19 Kasım 2012 Pazartesi

Gerçek’in Titreşimleri - VII

David Icke’tan ‘Gerçek’in Titreşimleri - VII


Yeni Çağ – Yoksa yeniden Eski Çağ mı oluyor?                                    — David Icke


Burada sözünü etmekte olduğum düşüncenin esneksizliği, şimdi ‘Yeni Çağ’ akımı olarak bilinen, alternative düşünce ve hayat tarzlarının bütün alanlarında var. Ancak ne yazık ki, Yeni Çağ’cıların önemli bir bölümü bunu, enkarnasyona inanan, ama dogmalarını başkalarına empoze etmeye çalışan yeni bir din haline getirmeye başladı. Sadece kendilerine uyan düşünce ve ifade özgürlüklüğünden bahsettiklerini üzülerek dinlediğim çok zamanlar olmuştur. Bu durumda bunun da eski düşünceden pek farkı kalmıyor, yani eski düşünce Yeni Çağ olarak yeniden paketlenmiş oluyor...

Sanırım bu konuda çok dikkatli olmalıyız. Bu ‘yeni’ düşünce bana, eski bir arabanın üzerine başka bir renkte boya spreylenmiş gibi geliyor. Dışarıdan bakınca yeni görünüyor, ama altındaki pas duruyor. 

‘Yeni Çağ’ın düşüncesinin önemli amaçlarından birisi de insanları, neyi düşüneceklerini söyleyenleri dinlemeyip, sadece kalplerini ve önsezilerini izlemeye teşvik etmekti. Bu son derece doğru birşeydi. Oysa şimdi ne oluyor? Şimdi bazı Yeni Çağ’cı kişilerin, insanlara, sürekli olarak ne düşünüp neyi yapmalarını gerektiğini söylediklerini görüyorum. Bu bir öneri de değil, neredeyse emir diyebileceğim bir şekilde oluyor. Bu ‘öğüt’ü kabul etmemek ise, ‘yol’dan çıkmış olmak şeklinde kabul ediliyor, dolayısıyla o ‘yol’da, başkasının, senin olmanın gerektiğini düşündüğü yol oluyor. Şimdi bu kişiler, yüreklerini ve önsezilerini izleme hakkına sahip insanlara saygı duyacakları yerde kendi önsezileri ve inanç sistemlerini başkalarının üzerine empoze etmiş olmuyorlar mı? Benim bildiğim kadarıyla ‘Yeni Çağ’, bunu sürdürmek değil, bununla mücadele etmek için ortaya çıkmıştı. Temelinde pekişen dogmanın sorgulanmaması için ‘Yeni Çağ’cılarda sansürleme bile oluştu. Yeni bir realiteye uyanmakta olan insanlar şimdi de buna saplandılarsa, o zaman bir kontrol sisteminden diğerine geçmişler demektir. O halde “Bir kişi için doğru olan herkes için doğru” oluyor. Bir kez daha dogmaları empoze etmeye başlarsanız, Eski Çağ geri geldi demektir.

Hangi organizasyona veya akıma bakacak olsanız, ortaya hep aynı motif çıkar. Organizasyon, önce bir takım inançlarla, zamanın statükosunu sorgulamak üzere ortaya çıkar, sonra yeni bilgi ve deneyimlerin ışığında gelişme göstereceği yerde bu orijinal inançları, yeni nesillerin statükosu haline getireceği katı dogmaya dönüştürür. Bu dogma da, geçmişteki dogma gibi aynı önemle savunulur. Herhangi birisi çıkıp da düşünme ve algılamasındaki arayışlarını sürdürme yolunda giderse, ‘ekstrem’ veya ‘deli’ diye ciddiye alınmaz, böylece karşımıza yine kendisini savunmakta olan eski dogma çıkmış olur.

Artık yeni bir anlayış kazanmanın önünde bir engel haline gelmiştir, çünkü spiritüel ve bilimsel düşünce, yeni düşünceyi benimsemeyi reddeder. Yeni Çağ hareketi, insanların ve dünyanın çok boyutlu görüşünü de sahiplenerek, Yeşil hiyerarşinin de ötesine geçmiştir. Şimdi tabii o da pekişme yolunda ilerliyor. Belirli alanlarda Yeşil hareket gibi, o da özgürlük değil, dogma ve baskı uygular hale geldi. 

