22 Ekim 2013 Salı

Gerçek'in Titreşimleri - XXV

ORGANİK GIDA TÜKETMEK ve KOLON TEMİZLİĞİ
‘UYANMIŞ’ OLDUĞUNUZU GÖSTERMEZ
ama ‘Uyanmamış’ olduğunuz anlamına da gelmez

(David Icke’ın, Nisan 2012’de, bir konferans için gitmiş olduğu Havai’den yazmış olduğu makale)



Hawai bir cennet... Veya burası için, ‘dünyanın farklı yerlerinde yaşayanlara oranla' bir 'cennet’ demek daha doğru olur herhalde. Honolulu gibi ana merkezlerden uzaklaşıp ormanlara, muhteşem kırlara, masmavi deniz ve bembeyaz kumsala ulaştığınız  zaman ‘Avatar’ filmini izler gibi oluyorsunuz. Ancak, ne yazık ki bu cennette de sorunlar var. Çoğu kimse bu sorunlarla yüzleşip uğraşmak istemiyor, tabii bunu yapmadıkları sürece  sorunlar da bitmeyecektir. Bazıları ise cennetin elden gitmekte olduğunun fazlasıyla farkında ve yüzleşmeleri gereken gerçekleri inkar etmeyi tercih edenleri uyarmaya çalışıyorlar.


Psikolojik hapishanenin en büyük göstergesi ‘inkar’ etmektir. Kişiler, görerek ve bilerek, yüzleşmeleri gereken gerçeği şiddetle inkar ederek kurtulacaklarını sanırlar, oysa bu onları, onun da varlığını inkar ettikleri kontrol sisteminin güçsüz birer piyonu haline sokar.  İnkar, bütün inanç sistemini ve her çeşit insanı enfekte eden bir ‘donma’  titreşimi olup, ‘kendini kandırma’ şeklinde tezahür eden en büyük sahtekardır.

Havai’ye gelince; burası, ‘kendini aldatma eylemi’nin en üst derecesini gösteren iyi bir örnek oluşturuyor. Burada hepsinden önce,  askeri mentalitenin ‘programlanmış  inkar mekanizması’ çalışıyor.  Bu hafta sonu bir konferans vermek üzere gitmiş olduğum Honolulu yakınındaki Oahu Adası’ndaki Pearl Harbor, 1941’deki Japon saldırısı ile tarihi bir üne kavuşmuştu.


11 Eylül ise, bunun ikinci bir versiyonu oldu. Roosevelt’in ve Amerikan ordu komutanlığının, Japonların Pearl Harbor’a saldırmayı planladıklarına dair çok sayıda uyarı almış olduğu, artık belgelerle açığa çıkıyor,  ‘ada’yı savunma hazırlıkları  içersine girecekleri yerde oturup gerçeklemesini beklediklerini, konuyu merak edip okuyanlar da, bütün araştırmacılar da artık biliyorlar. Saldırıda 2388 Amerikalı öldü, 1178 kişi yaralandı, 21 Amerikan gemisi battı veya hasar gördü ve 323 Amerikan uçağı tahrip oldu.

Gerçekleştirilmesine seyirci kalınan olaydaki can kaybı feci boyutlardaydı, ama bunun, Pasifik Okyanusu’ndaki Amerikan deniz gücü üzerindeki etkisi ilk bakışta göründüğünden çok daha azdı, çünkü saldırıda yok olan gemiler, gözden çıkarılmış, eski ve hantal, oysa saldırıdan önce denize açılmış veya başka yerlere gönderilmiş olan hayati önem taşıyan uçak gemileri sapasağlamdı.


A.B.D., 7 Aralık 1941'deki saldırının ertesi günü Japonya’ya, 11 Aralık’ta da Almanya ve İtalya’ya savaş ilan etti. Pearl Harbor sayesinde Roosevelt ve ‘efendi’leri istediklerini elde etmişlerdi.


