale
edilmesine razı olmalarını ve sağlıkları bozulduğu zaman da
soluğu doktorda almalarını sağlıyor.
İngiltere’nin
Galler bölgesinde, çocuklar ve gençler MMR
(kızamık-kızamıkçık-kabakulak) aşısı olmak için kuyruğa
girdiler. Oysa Dr. Andrew Wakefield’in bu üçlü aşı ile otizm
arasındaki bağlantıyı vurgulayan araştırmasından sonra, anne
babalar çocuklarına aşı yaptırmayı reddetmişlerdi. Kitleler
halinde aşı yapılmasından sonra Wakefield’i haklı çıkaran
sayılar iyice çoğaldı. Anne babaların sonradan panik içerisinde
çocuklarını aşı kuyruğuna sokmalarına sebep, Swansea ve güney
Galler bölgesinde bir kızamık salgının çıkması oldu. Bunun
sebebi çocukların bağışlık sistemlerinin zayıf olmasına
bağlandı ve tabii derhal Dr. Wakefield suçlandı. Oysa Wakefield bu
üçlü aşının kolaylıkla tek tek verilebileceğini söylemişti.
Wakefield’in araştırması, kombinasyonun mahsurlarına dayalıydı,
ama zaten üçlü aşı da ayrılarak verilmedi. Üçünün bir arada
verilmesinin yan etkisinin olduğundan kuşku yok. Bu yazının
yazıldığı sıralarda vaka sayısı 800’e yükseldi. Nedense
yetkililer aşı olunmadığı takdirde oluşabilecek sayıyı
veriyorlar, ama aşı olmuş olan kaç çocuğun bu hastalıklara
yenildiğine dair hiç sayı vermiyorlar.
Aşı
olduğu halde hastalanan çocukların yüzdesi oldukça yüksek. Peki
aşı olmalarına rağmen neden korunamadılar? Neden benim küçük
oğlum Jaymie hiç aşı olmadığı halde hiçbir çocuk hastalığına
yakalanmadı da, aşı olmuş olan okul arkadaşları yakalandılar?
Neden tanıdığım aşı olmamış bir sürü çocuğun okul
kayıtlarında hiç hastalık nedeniyle devamsızlıkları yok?
Güney Galler bölgesinde zehirlenmek, bağışıklık sistemlerine saldırtmak ve sağlık standartlarının zayıflamasını sağlamak üzere kuyrukta bekleyeneler... |
Korku
propagandasının başlatma silahı ateşlendiği zaman,(tabii ki bu,
bu sefer de ‘kızamık korkusu’ şeklinde kendini gösterdi)
sürüngen beyin-amigdalanın, olayları ve iddiaları sakin ve
mantıklı bir şekilde düşünmesi mümkün olmadığından, derhal
eyleme geçiyor. Kollektif sözlükteki tek kelime ise... SAĞ
KALMAK!... VARLIĞINI SÜRDÜRMEK!
Panik düğmesi
|
Aşı
endüstrisi ve tıp otoriteleri Wakefield’i tam boy hedefi yapınca,
Mayıs 2010’da tıp sicili silindi ve İngiltere’de doktorluk
yapması yasaklandı. Bütün bir hafta boyunca medya ve yetkili
makamlar Wakefield’in araştırmasının güvenilmez olduğunu
tekrarlayıp durdular, ama acaba gerçekten öyle miydi? Böylece
Wakefield kamuoyunun gözünden düşürüldü, peki ya araştırması?
Büyük Teknoloji şirketlerinin egemen olduğu ‘bilim’ ve ‘tıp’
söyler de nasıl inanılmaz? Doğrusu Wakefield vakası, sisteme
karşı gelip gerçeği kovalayan bütün araştırmacılar için bir
‘uyarı’ oldu.
Şimdi
Galler bölgemizde daha önce kızamık-kızamıkçık-kabakulak üçlü
aşısına itiraz etmiş olan anne babalar çocuklarıyla birlikte
aşı kuyruğunda bekliyorlar. Peki ne oldu? Sistem, sürüngen
beyin-amigdalaya ulaşıp, hepsinin ödünü kopardı. Galler Halk
Sağlığı Kurumu’nun Başkanı olan Marion Lyons şöyle dedi:
“Bu
böyle gitmez. Aşı olmamış çocukların anne babaları ya kendi
doktorlarına aşı yaptırtsınlar, ya hafta sonu giriş serbest
konferanslara katılsınlar, ya da çocukları bir aşı yapılan bir
okula devam edecekse, aşı yapılmasına izin verdiklerine dair bir
form doldursunlar”...
Bu
tam bir saçmalık... Oysa salgınların durmasını sağlayan asıl
unsur; bağışıklık sisteminin hastalığı yenmesi. Çocuklarda
hala gelişmekte olan bağışıklık sistemi, doğumdan itibaren,
gıda ve içeceklerdeki diğer zehirlerden daha da yoğun bir şekilde
aşılardaki zehirler tarafından zayıflatılıyor. Ama sakın bunu
‘sürüngen beyin-amigdala’ya söylemeyin sizi hiç dinlemez.
Hemen kuyruğa geçip aşı olmak için kolunu sıvar ve ‘Vay
be, yine kurtardık!’
der.
Avustralya’dan
doktor Archie Kalokerinos şöyle demiş: “İnceledikçe
daha çok şoka giriyorum. Bütün bu aşı işi gerçekten devasa
bir aldatmaca. Çoğu doktor işe yaradıklarını düşünüyor, ama
doğru dürüst istatistiklere ve bu hastalıkların örneklerine
bakarsanız hiç öyle olmadığını görürsünüz.”
Yıllardır
söylüyorum, sürüngen beyin veya amigdala gibi diğer korku ve
hayatta kalma merkezleri, algılama yoluyla insanları kontrol
altında tutma amacı için çok önemli... Bu gittikçe daha çok
gözle görülür bir hale dönüşüyor.
Bunu
bilmek çok önemli, çünkü bu yolla, duygusal bir durumda sakin
kalmak yerine aklınızı beyinin tepkilerinin üretildiği
merkezlere odaklıyorsunuz. Oysa neye odaklanacağınızı
bilirseniz, bu panik düğmelerinin bilinçli bir şekilde kontrolünü
geri kazanmak da o kadar daha güçlü ve etkin olur.
Bu
yazıyı okuduktan sonra, gelecek sefer, sürüngen beyin-amigdala,
duygusal sinir bozukluğunuzu bu merkezlere yöneltmek üzere devreye
girdiği zaman, bilinçli olarak sakinleşmeyi bir deneyin... ‘Savaş
ya da kaç’ tepkiniz, karşılaştığınız duruma göre çoğu
kez hayatınızı kurtarabilir. Örneğin araba kullanırken sürüngen
beyin tepkisi ile frene basıp kamyonla çarpışmaktan
kurtulabilirsiniz, ama çoğu zaman duygusal paniğimiz gereğinden
fazla oluyor, bu da gereksiz.
Bu
tepkileri kontrol altına almak, hayatın sizi değil, sizin hayatı
yaşamanızı sağlayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder