3 Eylül 2014 Çarşamba

Gerçeğin Titreşimleri - 41 - Korku

(David Icke’ın 21 Nisan 2013 tarihli makalesi)

“ KORKU ”

Korku’nun tanımı: ‘Birisinin veya bir şeyin tehlike, ağrı veya bir tehdit oluşturacağı inancından kaynaklanan hoş olmayan duygu’. Veya ‘Bir tehlike nedeniyle gerginlik ve tedirginlik hissi’.

Bu kriter çerçevesinde herkes farklı seviyelerde bir korku hissediyor. “İşimi kaybeder miyim? İlişkim sona mı erer? Kirayı ödeyebilecek miyim? Çocuklarıma ne olacak?” ... gibi insanların korktuğu veya kendini tedirgin ve tehlikede hissettiği bir sürü sebep oluşabilir. İşler yolunda gitmediği zaman insanlar ne yapacaklarını düşünürler, yolunda gittiği zamanlarda ise ‘acaba işler neden yolunda?’ diye şüpheye düşerler.

Ne var ki, insanların çoğunun bu sonsuz korkuları, gerçekleşenlerden değil, gerçekleşme ihtimali olan sebeplerden kaynaklanır! İnsan ‘beden aklı’nın ‘korku’ işlemi, bu ikisini ayırdedemez. Bir deneyin, sizi korkutan birşey düşünün, bedeniniz ve duygularınız sanki gerçekmiş gibi tepki verir.


Bunun nedenini anlamak çok kolaydır. Başınıza gerçekten korkutucu birşey geldiyse, ‘bilgi’ beyine duygular aracılığıyla iletilir ve beden aklı, algılanan tehdit ile alarma geçer. Korkutucu birşey düşündüğümüz zamanki fark ise, beyinin bir kısmının ‘bilgi’yi kendisine iletmesidir ve yine aynı tepki mekanizması harekete geçer.

Tabii ki, gerçekten korkutucu birşey oluyorsa duygular kabarır, ama temel prensipler aynıdır. Bir de çoğu insan, benim ‘arka plandaki tedirginlik’ dediğim şekilde hayatlarında hep korku ile yaşar.

Tedirginlik duygusu hep oradadır, ama kişiler çoğunlukla işe dalınca yalnızlık duygusundan kaçabilirler. Veya sessizliği birkaç kadeh içkiden sonra herhangi birşey de doldurabilir, Zaten çoğu insan bu korku yüzünden sessizlikten hoşlanmaz. Kimi bir odaya girdiği zaman hemen TV’yi, kimi ise araba kullanırken mutlaka radyoyu açar.

Kitaplarımda da ayrıntılı bir şekilde ele aldığım üzere uzun zamandır edinmiş olduğum görüş şudur ki; benim ‘Matriks’ dediğim enerji alanımız, genetik olarak programlanmış olan geri plandaki korkuya koşullandıran frekanslarla şifrelenmiş ve bu, tam anlamıyla bir korku ve dehşet duygusu tetiklemek üzere sürekli bir alarm durumunda.

Korku, kitlesel kontrolün sağlanması için en önemli araç... İnsanları kontrol altında tutan ve düşük frekanslı duyguların yarattığı enerji ile beslenen vampirler için de tam bir besin kaynağı... Prenses Diana’nın çok yakın arkadaşı Christine Fitzgerald bana bir keresinde; “Tabii ki insanlara sivri dişleri ile gelip kanlarını emmeyecekler. Onların gıdası ‘korku’. Aslında korkuyu somut bir hale getirebilirler.” derken gayet haklıydı.

İnsanları kontrol altında tutmanın temel aracı korkudur, çünkü; a) manipülatörlere enerji gücü verir, b) insanların özgürlükleri kısıtlansa bile korkuya esir olunca kendilerini koruyacağına inandıkları herşeye inanır ve kabullenirler.

Benim ‘Problem-Tepki-Çözüm’ dediğim teknikte de, sistem önce problemi yaratıyor, sonra da işe yarayacak bir çözüm öneriyor, çünkü o arada korku ve dehşete karşı müthiş bir tepki oluşmuş oluyor.

Bu tepki çoğunlukla, ‘mutlaka birşey yapılması lazım’ şeklinde olur. Nereye bakarsanız bakın, kontrol altında tutmanın tek anahtarı ‘korku’dur. Dolayısıyla özgürlüğe geçiş, sadece korkuyu yenmekle sağlanabilir.