Roosevelt, 1940’ta seçimi kazandıktan sonra yaptığı konuşmasında, Amerikalı ailelerin oğullarının ve kızlarının Avrupa’daki savaşa gönderilmeyeceklerine dair söz vermişti. Bunu söylemesi gerekiyordu, çünkü Amerikalıların çoğu, önceki savaştaki kayıplardan sonra Avrupa’daki başka bir savaşa katılmak istemiyorlardı. Lakin o, çocukların bir süre sonra Avrupa’daki bu savaşa da gidip, ölecek ve öldürecek olduklarını çok iyi biliyordu, bunun için de vermiş olduğu sözü bozduracak iyi bir bahaneye ihtiyacı vardı. Gerçekten de Pearl Harbor iyi bir bahane oluşturdu, saldırının ardından halkın ‘savaş karşıtı’ duyguları söndü, sonrası da malum, olanlar tarihe maloldu...


Pearl Harbor, bugün hala Amerikan Pasifik filosunun yuvası durumunda. Bütün Amerikan donanma üslerinin en yoğunu olduğu ifade edilirken, burada yer alan bir hava üssü ile de koordinasyon içersinde çalışıyor. Havai’nin her tarafında askeri kuruluşlar var. Burası Amerika’nın, Çin veya Uzak Doğu’da çıkabilecek bir savaşa karşı ilk cephe hattını oluşturuyor.


Havai adalarındaki hatırı sayılır miktardaki ‘askeri nüfus’;  Pearl Harbor’daki baskın sırasında askerlerin, insanları köle etmek isteyen bir plana hizmet eden kendi ‘taraf’ları tarafından nasıl feda edilmiş veya harcanmış olduklarını gösteren onca kanıta  rağmen, hala büyük bir inkar içersinde. Bugün Pearl Harbor’da yaşayanlar, Japonların sürpriz baskını hikayesine inanıyorlar, çünkü resmi kaynaklar ve medya propogandası onlara bunu söylüyor.  Öğrenmek veya anlamak için araştıran o kadar az kişi var ki. Askerler ülkelerine hizmet ettiklerini sanırlarken, aslında ülkelerini sistematik bir şekilde yok etmekte olan bir güce hizmet ediyorlar. Kısaca oradaki Amerikan ordusu, orada Amerika’yı savunmak için bulunmuyor. Hükümetler global kabala hizmet ediyor, üstelik de ortalıkta trilyonlarca dolar dönüyor. Yani aslında kabalın ordusu, kabalın kötülüğünü uyguluyor demek daha doğru olur. Amerika’daki insanlar ekonomik sıkıntı içerindeyken, bütün o paralar dünya ülkelerini işgal etmek için kullanılıyor, ne de olsa çok sayıda zenci ve esmer  insanı öldürmek için büyük miktarlarda para lazım, öyle değil mi?


Amerikan ordusunun, küçük bir grubun, çok sayıdaki insanı harcamak için kullandığı bir araç olduğu son derece açık ve net olsa da, betonlaşmış askeri zihniyet, bu gerçeği hep inkar ediyor.  Gerçekle yüzleşmek için, A.B.D.’nin; özgürlük ve adalet için savaşan ‘iyi adam John Wayne’, ‘Özgürlükler ve Cesur Olanların Ülkesi’ söylemlerini yeniden değerlendirmesi gerekir.  Ayrıca ordu mensuplarının, bunca yıldır o üniformaların içinde yapmış oldukları ile de yüzleşmeleri lazım. Kimse gerçeklerle yüzleşmekten hoşlanmaz, bu nedenle de hep devreye inkar girer. Neyse ki bazı askerler, aldatmaların arasından birşeyler görüp gerçeklerle yüzleşmeye başladılar, ama çoğu hala, olanlar için, görevlerini yerine getirmeleri gerektiği veya bunun için para aldıkları gibi mazeretler aramayı sürdürüyorlar. İşte gerçeğin bu şekilde inkar edilmesi nedeniyle de, dünyanın dört bir yanında savaşlar hala sürüyor...


