ORGANİK
GIDA TÜKETMEK ve KOLON TEMİZLİĞİ
‘UYANMIŞ’
OLDUĞUNUZU GÖSTERMEZ
ama ‘Uyanmamış’
olduğunuz anlamına da gelmez
(David
Icke’ın, Nisan 2012’de, bir konferans için gitmiş olduğu Havai’den yazmış
olduğu makale)
Hawai bir cennet... Veya burası için, ‘dünyanın farklı
yerlerinde yaşayanlara oranla' bir 'cennet’ demek daha doğru olur herhalde.
Honolulu gibi ana merkezlerden uzaklaşıp ormanlara, muhteşem kırlara, masmavi
deniz ve bembeyaz kumsala ulaştığınız
zaman ‘Avatar’ filmini izler gibi oluyorsunuz. Ancak, ne yazık ki bu
cennette de sorunlar var. Çoğu kimse bu sorunlarla yüzleşip uğraşmak istemiyor,
tabii bunu yapmadıkları sürece sorunlar da
bitmeyecektir. Bazıları ise cennetin elden gitmekte olduğunun fazlasıyla farkında
ve yüzleşmeleri gereken gerçekleri inkar etmeyi tercih edenleri uyarmaya
çalışıyorlar.
Psikolojik hapishanenin en büyük göstergesi ‘inkar’ etmektir.
Kişiler, görerek ve bilerek, yüzleşmeleri gereken gerçeği şiddetle inkar ederek
kurtulacaklarını sanırlar, oysa bu onları, onun da varlığını inkar ettikleri
kontrol sisteminin güçsüz birer piyonu haline sokar. İnkar, bütün inanç sistemini ve her çeşit
insanı enfekte eden bir ‘donma’
titreşimi olup, ‘kendini kandırma’ şeklinde tezahür eden en büyük sahtekardır.
Havai’ye gelince; burası, ‘kendini aldatma eylemi’nin en üst derecesini gösteren iyi bir örnek oluşturuyor. Burada hepsinden önce, askeri mentalitenin ‘programlanmış inkar mekanizması’ çalışıyor. Bu hafta sonu bir konferans vermek üzere gitmiş olduğum Honolulu yakınındaki Oahu Adası’ndaki Pearl Harbor, 1941’deki Japon saldırısı ile tarihi bir üne kavuşmuştu.
Havai’ye gelince; burası, ‘kendini aldatma eylemi’nin en üst derecesini gösteren iyi bir örnek oluşturuyor. Burada hepsinden önce, askeri mentalitenin ‘programlanmış inkar mekanizması’ çalışıyor. Bu hafta sonu bir konferans vermek üzere gitmiş olduğum Honolulu yakınındaki Oahu Adası’ndaki Pearl Harbor, 1941’deki Japon saldırısı ile tarihi bir üne kavuşmuştu.
11 Eylül ise, bunun ikinci bir versiyonu oldu. Roosevelt’in
ve Amerikan ordu komutanlığının, Japonların Pearl Harbor’a saldırmayı
planladıklarına dair çok sayıda uyarı almış olduğu, artık belgelerle açığa
çıkıyor, ‘ada’yı savunma
hazırlıkları içersine girecekleri yerde
oturup gerçeklemesini beklediklerini, konuyu merak edip okuyanlar da, bütün
araştırmacılar da artık biliyorlar. Saldırıda 2388 Amerikalı öldü, 1178 kişi
yaralandı, 21 Amerikan gemisi battı veya hasar gördü ve 323 Amerikan uçağı tahrip
oldu.
Gerçekleştirilmesine seyirci kalınan olaydaki can kaybı feci
boyutlardaydı, ama bunun, Pasifik Okyanusu’ndaki Amerikan deniz gücü üzerindeki
etkisi ilk bakışta göründüğünden çok daha azdı, çünkü saldırıda yok olan gemiler,
gözden çıkarılmış, eski ve hantal, oysa saldırıdan önce denize açılmış veya
başka yerlere gönderilmiş olan hayati önem taşıyan uçak gemileri sapasağlamdı.