Boston Maratonu'nda, korkunun manipüle edilmesi yoluyla istenen sonuca varıldığının bir başka örneğidir. Ayrıntılar, olayın bir polis/ordu manevrası olduğunu yansıtıyor, aynen 11 Eylül, Londra’daki bombalanma, Madrid’de trenin bombalanması, Oslo’daki bombalama, Sandy Hook okulundaki olaylar v.s. gibi... Amaç algılamayı kandırarak korkuya dönüştürmek.

1965’te katledilen Amerikalı Müslüman lider, insan hakları savunucusu Malcolm X şöyle demiş:
Eğer dikkat etmezseniz gazeteler; zulüm altındaki insanların sizden nefret etmesini, zulmedenleri de sevmenizi sağlayabilirler.”
Zaten Müslümanları çoktan öcü yaptılar ve bu öyle boyutlara getirildi ki esmer derili bütün insanlara hep kuşkuyla bakılır oldu. Şimdi de aynı şeyi, Orwell tarzı planı ifşa eden ve karşı koyan araştırmacılara karşı yapıyorlar. Her iki halde de tercih ettikleri silah ‘korku’.
Halka açık yerlere bomba koyma planları, hedef kitlede maksimum korku yaratmak üzere tasarlanıyor. Bunu yapanlar, ücra yerlerde birşey olursa, özellikle de deniz aşırı yerlerde, ‘bu bana da olabilir’ faktörünü pek aramıyorlar.

Herşey, elle tutulur, kişisel bir deneyim gibi değil de sanki film izlermiş gibi insanların hemen dibinde olursa etkin oluyor. Ya bir okul seçiyorlar, ya da bir spor faaliyetinin bitiş noktasını hedef alıyorlar. O zaman tabii ki insanların, ‘ben ve benim’ egosu tetikleniyor ve ‘Ne yapacaksan yap, ama Allah aşkına beni koru!’ aşamasına getiriliyorlar, böylece de sistemin istediği herşeyi dayatması meşrulaşmış oluyor.

Psikolog ve bilim muhabiri Daniel Goleman 1996 basımı ‘Duygusal Zeka: Neden IQ’dan daha önemli olabilir?’ adlı kitabında ‘duygusal hal’i, ‘amigdalanın gaspedilmesi’ olarak şöyle anlatıyor: “Bir olaya duyulan duygusal tepki, tamamen algılanan tehdit ve korku mekanizmasının, düşünen zihni gaspetmesiyle oluşuyor.”

Amigdala, duygusal olaylara bağlı olarak tepki ve hatırlamada merkezi bir rol oynar. Amigdalanın gaspedilmesi, insanların saldırmaları ya da kaçmaları şeklinde gelişen ‘savaş ya da kaç’ reaksiyonu olarak bilinir. Buna bazıları ‘oradan uç/kaybol-savaş, ya da donup kal’ da derler. Sonuncusu insan genetiğindeki, tehlike karşısında donup kalma veya ölü taklidi yapma şeklinde görülen hayvan programından kaynaklanır. Böylece farkedilmezler ve şansları varsa kurtulurlar.

Amigdalanın gaspedilmesi’nin 3 aşaması şöyle tanımlanır: önce duygusal bir tepki, sonra ani bir saldırı ve çoğunlukla da tepkinin duruma uygun düşmediğine dair reaksiyonun farkedilmesi üzerine, ‘bana ne olduğunu anlayamadım’ şeklinde tarif edilir.

Düşünen beyin/neokorteks devreye girince durum daha sakin bir algılama ile karşılanırken, amigdalanın gaspedilmesi, hızla yatışan bir duruma karşı ani bir tepki olarak algılanır. Yani neokorteks, daha hala “Yahu, ben ne düşünüyordum?” aşamasındadır. Valla dostum, hiçbir şey düşünmüyordun, zaten problem de o...