Havai’dekiler de inkar içersindeler, çünkü o muhteşem plajlar ve alış veriş, dünyanın başka birçok yerinde olduğu gibi, insanları bu konulardan çok uzak tutuyor. Üstelik buradaki tuzak çok baştan çıkarıcı, ortam harikulade, plajlar muhteşem, hava sıcak ve güneşli ve tabii ki bu durumda dünyanın başka yerlerindeki savaşları, ölenleri kim düşünür? Şimdi gerçekle yüzleşmek için neden keyfimi bozayım? Bir zamanlar Havai’lilere ait olan bu cennet, global şirketler tarafından hortumlanıyorsa veya Monsanto, buradaki ürünlerin genetiği ile oynuyorsa ne olmuş yani? İyi iş değil mi? Ekonomi kurtulur. Askerler gelse, işgal etse ne olur ki? Güneş parlıyor, kumsal, deniz, sörfler, alış veriş, TV, insan daha başka ne ister? Buradakilerin, ‘Wall Street’i işgal et’ hareketindeki gibi işgal edecekleri tek yer, ancak hepsi birer cennet parçası olan plajlar olabilir...


Gerçeklerden kaçınmak için herşeye sarılmak mümkün. “İnsanları, onları korumak için öldürüyoruz”. Tabii ya, ne mantık ama... Sonuç olarak gerçeğin bu şekilde inkar edilmesi ile, dünya kitlesel bir köleliğe dönüştürülüyor. Havai’de doğmamış olup da buraya sonradan gelenler, Amerika ve başka yerlerdeki sistemden ve yarıştan kaçan kişiler. Bu anlaşılabilir birşey. Bu iklim ve ülkede çok farklı bir hayat yaşanabilir.  Özellikle Maui ve diğer adalarda kalabalık bir alternatif topluluk var, burada  insanlar ‘Yeni Çağ’ anlayışına göre yaşıyorlar. Hiçbir yerde, buradaki kadar çok sayıda Yoga, organik gıda, masaj vs yeri olduğunu bilmiyordum. Bu konuda bu kadar çok reklam da görmemiştim.  Benim kaldığım bölgede de zihinlerini arındırmak, meditasyon, Yoga yapmak ve bedenlerini arındırmak için gelmiş bir sürü insan var. Buranın adı ‘Lumeria’, muhteşem bir yer, hararetle tavsiye ederim, ayrıca beni davet etmiş olanlara da sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.


Doğrusu Yoga’ya katılamadım, çünkü doğduğumdan beri ‘lotus’ pozisyonuna da, eğilme pozisyonuna da katiyen geçemem. Bugünlerde yapabildiklerimin en iyisi;  sadece ‘sandalye üzerinde’ oturma pozisyonu, ama ne yazık ki bu da Yoga kılavuzunda yok! Neyse, ama manzara harika ve bu adaların neden insanlara bu kadar iyi geldiğini anlamak zor değil.


Ancak dediğim gibi, bu cennette de bir sorun var. Ve bu soru inkar etmek değil, onun üzerine gitmek lazım... Bir sürü ‘Yeni Çağ’cı yıllar önce buraya yerleşmiş, kimi global komplo gerçeğini biliyor, kimi bilmiyor. Ancak şu bir gerçek ki, ‘Yeni Çağ’mentalitesi,  ‘inkar’ kavramına biraz fazla sarılmış.


1990’lı yıllarda Amerika’ya ilk geldiğim zaman, komployu açıklama konuşmalarımı ‘Wholelife Expo’ (Yeni Çağ) çerçevesinde gerçekleştirirdim, ama bu hep, herkesin evine dönmeye başladığı akşamın geç saatlerinde, en küçük ve gözden uzak olan salonlarda  olurdu. Onlara göre, hep komplolardan söz eden ‘garip’ bir adamdım. Bu da ‘Yeni Çağ’cılar  açısından ‘negatif’ sayılıyordu. ‘Komplo’ sözünün kötü titeşimleri vardı, dolayısıyla hep ‘sevgi’ vs gibi ‘pozitif’ şeylerden söz etmek lazımdı. Tipik klasik bir inkar yöntemi işte... 