A.B.D., 7 Aralık 1941'deki saldırının ertesi günü Japonya’ya,
11 Aralık’ta da Almanya ve İtalya’ya savaş ilan etti. Pearl Harbor sayesinde
Roosevelt ve ‘efendi’leri istediklerini elde etmişlerdi.
Roosevelt, 1940’ta seçimi kazandıktan sonra yaptığı konuşmasında,
Amerikalı ailelerin oğullarının ve kızlarının Avrupa’daki savaşa
gönderilmeyeceklerine dair söz vermişti. Bunu söylemesi gerekiyordu, çünkü
Amerikalıların çoğu, önceki savaştaki kayıplardan sonra Avrupa’daki başka bir
savaşa katılmak istemiyorlardı. Lakin o, çocukların bir süre sonra Avrupa’daki bu savaşa
da gidip, ölecek ve öldürecek olduklarını çok iyi biliyordu, bunun için de
vermiş olduğu sözü bozduracak iyi bir bahaneye ihtiyacı vardı. Gerçekten de Pearl
Harbor iyi bir bahane oluşturdu, saldırının ardından halkın ‘savaş karşıtı’
duyguları söndü, sonrası da malum, olanlar tarihe maloldu...
Pearl Harbor, bugün hala Amerikan Pasifik filosunun yuvası durumunda.
Bütün Amerikan donanma üslerinin en yoğunu olduğu ifade edilirken, burada yer
alan bir hava üssü ile de koordinasyon içersinde çalışıyor. Havai’nin her
tarafında askeri kuruluşlar var. Burası Amerika’nın, Çin veya Uzak Doğu’da
çıkabilecek bir savaşa karşı ilk cephe hattını oluşturuyor.
Havai adalarındaki hatırı sayılır miktardaki ‘askeri nüfus’; Pearl Harbor’daki baskın sırasında askerlerin,
insanları köle etmek isteyen bir plana hizmet eden kendi ‘taraf’ları tarafından
nasıl feda edilmiş veya harcanmış olduklarını gösteren onca kanıta rağmen, hala büyük bir inkar içersinde. Bugün
Pearl Harbor’da yaşayanlar, Japonların sürpriz baskını hikayesine inanıyorlar,
çünkü resmi kaynaklar ve medya propogandası onlara bunu söylüyor. Öğrenmek veya anlamak için araştıran o kadar
az kişi var ki. Askerler ülkelerine hizmet ettiklerini sanırlarken, aslında
ülkelerini sistematik bir şekilde yok etmekte olan bir güce hizmet ediyorlar.
Kısaca oradaki Amerikan ordusu, orada Amerika’yı savunmak için bulunmuyor. Hükümetler
global kabala hizmet ediyor, üstelik de ortalıkta trilyonlarca dolar dönüyor. Yani
aslında kabalın ordusu, kabalın kötülüğünü uyguluyor demek daha doğru olur.
Amerika’daki insanlar ekonomik sıkıntı içerindeyken, bütün o paralar dünya
ülkelerini işgal etmek için kullanılıyor, ne de olsa çok sayıda zenci ve
esmer insanı öldürmek için büyük miktarlarda
para lazım, öyle değil mi?
Amerikan ordusunun, küçük bir grubun, çok sayıdaki insanı
harcamak için kullandığı bir araç olduğu son derece açık ve net olsa da,
betonlaşmış askeri zihniyet, bu gerçeği hep inkar ediyor. Gerçekle yüzleşmek için, A.B.D.’nin; özgürlük ve adalet için savaşan ‘iyi adam John
Wayne’, ‘Özgürlükler ve Cesur Olanların Ülkesi’ söylemlerini yeniden
değerlendirmesi gerekir. Ayrıca ordu
mensuplarının, bunca yıldır o üniformaların içinde yapmış oldukları ile de
yüzleşmeleri lazım. Kimse gerçeklerle yüzleşmekten hoşlanmaz, bu nedenle de hep
devreye inkar girer. Neyse ki bazı askerler, aldatmaların arasından birşeyler
görüp gerçeklerle yüzleşmeye başladılar, ama çoğu hala, olanlar için,
görevlerini yerine getirmeleri gerektiği veya bunun için para aldıkları gibi
mazeretler aramayı sürdürüyorlar. İşte gerçeğin bu şekilde inkar edilmesi
nedeniyle de, dünyanın dört bir yanında savaşlar hala sürüyor...
