Yazımız üstteki videonun metnidir.
Müzik:
Christopher Lloyd Clark. Dinlemek için tıklayın
David Icke ~ Özgürlüğe Giden Yol!
4
Haziran 2016
Eğer
evrene yeniden bağlanacaksak, eğer “Gerçek
kendim olmak ve varolan herşeye yeniden bağlanmak istiyorum”
dersek, o niyetimiz daima, bize bunun için gerekli olan deneyimleri
çekecektir. Her zaman... Ve o bağlantıyı kurabilmek için
ihtiyacımız olan tek şey de o düşük titreşimli olumsuz
duyguların ‘foseptik’ seviyesinden temizlenmektir. Oysa bütün
yaptığımız şu; içimizdeki bütün o şeyleri inkar ediyor,
“Boşver,
gel konuyu değiştirelim arkadaş, bu konuya girmek istemiyorum!”
diyor, sonra da bu işi başarmamıza engel olacak ne kadar deneyim
ve kişi varsa, kendimize hep onları çekiyoruz.
Gerçekte
olduğumuz varlığımız neyse, bizi ondan koparan bütün o düşük
titreşimli duygusal molozları temizlememiz lazım. Eğer bu
yolculuğa çıkmak üzere hazırsak ve mücadeleler başladığı
zaman “Valla,
spiritüelliği seviyorum, ama o kadar da çok değil, teşekkür
ederim, ben almayayım”
dersek, olmaz. Aslında bizi özgür kılacak olan bu mücadeleler...
Bir
adım geriye çekilip, bizi asıl özgür kılacak olan şeyin bu
deneyim olduğunu farketmemiz lazım. Bunlar, sanki bizler iyi
insanlar değilmişiz de kötü olaylar geçiriyormuşuz gibi
algılanıyor. Hep duyuyorum, bazıları; “Önceki
hayatımda çok kötü birşey yapmış olmalıyım!”diyorlar.
Oysa
bu bağlantı ve mücadeleler, temizlenmemizi sağlayarak
özgürlüğümüze yardımcı oluyorlar. Bunu anlamamız çok
önemli. Tanıdığım ‘Yeni Çağ’cı birçok kişi, bu ruhsal
konunun iyice içinde oldukları halde, hala gerçekte kim oldukları
konusunun sadece küçücük bir diliminde faaliyet gösteriyorlar,
çünkü yapmaları gereken şeyi yapmaya hazır değiller, yani
içimizde olanlarla yüzleşme mücadelesine girmeye korkuyorlar,
halbuki içimizdeki bütün bu sorunları temizleyip işleme sokmamız
lazım... Ancak bunu yapabildiğimiz zaman özgürlükten
bahsedebiliriz. Ve ilerledikçe yeniden hep aynı konuya dönüyoruz.
Özgürlüğe giden yol...
Atılacak
ilk adım ise önce başkalarının bizim hakkında ne düşüneceği
korkusundan kurtulmak.
Birkaç
kişi bana “başkalarının hakkımda ne düşüneceği korkusu”nu
nasıl yenmiş olduğumu sormuştu. Diyeceğim şu ki; o duyguyu
yenmek için önce o korkuyu tetiklemek lazım! Yani, öyle bir
durumda; “Pekala
bunu söylemeyi çok isterim, ama acaba ne derler?”
deme, söyle! Sadece ‘söyle’ gitsin!
Eğer
çevrendekiler senin ‘sen’ olma hakkına saygı duymuyorlarsa,
zaten geriye endişelenecek ne kalıyor ki? Senin hakkında daha
önce ne düşünüyorlardı? “Bunu
yapmayı seviyorum, bunu yapmak isterdim, ama sonra ne derler?”
diye düşünme. Yap
gitsin! Söyle gitsin!
Zaten o moda girince son derece ilginç şeyler olmaya başlıyor.
Öncelikle önsezini, kalbini ve ‘ora’ ile bağlantını izlemiş
oluyorsun, dolayısıyla da sana rehberlik edilmesine izin vermiş
oluyorsun. Önsezinle yap gitsin, söyle gitsin!...
Bir
süre sonra, kendi hayatımdan biliyorum, kafanız çığlık çığlığa
bağırıyor; “Aman
Tanrım, ne yapıyorsun böyle?..”