Şu anda biraz stresteyim...
(dönüp sessizce burayı terket, kimse incinmesin)
Mark Twain’in, ‘Gerçek çizmelerini giyinceye kadar, yalan dünyanın etrafında yolu yarılar bile...’ diye bir
sözü vardır. İşte amigdala gaspedilirken, düşünen akıl ile duyguların arasındaki ilişki de aynen böyledir. Bunun sebeplerinden birisi amigdalanın depara çıkan atlet gibi tetikte olmasıdır. Neokorteks ise ayakta kitap okumakta, düşünmeye odaklanmış, hiç tepki göstermemektedir.

Bir benzetme yapılacak olursa, duyguları harekete geçiren başlatma tabancası ateşlendiği anda amigdala çoktan yola çıkmışken, neokorteks hala sakin sakin ‘O ses de neydi?’ falan diye düşünür. İnsanları duygusal olarak ‘hazır’ pozisyonda tutan, sürekli olarak çevreyi tarayarak algıladıkları olası bir fiziksel, finansal veya kişisel tehlikedir.

Sözün özü; tabancanızı kılıfında tutmak yerine, her an bir tehdide karşı, sürekli olarak emniyeti açık durumda elinizde tutarsınız. Bir ‘Problem-Tepki-Çözüm’ senaryosu oynandığı zaman ise, insanların çoğu, benim ‘amigdalanın beklemede olduğu aşama’ dediğim ‘hal’ nedeniyle çoktan hazır durumdadırlar.

Bunu, tekin olmadığı söylenen karanlık bir evde kalmaya benzetebilirsiniz. Normal koşullarda sizi hiç rahatsız etmeyecek olan ani bir ses sizi yerinizden zıplatabilir veya korkudan dondurabilir. Deparda tetikte bekleyen koşucu benzetmesindeki gibi, ‘amigdalanın beklemede olduğu’ hal, sürekli bir korku koşullanması nedeniyle sürekli olarak ‘hazır ol’, hatta ‘başla’ aşamasına bile geçmiştir. Hep çevreyi tarar, çünkü yaşadığı en bol duygu korku ve tedirginliktir, çünkü algılama kasıtlı olarak aynen o şekilde tasarlanmıştır.
Amigdalanın verdiği tepkilere ve karakter özelliklerine baktığınız zaman, neden onun toplum yapısının perde arkasındaki ‘Gölge Kişiler’ ve sosyal yönetimlerin hedefi olduğunu hemen anlarsınız. Bir korku halini tetiklemek kişiye göre değişir, çünkü amigdalası çalışmadığı için hiçbir şeyden korkmadığı bilinen kişiler de vardır.

Amigdala tedirginlik, agresif tavır, alkolizm, hatta cinsel yönlenme ile de bağlantılıdır. Homoseksüellerin amigdalasında heteroseksüel erkeklere oranla daha fazla dişi özellikler olup, aynı şey kadın tarafı için de söz konusudur.

Amigdala ‘sürüngen beyin ile de bağlantılıdır ve bu kombinasyon, korku yoluyla kitlesel manipülasyonun tam ortasında yer alır.


Gelişmeye tasarlanmış beyin
Pembe kısım: Sürüngen beyin
Yeşil kısım: Limbik sistem
Mavi kısım: Neokorteks
Sürüngen beyin-amigdala kombinasyonu’ için, global komplonun maç yaptığı veya oynadığı stadyum denilebilir. ‘Elit soy’ ile ‘gölgedeki kişiler’ bu stadı kontrol altında tutmazlarsa, bizi de kontrol altında tutamazlar, o zaman da oyun biter! Bu nedenle toplum, sistem tarafından, özellikle hergün her ikisini de hedef alacak şekilde yapılandırılmış durumda...

İnsanlar beden aklı, yani ‘sürüngen beyin-amigdala birliği’nin ötesine geçince, yani farkındalıklarına veya bilinçlerine ulaştıkça bu birlik etkisini kaybeder ve özellikle de ebedi doğamızın bilinci bizi ölüm korkusundan kurtarır. Böylece katı ve gerçek olduğuna inandırılmış olduğumuz bütün bu ‘dünya’nın, aslında bir illüzyondan ibaret olduğu ortaya çıkar.

İşte şimdi bu ‘kendini farketme’ olgusu gittikçe daha çok sayıda kişinin başına geliyor, dolayısıyla ‘Kontrol Sistemi’ de bizleri, ‘sürüngen beyin-amigdala’ egemenliğine döndürmek için her zamankinden daha büyük bir telaşla çalışıyor.