‘Bilgi’, hiçbir zaman negatif değildir, çünkü hangi konuda olursa olsun, bir anlayış  sağlar, buna bağlı olarak da kişisel ve kollektif  bir güç oluşur. Birşey, ancak siz onun  ‘negatif’ olacağını düşünürseniz negatif olur. ‘İnkar’ın da çeşitli şekilleri vardır, ama bu tür ‘inkar’anahtar konumundadır. Mesela, olanların olmamasını isteyenler, hep inkar yoluna başvururlar. Bazıları dünyanın içinde bulunduğu durumdan hoşlanmaz ve kötü durumda olmadığına dair kendilerini kandırmayı tercih ederler.   


‘Yeni Çağ’cıların ‘negatif’ anlayışı;  Lütfen sus, söyleyeceğini duymak istemiyorum, çünkü gerçek olabilir” anlamına gelmektedir. Bir yandan ‘korku’dan kurtulmak gerektiğini söylerler, diğer yandan, benim gibilerin ‘gerçek’lerden söz ederek, insanları korkuttuğunu söyleyip kınarlar. Peki ama, o zaman ‘korkudan kurtulmak’ dedikleri ne oluyor?


Bir zamanlar bir kitap okumuştum, orada Yeni Çağ’cılar, havaalanına inmeyi reddeden uçaklar olarak tarif ediliyorlardı. Belki çoğu Yeni Çağcı artık öyle olmayabilir, ama aşırı olanlar için bu hala geçerli. İnmeyi reddetmek bilgiyi reddetmek oluyor, yani tek kelime ile; inkar.


Havai, yaşamak istemedikleri bir dünyadan kaçmak isteyenler için bir cennet ve tabii ki bunda yanlış olan birşey yok, tek birşey dışında: İnsanların yüzleşmek istemedikleri, yani dünyayı bu hale getiren bu her ne ise, önünde sonunda onları da yakalayacaktır. İnsanlar hiç durmadan kaçabilirler, kaçacak çok yer de olabilir, ama nereye kadar?


Kontrol sistemi, yüzyıllardan beri insanları izliyor ve Havai de bu yerlerden birisi. Burada çok kişinin sağlıklı yaşam sürdürmesi çok iyi birşey. Bizim yaşadığımız dünyada ise sağlık, hep bizi köle haline getirmek için hedef alınıyor.


Bugün insanlar kendi organik besinlerini yetiştirip hazırlıyor, meditasyon yapıyor, arınıyor ve kolon temizliği yapıyorlar, ama sistemin, gökten uçaklarla püskürttüğü  aluminyum ve çeşitli metal bileşimleri olan kimyasallar onların tarlalarda yetiştirdikleri ‘organik gıda’ların üzerine konuyor, su bile toksinlerle  enfekte oluyor. Üstelik Fukushima yüzünden de, yağmura, denize ve havaya, henüz oranı tespit edilememiş miktarda radyasyon bulaşmış durumda.


Bu arada şirketler, Monsanto ile işbirliği içersinde adalara,  genetiği ile oynanmış tohumlar sunuyor, üstelik bunların son derece verimli olduğunu iddia ediyorlar. Buna da kargalar bile güler.  Tabii ki bütün bunlar sağduyu ve mantığın çok ötesinde, sadece paraya dayalı. Daha da önemlisi, amaçları insanlar üzerindeki kontrolün iyice artmasını sağlamak. Dolayısıyla en önemli mesele, inkar etmek yerine konu ile yüzleşebilmek. 