Yeni Çağ, hepimizin eşit olduğunu söylüyor, ama o da ‘biz’ ve ‘onlar’ şeklinde, öğreticileri ve öğrenciler, guruları ve takipçileri ile bir hiyerarşi yaratıyor, tıpkı Eski Çağ gibi… Yeni Çağı kasıp kavuran bir zihin kurgusu ise ‘Ashtar Komutanlığı’nın, az sayıdaki seçilmiş kişiyi alıp götürmek üzere aşağıya uzay gemilerini göndereceğidir. Bana öyle geliyor ki, bu da bütün çağlarda yer alan temanın bir başka versiyonu- yani kurtarıcı gelip iyi kızları ve iyi oğlanları kurtaracak. Aslında insanların bu dönüşümü, herkesin ne olmak istiyorsa onu olma potansiyelini destekleyecekken bütün bunlar, başka bir bağımlılık, başka bir katı inanç sistemi yaratıyor.

‘Global Komplo’nun, kanal kişilerin kullandığı gibi, dalga boyları üzerine düşünce dalgalarının gönderildiği ‘Blue beam Operasyonu’ adlı bir proje peşinde olduğunu, başka boyutlardan veya dünya dışı varlıklardan geliyormuş gibi insanları yanıltıcı ve yanlış yönlendirici amaçlarla hazırlanmış mesajlar verileceği duyumları aldım. Artık kararınızı kendiniz verin. Seminerler, toplantılar ve benzeri faaliyetler, insanların özgürlüğünü, kim olduklarını hatırlamalarını, gerekeni yapmalarını sağlayacaksa çok iyi tabii, ama eğer ‘Aydınlanmış olan’, daha az aydınlanmış olanı eğitecekse, o zaman hepsi, yine aklını başkasına verme işine dönüşüyor.

Bazı kişilerin, ‘İngiltere’nin en iyi şifacısı’, ‘en iyi medyumu’, ‘Mesih’, ‘dünyanın kurtarıcısı’veya ‘kahraman’ gibi sıfatlara yükseltildiklerine tanık oluyorum. Neler oluyor böyle? Aslında hepimiz şifacı ve medyumuz. Kimse diğerlerinden daha iyi olduğunu söyleyemez veya neden bunu söyler? Hepimiz birbirimiziz, yani hep aynı ‘bütün’ün parçalarıyız ve hepimizin potansiyeli aynı. Bence hepimiz, üstünlük iddia etmeden birlikte çalışmalıyız. 

Bazıları, Yeni Çağı, Eski Çağ’ın farklı bir bayrak altında bütün işaretlerini taşıyan bir çağa dönüştürüyor, oysa Yeni Çağ bugünün spiritüel başarılarına büyük katkısı olmuş bir olgu, Yeni Çağ olmasa dünya daha aydınlık olamazdı. Aynı şey bir noktaya kadar Yeşil hareket için de söz konusu. Ancak birilerinin bizi dogmaların içine sokmasına izin verirsek, gelişemeyiz. Hiç kimse herşeyi biliyor değildir. Dolayısıyla her zaman öğrenecek dahası var. Katı algılamalara kapılmak bizi, hiç bitmeyen bir bilgi akışından mahrum bırakır. Zihinlerimizi ve yüreklerimizi dogmadan uzak tutmalıyız.

Yeni Çağ inanç sistemi de bir başka din sayılır. Bu tıpkı, farklı bir politika gütmekte olduğunu iddia eden Yeşiller Partisi’ne benzer. Yani resmi dini reddedip ‘Akıl’ı aşan ve Bilinç’e yönelenleri yakalamak için bir tuzaktır. Yeni Çağ’cılar hepimizin ‘Bir’ olduğunu, ölüm diye birşey olmadığını, yaratılışın faklı frekans ve dansitelerden oluştuğunu söylerler. Aslında gerçeğe çok yakınlar, bu yüzden de yol tuzaklarla dolu. 