Bu işlemin başka bir ifadesi de ‘gelecek şoku’ olarak biliniyor, yani buna hızlı sosyal ve teknolojik değişikliklere uyum sağlayamayan bir kişinin fiziksel ve psikolojik sıkıntısı denilebilir, ama bu şoklar sadece sosyal ve teknolojik değil. Bunlara, Boston Maratonu’ndaki gibi sahneye konmuş saldırıları da dahil ediyorlar.

Aslında ‘Problem-Tepki-Çözüm’ü aktive eden, Boston Maratonu tipi veya 11 Eylül tipi şoklar. Bunlar sosyal ve teknolojik değişimlerin hızına uyum sağlayamayan kişilerde fiziksel ve psikolojik sıkıntılara sebep oluyor çünkü bu şok, asıl büyük bir hızla toplumu değiştirmek için kullanılan bir bahane...

Bir kez daha tekrarlayalım, tepki çoğunlukla, olana değil, ‘ne olabilir?’e dayalı. Sistem, büyük çoğunluğun duygularını esir etmek için, nispeten daha az bir çoğunluğu feda ediyor.

Boston saldırısında 3 kişi öldü, 170 kişi yaralandı, ama 300 milyonluk Amerikan nüfusunun çoğunluğunun, halka açık etkinlik ve yerler hakkındaki algılaması ‘kendilerine ve ailelerine de aynı şey olabilirdi’ düşüncesine dönüştü.

Okullardaki ateş etme olaylarında ölen her çocuk için, her sabah çocuğunu okula bırakan milyonlarca anne babada yeni bir endişe oluştu. Bu ‘bize de olabilirdi’ zihniyeti ile insanlar ‘amigdala’ya kilitlendiler. Bu aklı huzursuz etmek için çok güçlü bir silah... Ayrıca Orwell tarzı bir devletin, yeni güvenlik ve koruma ölçülerine karşı gelecek olanların muhalefetini de zayıflatıyor, halkın genel desteğini sağlıyor. Aslında bu, sakin ve itidalli bir düşünce değil, çünkü bu bir ‘duygu alanı’ değil. Duygular düşünmez, sadece tepki gösterirler, tıpkı Problem-Tepki-Çözüm’deki gibi.

Şirket medyası, duyguların manipülasyonu yoluyla algılamayı kandırmak için biçilmiş kaftan. İşte şimdi karşımıza yine aynı kelime çıkıyor: algılama. Toplumu koşullandıranlar için durumun realitesi değil, algılanması önemli. ‘Sürüngen beyin- amigdala’, realite ile algılama arasındaki farkı bilmiyor, işte toplumu koşullandırmanın bu yüzden çok ciddi bir önemi var.

Amerikan halkını, kendi faşist nedenleri için silahlarından arındırmak isteyen güçler, bu hafta Senato’daki seçimi kaybettiler, dolayısıyla başkan da, onlar da, silahlarla ilgili kanunları nasıl dayatacakları konusunu yeniden düşünmek durumundalar. Silah kanunu kampanyaları, okul ve üniversite gibi sözde güvenli olduğu söylenen yerlerdeki kitlesel katliamlar üzerine dayalı, tabii bunun nedeni de insanların realiteyi; ‘aynısı bana ve çocuklarıma da olabilir’ şeklinde algılamalarından kaynaklanıyor.

Adalet Bakanlığı’ndan Amerikan Ulusal Silah Birliği’ne sızdırılmış olan bir bildiride; “Saldırı silahlarının silah suçuna çok büyük bir etkisi yok... saldırı silahlarının tümüyle elimine edilmesi cinayetler üzerinde büyük bir etki yapmaz.” diyor. Adalet Bakanlığı’nın araştırma, geliştirme ve değerlendirme dairesi olan Ulusal Adalet Enstitüsü’nün Başkan Yardımcısı olan Greg Ridgeway’ın yazmış olduğu bildiride ayrıca şöyle deniyor:

Kitlesel katliamlardaki ölü sayısı (belirli yer ve zamanda 4 ya da daha fazla kurban) yılda ortalama 35 ölüm demektir”.

İşte resmi rakamlar böyle; kitle katliamlarında yılda ortalama 35 kişi ölüyor. O zaman o korkunç Sandy Hook okul katliamı, Aurora sineması katliamı, Columbine, Wisconsin ve benzeri yerlerdeki olaylar gösteriyor ki, bunların hepsi de askeri istihbarat şebekeleri tarafından sahnelenerek silahların kontrol altına alınması meşru kılınıyor.