Yine de işin sevindirici yönü, artık birçok insanın bunları görebiliyor olması. Enerji değişimi, yani ‘Gerçek’in Titreşimleri’, eskiden Kaliforniya’daki gibi tipik,  klasik ‘Yeni Çağ İnkarcıları’ olan çok kişiyi değiştirdi. Artık onlar da komplo gerçeğini görüp, spiritüelliklerini ve hayat tarzlarını ona göre değerlendiriyorlar. Bu ikisi bir araya gelince de potansiyel bir güç oluşuyor.

Bu, Havai’de de eskiden hiç olmadığı kadar çoğaldı, ama yine de katedilecek uzun bir yol var. Umarım burada iletmekte olduğum bilgiler bu işlemi itici bir güç oluşturur, çünkü bunun mümkün olduğu kadar hızlanması gerekiyor.


Aşk güzel şeydir’ diye eski bir şarkı vardır. ‘Sevgi’  aynı zamanda sonsuz ifadeleri olan birşeydir, dolayısıyla buna, teorideki ‘sevgi’nin veya ‘akıl sevgisi’nin tersine, ‘harekete geçmiş sevgi’ de diyebilirsiniz. Bu konuyla ilgili olarak, ‘kendimizi, dünyayı, evreni vs sevmeliyiz’ diye çok sayıda kişiden hep duyuyorum; Tabii ki buna ben de katılıyorum, ama aslında bu, uygulama açısından ne anlama geliyor, önce onu bir tartışalım. Sadece bunları sevdiğimizi düşünmek mi,  yoksa meditasyon yapıp, kalbimizden ‘sonsuz sevgi’ mi göndermek anlamına mı geliyor? Veya gerek olmayacağını umduğumuz birşey için ‘sevgi’ ifade etmenin gereksiz olacağını da düşünüyor olabiliriz. Bunların hepsi olabilir, ama şimdi, ‘işte tam bu zamanda, en önemli olan: en sonuncusu’ diyebilirim.

Çevremizi saran enerji denizine ve kendimize ne kadar çok ‘sevgi’ verirsek o kadar iyi olur, ama bunu yapmanın tek ve etkili yolu, mutlaka ‘lotus’ pozisyonunda sessizce oturmak değildir.


Bir benzetme yapacak olursak; nehrin kenarında oturuyor olalım. Bir çocuk suya düşerse, oturup onu ne kadar sevdiğimizi söyleyip sevgi enerjisi göndererek onu kurtarabilir miyiz? Tabii ki hayır. Derhal suya atlayıp onu boğulmaktan kurtarma hareketine geçeriz.


Aynı şekilde;  sıkıntı, baskı ve adaletsizlik altında inleyen dünyaya ve insanlara  sadece sevgi mi göndeririz, yoksa teorik sevgiyi, aktif sevgiye mi dönüştürürüz? Hareket ve gerçeklikten uzak bir sevgi ‘sevgi’ olamaz. O zaman bu, ‘harekete geçmekten ve gerçeklerden kaçış’ olur.


Yeni Çağ hayat tarzına göre yaşayanlar Çin’e bir baksınlar. Kaçmaz, inkara bir son vermez, dönüp gerçekle yüzleşmezsek, sonumuz aynı olacaktır. Yıllardan beri Çin’in, kontrol sisteminin dünyaya empoze etmek istediği sistemin bir örneği olduğunu söyler durururum.


Bu nedenle, 1992’de Çin’de çıkan spiritüel bir disiplin olan Falun Gong taraftarlarına bir bakın. Bu, batıda şimdi Yeni Çağ olarak biliniyor. Yemeklerini, Budizm ve diğer doğu etkilerini içeren spiritüel bir felsefeye göre yiyor ve bu felsefe doğrultusunda yaşıyorlar. Oysa bu görüşü benimsemiş olan on milyonlarca insanın bilinçlerini geliştirip biraraya gelmeleri ile ortaya çıkan tehlike, Çin hükümetinin çok katı önlemler almalarına yol açtı, ardından korkunç eziyetler gördüler ve sonunda bu uygulamalar yasaklandı. İşte bu nedenle dünyaya karışmayıp da, bir kaçış yolu olarak spiritüelliği seçenlere söylüyorum, “Sonunda kaçacak yer kalmayacak, onun için hala fırsat varken birşeyler yapmaya çalışmak lazım.”