1960-70’li yıllarda ‘Özgür Aşk’ ve ‘Hippi isyanı’ adları ile ortaya çıkan ‘Çiçek Gücü’ devrinin başını çekenler, askeri ve istihbarat görevlilerin çocukları olan müzisyenler oldu. Örneğin Doors grubunun solisti, 1971’de ölen Jim Morrison’ın babası Amiral George Stephen Morrison olup, 1964’te Tonkin körfezinde bulunan Amerikan filosunun komutanıydı. Kanıtlar hiç öyle göstermese de Kuzey Vietnam tarafından saldırıya uğramış olduklarını iddia etmiş, Başkan Johnson da bu yalanı bir bahane olarak kullanıp inanılmaz sayıda ölüm ve felakete neden olan Vietnam Savaşı’nı başlatmıştı. O sırada Amiral Morrison’ın filosunun üzerinde uçan filo komutanı James Stockdale, 1984’te yazmış olduğu ‘Aşk ve Savaş’ adlı kitabında şöyle diyordu: “Olayı izlemek için en iyi konumdaydım. Destroyerlerimiz orada olmayan Kuzey Vietnam hedeflerine ateş ediyorlardı. Orada hiçbir şey yoktu, ama Amerikan ateş gücü vardı.” Tam anlamıyla başka bir Problem-Reaksiyon-Çözüm formülü... Tıpkı akıl karıştıran uyuşturucu sirkülasyonu ile yönetilen ‘Çiçek Gücü’ düşleri gibi...Bunlar günlük bir hayat tarzı olmuştu. ‘Çiçek Gücü’, savaş karşıtı hareketi engelleyip, potansiyel etkisini saptırmak için çıkarılmıştı. İnternette 60’ların devrimi hakkındaki “Laurel Canyon’ın garip, ama gerçek hikayesi ve Hippi neslinin doğuşu” adlı diziyi okumanızı tavsiye ederim. Bu kelimeleri Google’layınca o dönem ile bazı kahramanlarının askeri ve istihbarat geçmişlerini hakkında yepyeni bir bakış açısı oluşturuyor.

Hippi neslinin ardından, İllüminati’nin içinden gelen Henry Kissinger gibi kişilerin gayretleriyle perde arkasında geliştirilen Yeni Çağ dönemi başladı. Zamanında Kissinger’in yakınında olmuş olan kişilerin bana anlattıkları bunu teyit ediyor, çünkü o sıralarda uyanmakta olan insanların akıllarını karıştırmak için yeni bir din yaratma arayışlarına girilmiş. Bunun müzerine ‘Doğu’dan, Beatles’ın Guru’su Maharishi Mahesh Yogi gibi mistik adamlar ‘Batı’ya getirilmiş ve kısa bir süre sonra ‘Uyanmış’ Yeni Çağ’cılar tapmak için yeni ‘Guru’ ve tanrılar bulmuşlar. ‘Yeni Çağ’cı dediğimiz gruplarda gerçekten son derece samimi kişiler de var, ama yanlış yönlendiren sahtekarlar, giyim tarzlarını bile değiştiren ve kendilerini buna kaptıran çok sayıda insan da mevcut. Yeni Çağ’cıların ‘Birlik’i çağrıştırmaları gerek, oysa 100 metre öteden bile onları giysilerinde ayırd edebilirsiniz. Kişilerin gardroplarında ne bulundurdukları beni kesinlikle ilgilendirmez, ama ‘Birlik’ten söz ederken üniforma giymeleri tabii ki felsefelerine pek uymuyor. Kısacası ‘Yeni Çağ’ kesinlikle ‘yeni’ değil. Aynı programı izleyen veya uygulayan başka bir din. Takipçilerinin anarşik tutumu bile arkasında saklı duran dini maskeleyemiyor. Bütün dinlerde olduğu gibi, kişi kendisini aşağı görerek, birine veya birşeye tapıyor. Herkes ‘Bir’ olmaktan veya ‘Gücü geri almak’tan söz ediyor ve İsa’nın yeni versiyonu olan ‘Sananda’’ya veya çeşitli ‘Guru’lara takılıyorlar. Dediklerine göre Hristiyanlık İsa’ya haksızlık etmiş. Oysa aslında ‘Büyük Beyaz Kardeşlik’ adı altında yine tapma ve kendini adamaya odaklı. Bu nasıl bir tesadüf ki Yani Çağ’ın ‘Sananda’sı da tıpkı Hristiyanların İsa’sına benziyor. Binlerce yıl önce yaşamış olan İsa’nın klasik imajı, o zamanların ressamlarının tasvir etmiş oldukları haliyle karşımıza geliyor, oysa Yeni Çağ’cıların ki de aynı... 