Sonunda
önsezini izlediğin zaman, çeşitli mücadeleler başlasa bile, bir
yandan “Aman
Tanrım, ben ne yaptım böyle?”
diye düşünüyorsun, ama diğer yandan da bunların, sana pozitif
bir son getirmesi için ne kadar gerekli olduğunu anlıyorsun.
Bunu
yaptıktan bir süre sonra, zihnin, kafan herşeyi görmeye başlıyor.
Yani önsezini izlediğin takdirde, bu bir mücadele de olsa, herşey
çok iyi sonuçlanıyor. Sonra ne oluyor? Kafa ve kalp eşitleniyor,
düşündüğün ve hissettiğin birlikte gidiyor. İşte o zaman
gerçek benliğinle ve kendi kaderini dışa vuracak olan gücünün
gerçek doğasıyla bağlantın kuruluyor. Yap! O neyse, onu mutlaka
yap!
Bütün anlattıklarımı
özetlediği için hikayenin özellikle bu kısmında hep söylerim,
hani insanlar ruhtan bahsederler ya. Hani, bir ruhumuz olduğu
gerçeği... Bence ruh dediğimiz, kendimizin, ‘Sonsuz, Saf Sevgi’
içindeki en yüksek ifadesi oluyor. Kim olduğun, geçmişin, ne
yapmış olduğun hiç önemli değil, ister Henry Kissinger, George
Bush, David Rockefeller veya Kraliçe Elizabeth veya dünyayı
manipüle eden ve hala da manipüle etmekte olan tipler ol, o
seviyede hep “saf sevgi”sin. Herkes öyle.
Ama o sevgi
seviyesinden kopuyoruz ve o kopukluk içerisinde saf sevgi
olamıyoruz. Oysa hepimizin aslı o! Koptuğumuz zaman da problemler,
dengesizlikler ve dengesiz davranışlar başlıyor. Oysa fiziksel
bedene doğduğumuz zaman, o “saf sevgi ruhu bağlantısı”nı
muhafaza edersek, dengeli bir yaşam için gereken herşeye sahip
oluruz. Görsel ve işitsel bilgiler gelir, bize çevremizdeki dünya
ile ilgili bilgiler verir, ruh, özsezi, yani büyük tablo ile
bağlanırız. Bize farklı bir açıdan rehberlik eden, benim burada
sembolik olarak benzettiğim “Görev Kontrol Merkezi’ ile
önsezimiz birlik olur.
Şöyle bir benzetme
yapalım, aydaki astronotu düşünelim. Onun kocaman uzay elbisesini
giymiş olalım, buna ‘bedenimiz’ diyelim, uzay elbisesindeki,
göz ve kulaklarımıza karşılık gelen donanım da, ayda ne olup
bittiğinin anlaşılmasını sağlıyor olsun. Ama bir yanda da
dünyadaki ‘Görev Kontrol Merkezi’ var, bize büyük tablonun
rehberliğini yapıyor. Olan da bu... Planda da bu var. Sembolik
olarak bu da‘önsezi’miz olsun!
Şimdi düşünün,
birisi gelip astronotun ‘Görev Kontrol Merkezi’ ile olan
bağlantısını kesse veya en aza indirse ne olur? Birdenbire,
eldeki tek bilgi ve anda olanların belirsiz anısı bu
olur. Kim olduğumuzu, nerede olduğumuzu sadece bu bilgi saptar.
Astronotun davranışı birkaç saniye veya birkaç dakikada kökten
değişir. İşte bu sembolik benzetmeyle, bu dünyaya geldiğimiz
zaman bize olan da bu!
Doğduğumuz anda
koşullandırma başlar, programlama bizi ‘Görev Kontrol
Merkezi’nden, büyük tablodan, ruhtan koparmaya başlar, böylece
etrafımızdaki yumurtanın kabuğu oluşur. Kendimizi sadece
fiziksel beden olarak görmeye koşullanır, çeşitli Tanrılara
veya adına ne derseniz ona bağlanırız. Programlama,
bilinçlendiğimiz andan itibaren başlar.