Eğer domino taşlarının düşmeye devam etmesine izin verirsek, alternatif şifanın her türlüsü, organik gıda, temiz su, yoga, her türlü meditasyon ve birçoğu, belirli bir noktaya kadar hep baskılanacak veya yasaklanacaklar listesinde yer alacaktır.  Bunu Falun Gong ile yaptılar, çünkü köleleri uykuda ve robotsu halde tutmak istiyor, dolayısıyla da insanların gerçek ve sonsuz benliklerine uyanmalarını hiç istemiyorlar.


Nazi’lerin yaratmış olduğu Codex Alimentarius yoluyla, gıda ve sağlık malzemelerine getirdikleri yasaklar, insanların bedenlerine neyi sokup sokmayacakları konusunda seçim yapmalarını  bile engelliyor. Küçük çaplı tarım ve organik çiftçilik yapanların hayatı zorlaştırılıyor, A.B.D.’nde ham süt üreticilerine saldırıyorlar ve şirketler, genetiği ile oynanmış, zararlı kimyasallar içeren gıda zincirlerini empoze etmeye çalışıyorlar. Kontrol sistemi, alternatif hayat tarzının ayakta kalmasını istemiyor, çünkü onların istedikleri iyice robotsu bir bir insan ırkı.


Şu anda muhteşem güzellikteki Maui manzarasını seyrediyorum, vadi, dağlar ve deniz harika. Buradaki ve her yerdeki insanlar, zehirlenmeden ve köleliğe doğru yönlendirilmeden hayatlarını hep huzur, özgürlük ve bolluk içersinde yaşayabilseler ne kadar güzel olurdu. Burada bu cennette öyle yaşıyorlar, ama artık inkarı bırakıp gerçeklerle yüzleşmeleri ve ne yapılması gerekiyorsa onu yapmaları lazım. Olumsuzlukları bilmemek, geçici bir süre için huzur sağlayabilir, ama sonra birgün gece yarısı ‘gerçek’ler  kapıyı vurmaya başlar. Tabii ki böyle olması gerekmiyor, ama inkar ettikçe bu kaçınılmaz olacaktır...


Organik gıda yemek, meditasyon yapmak, arınmak, kolon temizliği yapmak ve sadece ‘sevgi’den söz etmek kişiyi, beden aklının çok ötesindeki ‘bilinç’e açmaz. Bütün bunları yaptığı halde, hala derin uykuda olan çok kişi ile tanıştım. Buna karşılık çok içki ve sigara içip, ‘sonsuz bilinç’ine ulaşmış nice insan da var.


‘Sonsuz bilinç’, yediğimiz, içtiğimiz veya yaptığımız meditasyondan çok ötede. ‘Sonsuz bilinç’,  bağlanacağımız ve kendimizi, programlanmış olan aklımızın ötesindeki bir anlayışa açacağımız en büyük farkındalık. Bunu zincirleme sigara içen birisi de yapabilir, hiç durmadan kendini arındıran bir Yeni Çağ’cı da...


Tabii ki sağlıklı bir yaşam tarzına sahip olmak çok iyi birşey, bunu mümkün olduğunca ben de yapmaya çalışıyorum, ama bu beni ‘bilinç’li değil, sadece ‘sağlıklı’ yapıyor...


Bu durumdaki bir ‘bilinçleniş’ için, ‘yüzleşmek istemediğimiz bir inkar seviyemizdir’ de denilebilir, çünkü ‘inkar’, asla ‘sonsuz bilinç’in bir ifadesi değildir, o sadece ‘beş duyu akılı’nın bir ifadesidir...

Paylaşım