Yeni Çağ’cıların, Amerika’daki “Ben Birleşme’yim” oluşumunun bile bir Hint felsefe okulu/eğitim yeri/ Ashram’ı var. Ashram, dini bir topluluk ile Guru’sunun yaşadığı yer anlamıne gelen Hintçe bir kelime. Tabii ki Doğu’nun engin bilgisi için diyeceğimiz hiçbir şey olamaz, bilakis ‘Bilinç’in doğası ve aldatıcı gerçekliği ile ilgili bilgileri edinme açısından çok yararları var, ancak bazı kişiler bütün ‘paket’i hiç sorgulamadan alıp benimseyince şimdi Yeni Çağ’cıların olduğu hale geliyorlar. Yani Çağ’cıların global merkezlerinden birisinin bulunduğu Sedona Arizona’da yaşayan Mark Amaru Pinkham adlı yazar, diğer boyuttan ‘Büyük Beyaz Kardeşliği’ni yılan tanrısı efsaneleri ile bağdaştırıyor.:

‘Büyük Beyaz Kardeşliği’, teosofik /tanrı felsefesiyle ilgili bir icat gibi görünüyor. 19.yüzyılın ortalarında yaşamış Rus seyyah kadın Madam Bravatski tarafından kurulmuş ve yönetilmiş bir organizasyon. Ancak Bravatski’den önce ‘Büyük Beyaz Kardeşliği’, ‘Solar/ Yılan Kardeşliği’ olarak biliniyor, üyelerine de ‘Yılan’lar deniliyordu. Tapınakları yılan gücünün barınağı olan piramitler ile, yaz kış gündönümleri ve bahar ekinoks ile hizzalanan güneş tapınaklarıydı. Örneğin Mısır’da en önemli tapınaklar, Heliopolis’teki kompleks, Giza piramitleri ve Karnek’taki güneş tapınağı idi. Bu tapınakları Mısırlı rahipler ve yılan soyundan gelen Djedhi yönetirdi. Meksika’da Yılan Kardeşliği’nin üyeleri Quetzlcoatl/Tüylü yılanlar, gün dönümü ve ekinoks ile hizzalanan çok katlı piramitleri yönetiyorlardı. Bu işleri Peru’da Amarus veya yılanlar, Çin’de Ejderhalar, Hindistan’da ise Nagas olarak bilinen aydınlanmış Yogiler yapıyorlardı. 

Uzun süredir, Djedhi, ‘yılan soyundan gelenler’ ile içeriden biri olan ‘Star Wars’ın yaratıcısı George Lucas arasında bir bağlantı kuruyorum. Filmdeki ‘Djedhi/Jedi’ şöyle anlatılıyor: “Tapınak Şövalyeleri gibi Haçlı Seferleri sırasında ortaya çıkan askeri ve dini tarikatlere benzeyen eski ve asil manastır üyeleri”...Jedi şövalyeleri iki özellikleri ile tanınıyorlar. Birincisi, güç üzerine kurulu bir dine bağlılar, ikincisi, Güç’e bağlı bir kişinin gösterdiği özel yeteneklere dayalı olarak tarikata seçiliyorlar.