Amerika’daki yollarda ölenlerin sayısı her 13 dakikada bir veya günde 155 kişi ve çoğu da çocuk! Kendilerini savunmak için silah kullananlarla kıysalandığında acaba hangisi daha kanunsuz? Tabii ki gönüllerimiz hiç silah kullanılmasın ister, ama Amerikan hükümeti sürekli olarak polisi gittikçe daha yoğun bir şekilde askeri silahlarla donatıyor, o zaman tabii herkes de kendini savunmak için silaha ihtiyaç duyar.

11 Eylül saldırısında 3000 kişi öldü, ama Amerika’da her yıl ‘Büyük Ecza/İlaç Karteli’nin ilaçları ve çeşitli tıbbi hatalar yüzünden çok binlerce kişi ölüyor. Peki o zaman neden her hastane ve eczanede, doktor ve eczacıları kontrol eden üniformalı adamlar yok? Halbuki oralarda teröristlerden daha fazla kişi öldürüyor veya sakat ediyorlar.

Duygular yoluyla algılamanın manipüle edilmesi, insanların terörizmden korunmak için hayatlarına ve özgürlüklerine daha fazla müdahale edilmesine razı olmalarını ve sağlıkları bozulduğu zaman da soluğu doktorda almalarını sağlıyor.

İngiltere’nin Galler bölgesinde, çocuklar ve gençler MMR (kızamık-kızamıkçık-kabakulak) aşısı olmak için kuyruğa girdiler. Oysa Dr. Andrew Wakefield’in bu üçlü aşı ile otizm arasındaki bağlantıyı vurgulayan araştırmasından sonra, anne babalar çocuklarına aşı yaptırmayı reddetmişlerdi. Kitleler halinde aşı yapılmasından sonra Wakefield’i haklı çıkaran sayılar iyice çoğaldı. Anne babaların sonradan panik içerisinde çocuklarını aşı kuyruğuna sokmalarına sebep, Swansea ve güney Galler bölgesinde bir kızamık salgının çıkması oldu. Bunun sebebi çocukların bağışlık sistemlerinin zayıf olmasına bağlandı ve tabii derhal Dr. Wakefield suçlandı. Oysa Wakefield bu üçlü aşının kolaylıkla tek tek verilebileceğini söylemişti. Wakefield’in araştırması, kombinasyonun mahsurlarına dayalıydı, ama zaten üçlü aşı da ayrılarak verilmedi. Üçünün bir arada verilmesinin yan etkisinin olduğundan kuşku yok. Bu yazının yazıldığı sıralarda vaka sayısı 800’e yükseldi. Nedense yetkililer aşı olunmadığı takdirde oluşabilecek sayıyı veriyorlar, ama aşı olmuş olan kaç çocuğun bu hastalıklara yenildiğine dair hiç sayı vermiyorlar.

Aşı olduğu halde hastalanan çocukların yüzdesi oldukça yüksek. Peki aşı olmalarına rağmen neden korunamadılar? Neden benim küçük oğlum Jaymie hiç aşı olmadığı halde hiçbir çocuk hastalığına yakalanmadı da, aşı olmuş olan okul arkadaşları yakalandılar? Neden tanıdığım aşı olmamış bir sürü çocuğun okul kayıtlarında hiç hastalık nedeniyle devamsızlıkları yok?
Güney Galler bölgesinde zehirlenmek, bağışıklık sistemlerine saldırtmak ve
sağlık standartlarının zayıflamasını sağlamak üzere kuyrukta bekleyeneler...
Korku propagandasının başlatma silahı ateşlendiği zaman,(tabii ki bu, bu sefer de ‘kızamık korkusu’ şeklinde kendini gösterdi) sürüngen beyin-amigdalanın, olayları ve iddiaları sakin ve mantıklı bir şekilde düşünmesi mümkün olmadığından, derhal eyleme geçiyor. Kollektif sözlükteki tek kelime ise... SAĞ KALMAK!... VARLIĞINI SÜRDÜRMEK!