Bir arkadaşım bir
keresinde şöyle demişti, çok da doğruydu: “Seni seven anne
baban sana 2+2=5 der, sevgili öğretmenlerin sana 2+2=5 derler,
üniversiteye gidersin, adlarının arkasında bir sürü akademik
ünvanları olan profesörler sana 2+2=5 derler veya yaşıtların
sana aynı şeyi söylerler, çünkü onlar da aynı sistemden
geçmişlerdir. Medya zaten sürekli olarak 2+2=5 diyordur,
dolayısıyla büyük bir çoğunluk, koşullanarak 2+2’nin eşittir
5 olduğuna inanır. O kadar ki bu koşullandırılmış inanç, bizi
gerçekte kim olduğumuzdan koparır.
Eğer yumurtamızın
kabuğunu kırabilir, kimliğimizin gerçek doğasını ifade
edebilir ve “olmamız istenen versiyon”umuzu değil de, “asıl
kendimiz”i yaşarsak yumurtanın kabuğu çatlar, ‘Görev Kontrol
Merkezi’ne yeniden bağlanabiliriz. O noktada gerçek özgürlüğün
tadına varırız. İşte şimdi bunun mücadelesi içerisindeyiz. Bu
şansa da hepimiz sahibiz...
Çinlilerin hem
‘tehlike’, hem de ‘fırsat’ anlamına gelen bir kelimeleri
var. Şimdi biz de tam o seçim noktasındayız, çünkü hayat bu...
Yani bir seçim, farklı seçimler yapmak, bu seçimin sonuçlarından
birşeyler öğrenmek... Ruhsal tekamül/gelişim budur! Şimdi öyle
bir noktadayız ki, bu 26.000 yıllık devir sona ererken inanılmaz
adımlar atabiliriz.
Sonraki 15 yıl
dünyadaki hayatı değiştirecek. Algılama doğamızı
değiştirecek, belki biraz fiziksel dünyaya da değişiklikler
getirecek. Kesin olan şu ki, müthiş bir mücadele olacak, ama ne
kadar zorlu bir mücadele olursa olsun değişmeyen tek birşey var,
biz sonsuza kadar yaşarız, biz herşeyiz ve herşey de biz. Şu
anda ne deneyimliyor olursak olalım, bu sadece bir deneyim, sonsuza
kadar yaşarız. Kim olduğumuza odaklanmış olarak kalabilirsek,
sokaktaki “Hiçbir
gücüm yok”
diyen sıradan kadın ve erkek olmaktan çıkar, “Ben
herşeyim, istediğim herşeyi gerçekleştirebilir ve
yaratabilirim”e
dönüşürüz. Bizler birer dahiyiz, “dahi” olduğumuzu unuttuk,
bu nedenle de dünyayı çok küçük bir grup yönetiyor.
Amerika’dan bir
şarkıcı, milli marşa yeni sözler yazmış, buna ‘Dünya’nın
Marşı’ adını vermiş, ben de sözlerimi onunla bitirmek
istiyorum. Burada tarif ettiği dünya bir düşünce ötede, sadece
açık bir kalp ötede, sadece bir algılama değişimi ötede.
Nefret veya sevgi düşünürsek, nefret ve sevginin ağır bastığı
bir dünya yaratırız. Ya da sevgi ve şefkatin ağır bastığı
bir dünya yaratırız, bu bir seçim. Hepimiz bu şansa sahibiz.
Kendimizi iyileştirirsek , dünyayı de iyi ederiz, kendimizi
değiştirirsek, dünyayı da değiştiririz. Kendimizi seversek
dünyayı da severiz. Dünyayı sevdiğimiz zaman dünya çok farklı
bir şekilde dışa vurur. Deminden beri sözünü etmekte olduğum
binlerce yıllık manipülasyonun olduğu dünyadan çok daha farklı
bir dünya olur. Özgürlük bir el uzanımı ötemizde/içimizde...
Ona uzanıp da tutmanın zamanı geldi...
David icke sonsuza kadar varız demesi tam olarak nedir yani sonsuza kadar ölüp tekrar bir fiziksel bedendenmi dünyaya gelicez hep bununu demek istiyor....
YanıtlaSilDavid Icke hep asıl varlığımızı baz alarak konuşur. Yani öz, yeni ruh. Bu nedenle ölümsüzüz. Tekrar bedenlenebiliriz ama bu kesin mi ve yeniden Dünya da mı? Bilemeyiz. Oyunsa seçimlerimize, sınav ve tekamülse ihtiyaçlarımuza bağlı olsa gerek.
YanıtlaSilTüm kitaplarının Türkçeye çevrilmesini arzu ediyorum
YanıtlaSil