Güç’ün asıl anlamı nedir? Mark Amaru Pinham’ın, ‘yılan soyundan gelenler’ için söylediği gibi, bunlar üstün bilgiye sahipler, ama genel toplumdan saklıyorlar. Üstelik bütün dünyadaki eski rahipliklere ve liderliklere egemen olup, Sümer, Mısır, Hindistan ve Çin gibi eski medeniyetleri hep yönetmişler. Pinham’ın eski uyumlanma okullarının, bugünün Tapınak Şövalyeleri ve masonları gibi gizli cemiyetlere dönüşmüş oldukları düşüncesine de katılıyorum. Bunlar bugüne kadar hep gizli gizli varlıklarını sürdürmüşler. Bunun ‘aydınlanma’ ile hiç bir ilgisi olmadığı gibi, sadece egemen olmaya/hakimiyete dayalı. Kısacası Yeni Çağ dininin tanrıları da sürüngen varlıklar, yani bütün dinlerde farklı adlar altında tapılan hep aynı tanrılar... Oysa ‘Bilinç’in din ile hiç işi yoktur, din ‘Akıl’ işidir, çünkü hep yapı ve hiyerarşi ile ilgilidir. 

Şöyle bir benzetme yapalım; 50 tane kedi yavrusunu, 50 tane yün yumağı ile bir odada bırakıp, saatler sonra bu birbirine karışmış yünleri çözmek için odaya girelim. Bu benzetneyi, ‘Sistem’in, insan psikolojisini nasıl esir etmiş olduğunu açıklamak için kullanalım. Yani Çağ kavramının doğmuş olduğu Hindistan’daki dini inançlar işte bu durumda. Hindistan’da bir futbol stadyumunu dolduracak sayıda tanrı var ve iş çığırından çıkmış durumda. Garip evlilikler zirvede, kendi ‘kast’ından aşağıda olanlarla evlenmek isteyen gençler öldürülüyor. Günlük hayatın karmaşasında, mit ve sembolizmler, çoğu kişiyi örümceğin ağına takılmış sinekler haline getirmiş. ‘Shiva’ bunu, ‘Vishnu’ şunu söyler, ‘bunu sadece ağzın şunu söylerken’ veya ‘bunu sadece arkan Ganj’a dönükken yapabilirsin’ talimatları bitmek bilmiyor. Hepsini nasıl uygulayabiliyorlar bunu anlamak mümkün değil. Tabii ki buna benzer birçok şey diğer dinlerde de var, İsa böyle söylemiş, Musa şunu demiş vs. Çoğu din hepimizin ebedi varlıklar olduğumuzun saklanması için oluşturulmuş. Ruhları, ölümden sonraki hayatı veya ölümü anlatıyorlar, ama kuruluş prensipleri Sonsuz bilinç’e değil, akıla ve bedene dayalı. Aslında diğer dinlerle karşılaştırıldığında ‘Birlik’ ten en çok Hinduizm’de bahsedilir, ama aynı zamanda bu zamana gerçekten çok uzakta kalan 50.000 tanrı ile iş iyice karıştırılır. 