Panik düğmesi
Wakefield’in açıklamalarının ışığında çocukluk dönemi aşılarının tartışılmasıyla yeniden değerlendirmeye alınması, aşı endüstrisi açısından muazzam bir eksi oluşturunca, o zamandan beri halkı yeniden uyku haline sokmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Aşı endüstrisi ve tıp otoriteleri Wakefield’i tam boy hedefi yapınca, Mayıs 2010’da tıp sicili silindi ve İngiltere’de doktorluk yapması yasaklandı. Bütün bir hafta boyunca medya ve yetkili makamlar Wakefield’in araştırmasının güvenilmez olduğunu tekrarlayıp durdular, ama acaba gerçekten öyle miydi? Böylece Wakefield kamuoyunun gözünden düşürüldü, peki ya araştırması? Büyük Teknoloji şirketlerinin egemen olduğu ‘bilim’ ve ‘tıp’ söyler de nasıl inanılmaz? Doğrusu Wakefield vakası, sisteme karşı gelip gerçeği kovalayan bütün araştırmacılar için bir ‘uyarı’ oldu.

Şimdi Galler bölgemizde daha önce kızamık-kızamıkçık-kabakulak üçlü aşısına itiraz etmiş olan anne babalar çocuklarıyla birlikte aşı kuyruğunda bekliyorlar. Peki ne oldu? Sistem, sürüngen beyin-amigdalaya ulaşıp, hepsinin ödünü kopardı. Galler Halk Sağlığı Kurumu’nun Başkanı olan Marion Lyons şöyle dedi: “Bu böyle gitmez. Aşı olmamış çocukların anne babaları ya kendi doktorlarına aşı yaptırtsınlar, ya hafta sonu giriş serbest konferanslara katılsınlar, ya da çocukları bir aşı yapılan bir okula devam edecekse, aşı yapılmasına izin verdiklerine dair bir form doldursunlar”...

Bu tam bir saçmalık... Oysa salgınların durmasını sağlayan asıl unsur; bağışıklık sisteminin hastalığı yenmesi. Çocuklarda hala gelişmekte olan bağışıklık sistemi, doğumdan itibaren, gıda ve içeceklerdeki diğer zehirlerden daha da yoğun bir şekilde aşılardaki zehirler tarafından zayıflatılıyor. Ama sakın bunu ‘sürüngen beyin-amigdala’ya söylemeyin sizi hiç dinlemez. Hemen kuyruğa geçip aşı olmak için kolunu sıvar ve ‘Vay be, yine kurtardık!’ der.

Avustralya’dan doktor Archie Kalokerinos şöyle demiş: “İnceledikçe daha çok şoka giriyorum. Bütün bu aşı işi gerçekten devasa bir aldatmaca. Çoğu doktor işe yaradıklarını düşünüyor, ama doğru dürüst istatistiklere ve bu hastalıkların örneklerine bakarsanız hiç öyle olmadığını görürsünüz.”

Yıllardır söylüyorum, sürüngen beyin veya amigdala gibi diğer korku ve hayatta kalma merkezleri, algılama yoluyla insanları kontrol altında tutma amacı için çok önemli... Bu gittikçe daha çok gözle görülür bir hale dönüşüyor.

Bunu bilmek çok önemli, çünkü bu yolla, duygusal bir durumda sakin kalmak yerine aklınızı beyinin tepkilerinin üretildiği merkezlere odaklıyorsunuz. Oysa neye odaklanacağınızı bilirseniz, bu panik düğmelerinin bilinçli bir şekilde kontrolünü geri kazanmak da o kadar daha güçlü ve etkin olur.

Bu yazıyı okuduktan sonra, gelecek sefer, sürüngen beyin-amigdala, duygusal sinir bozukluğunuzu bu merkezlere yöneltmek üzere devreye girdiği zaman, bilinçli olarak sakinleşmeyi bir deneyin... ‘Savaş ya da kaç’ tepkiniz, karşılaştığınız duruma göre çoğu kez hayatınızı kurtarabilir. Örneğin araba kullanırken sürüngen beyin tepkisi ile frene basıp kamyonla çarpışmaktan kurtulabilirsiniz, ama çoğu zaman duygusal paniğimiz gereğinden fazla oluyor, bu da gereksiz.

Bu tepkileri kontrol altına almak, hayatın sizi değil, sizin hayatı yaşamanızı sağlayacaktır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Paylaşım