2008’de Hindistan’a gittiğim zaman bunu çok iyi gözlemledim. Birçok yönden inanılmaz bir ülke, ama o kadar çok insanın bu şekilde kontrol ediliyor olması çok üzücü. Orada, Arunachala adlı dağı görmeye gittim. Dağ, Güney Hiindistan’da Tamil Nadu’daki Thiruvannalai adlı kasabanın yakınında yer alıyor. Burası Sri Ramana Maharshi’nin yurdu. 13 yaşındayken, “Ben kimim! Sözünü ettiğimiz bu ‘ben’in doğası nedir?” sorularına cevap aramaya başlamış. Hayatı boyunca sürdürdüğü derin meditasyonların ardından ‘ben’in sonsuz ve ebedi, değişmeyen bir ‘bilinç’, fiziksel dünyanın da bizim ‘akıl’ dediğimiz bir illüzyondan ibaret olduğunu öğrenmiş. ‘Master’ ve ‘öğrenciler’in farklı bakış açıları olduklarını, birinin orada, diğerinin şurada olmadığını anlamış. Söylemiş olduklarının çoğuna katılmıyorum. Hepimiz tek bir ‘bilinç’iz ve fiziksel alem, insanların ayrılık ve bölünme algılamaları nedeniyle kaybolmuş oldukları bir illüzyon, yanılma. Ama sevgili Shiva, onlar ne yaptılar biliyor musun? Sen 1950’de öldükten sonra burayı bir türbeye çevirdiler. Şaşkınlıkla, ona inananların, onun resminin önünde saygıyla kafalarını yere sürdüklerini gördüm. Adeta haykırmak istedim: “Hayır, hayır! Gerçeği gözden kaçırıyorsunuz! Artık dizlerinizin üzerinden kalkın!.” Asıl Ashram binası olan Ramana tapınağına gece toplantısı sırasında ulaştım. Hindu dinine doğrudan bir bağlılığı yoktu. Onun öğretilerinden alıntılar vardı, onun sade mesajını kendi planlarına uyacak şekle sokmuşlardı. Holün çevresinde, dünyadan ve yerel halktan oraya gelmiş, Ramana’ya bağlı olan insanlar vardı. Merasim, birisinin bir kitaptan birşeyler okumasına, toplananların da aynı kitaptan ahenk içersinde tekrarlamalarına dönüştü. Bu tıpkı bir Hristiyan kilise ayinine benziyordu. İslam, Yahudi veya Hindu dinlerinde de aynı şeyler vardı, aradaki fark neydi ki? Sonra Hintliler gibi giyinmiş, saçlarını Hintliler gibi bağlamış batılı insanlar gördüm. Saçlarını olmak istedikleri ‘Kutsal kişi’ gibi bağlamış ve onun kılığına bürünmüşlerdi. Ramana tarzı saçı ve giysisine ters düşen, keskin İskoç aksanlı çok tatlı bir adam vardı. Bir çokları gibi sanki yerde gizlenmiş bir ipin üzerinde yavaş yavaş yürüyordu. Bu ‘Aydınlanma’dini falan olamazdı, bu tam bir bilgisayar programıydı. Bu insanlarla dalga geçmiyor veya alay etmiyorum. Ne giyerlerse giysinler, nasıl görünürlerse görünsünler. Benim gibi şapşal bir pantalon ve t-shirt içinde olsalar daha sevimsiz olurdu herhalde. Giysinizin, saçınızın biçimi hiç önemli değil. Saçınızın biçimi veya giysiniz hiç önemli değil. Aydınlanma bir moda değil, bir ‘hal’dir! Dışarıda bir kişi arayanlar çok önemli bir ayrıntıyı gözden kaçırıyorlar, çünkü hala birlikte olduklarını sandıkları‘dışarıda’ki bir gerçeğe odaklanıyorlar. Sınırlı akıllarında sürekli olarak imajlar ve şeylerle Sonsuz bilinç’e ulaştıklarını sanıyorlar.(Resim: 125) Dışarıda bir kişilik arayan sadece akıl...Sonsuz billinç böyle bir şey yapmıyor, akıl öyle düşünüyor, zaten dışarıdaki alemda kişilik arayışı da bu düşüncenin bir ifadesi. Oysa ‘sonsuzluk’ neyse o, dolayısıyla gördüğü zaman alakasız saçmalıkları tanıyor. Arunachala’da gittiğim her yerde insanlar sürekli olarak saygı gereği ayakkabılarını çıkarıyorlardı. Saygı da, kime, neye? Hepsi yapmacık. Saygı yürekten gelir, ayakkabıdan değil. Bir keresinde dağ yoluna çıkmak için tozlu bir araba parkı ile açık bir yoldan geçmek için ayakkabılarımı çıkarmam istendi. Sadece tozlu bir araba parkı ile açık bir yoldu. Akıl durduran bir saçmalık. Ben de hiçbir binaya girmedim. Sadece ben miydim? Belki de öyleydi. 

Çevremdeki herkes ‘lotus’ pozisyonunda otururken, ben ‘artirit’ hastalığım nedeniyle katlanır bahçe sandalyesinde oturduğum için gülerek bakanlar oldu, ama umurumda bile olmadı. Enerjimizi Tanrıya göre ayarlamak için lotus pozisyonuna girmek de nesi. Yani ciddi artirit hastalığım nedeniyle yere oturamıyorsam böyle bir şeye hakkım olmuyor mu? İşin komik yanı bacaklarımı aynı bu tipler gibi çaprazlamam için ancak anestezi altında olmam lazım. Bütün bu beden mekanizması hikayesi ‘akıl’ın uydurduğu başka bir serap. Bedeninizi Tanrı’ya göre ayarlayın. Ne bedeni, beden diye birşey yok ki! (Tabii ki algıladığımız anlamda beden değil). İmajinasyonunuz Tanrı ise, onu imajinasyonunuzun hayal ürünün olan bir şeye nasıl ayarlayabilirsiniz ki? Bizi Sonsuz’un farkındalığa en etkili şekilde ayarlayan ‘Sonsuz/ebedi’ olduğumuz anlayışıdır, ‘lotus’ pozisyonunda oturmak değil. Realite duygumuz, sadece bakış açımıza bağlıdır o kadar, bu sonra da deneyimlediğimiz gerçek olur. 

Sanırım Hindistan’ın resmi spiritüelliği hakkındaki genel izlenimim Ramana ashramın dışında açılmasını beklerken yıkıldı. Yakındaki kafası traşlı bir Amerikalı ‘guru’, turuncu bir tünik içersinde bağdaş kurmuş oturuyordu. Orta yaşlı iki Amerikalı kadına, aydınlanma yolu ile ilgili birşeyler anlatıyordu. Birisi müthiş bir dikkatle onu dinlerken, diğeri önemli olduğunu düşündüğü noktaları küçük not defterine kaydetmekle meşguldu. Adam herşeyin çok karmaşık olduğunu, bizlerin ‘Tanrı’ olamayacak kadar değersiz olduğumuzu söyleyince, portatif sandalyemi kapatıp biraz nefes almak için oradan uzaklaştım. En azından defterine notlar alan kadın gereken soruyu sordu: “Eğer Tanrı biz isek, nasıl Tanrı olamayacak kadar değersiz oluruz?” Uzun soluklu cevabını bitirdiği sırada neyse ki kulağın işitmeyeceği uzaklıktaydım, ama yine de ‘İsa’nın bir iki birşey söylediğini duydum. Hristiyanlık, Yahudilik veya Müslümanlık bu sefer turuncu bir elbise giymişti! Her zamanki gibi basit gerçek büyük bir karmaşıklığın ve üretilmiş bir hiyerarşinin içinde boğulmuştu. Tanrı ‘yukarıda’, bizler ‘aşağı’da. Bu tıpkı Yılan Tanrıların bizim bağlantıları algılamamızı istedikleri şekil idi. Mutlaka samimi veya gerçekten kutsal guru kadın ve erkekler de var mutlaka , ama çok azınlıkta oldukları kesin. ‘Sevgi ve ışık’, ‘Herkesi seviyorum’, ‘Herkesi kucaklıyorum’ maskesi ile gezen kaç kişiyle karşılaştım. 20 yıldır, ‘seni destekliyoruz’, ‘mesajın yerine ulaşması lazım’ diyenleri çok duydum. Yüzde 95’i “Bu işten benim çıkarım ne olacak?” diye sorar, sonunda eğer ‘Hep ben, ben, ben’ obsesyonu ile istediklerine kavuşmazlarsa, sonunda destekledikleri o kişiye büyük zarar verirler. Bu tür narsist kişiler yüzünden çok acı verici ve pahalıya mal olan deneyimler yaşadım. Hiçbir şekilde onlara güvenilmez, çünkü bir yandan sistemi çıkarlarına uygun şekilde kullanırken, diğer yandan aleyhinde konuşurlar. Kısaca ‘yeni Çağ’ da diğerlerine itiraz edenleri tuzağa düşürmek için Sürüngenler tarafından kurulmuş bir başka türlü dindir. Günlük medyanın bana ‘Yeni Çağ Guru’su’ adı takması da pek zavallıca ...

Paylaşım