Havai’dekiler de inkar içersindeler, çünkü o muhteşem
plajlar ve alış veriş, dünyanın başka birçok yerinde olduğu gibi, insanları bu
konulardan çok uzak tutuyor. Üstelik buradaki tuzak çok baştan çıkarıcı, ortam
harikulade, plajlar muhteşem, hava sıcak ve güneşli ve tabii ki bu durumda dünyanın
başka yerlerindeki savaşları, ölenleri kim düşünür? Şimdi gerçekle yüzleşmek
için neden keyfimi bozayım? Bir zamanlar Havai’lilere ait olan bu cennet,
global şirketler tarafından hortumlanıyorsa veya Monsanto, buradaki ürünlerin
genetiği ile oynuyorsa ne olmuş yani? İyi iş değil mi? Ekonomi kurtulur. Askerler
gelse, işgal etse ne olur ki? Güneş parlıyor, kumsal, deniz, sörfler, alış
veriş, TV, insan daha başka ne ister? Buradakilerin, ‘Wall Street’i işgal et’
hareketindeki gibi işgal edecekleri tek yer, ancak hepsi birer cennet parçası
olan plajlar olabilir...
Gerçeklerden kaçınmak için herşeye sarılmak mümkün. “İnsanları, onları korumak için öldürüyoruz”.
Tabii ya, ne mantık ama... Sonuç olarak gerçeğin bu şekilde inkar edilmesi ile,
dünya kitlesel bir köleliğe dönüştürülüyor. Havai’de doğmamış olup da buraya sonradan
gelenler, Amerika ve başka yerlerdeki sistemden ve yarıştan kaçan kişiler. Bu
anlaşılabilir birşey. Bu iklim ve ülkede çok farklı bir hayat yaşanabilir. Özellikle Maui ve diğer adalarda kalabalık
bir alternatif topluluk var, burada insanlar
‘Yeni Çağ’ anlayışına göre yaşıyorlar. Hiçbir yerde, buradaki kadar çok sayıda Yoga,
organik gıda, masaj vs yeri olduğunu bilmiyordum. Bu konuda bu kadar çok reklam
da görmemiştim. Benim kaldığım bölgede de
zihinlerini arındırmak, meditasyon, Yoga yapmak ve bedenlerini arındırmak için
gelmiş bir sürü insan var. Buranın adı ‘Lumeria’, muhteşem bir yer, hararetle
tavsiye ederim, ayrıca beni davet etmiş olanlara da sonsuz teşekkürlerimi
sunuyorum.
Doğrusu Yoga’ya katılamadım, çünkü doğduğumdan beri ‘lotus’
pozisyonuna da, eğilme pozisyonuna da katiyen geçemem. Bugünlerde yapabildiklerimin
en iyisi; sadece ‘sandalye üzerinde’ oturma
pozisyonu, ama ne yazık ki bu da Yoga kılavuzunda yok! Neyse, ama manzara
harika ve bu adaların neden insanlara bu kadar iyi geldiğini anlamak zor değil.
Ancak dediğim gibi, bu cennette de bir sorun var. Ve bu soru
inkar etmek değil, onun üzerine gitmek lazım... Bir sürü ‘Yeni Çağ’cı yıllar
önce buraya yerleşmiş, kimi global komplo gerçeğini biliyor, kimi bilmiyor.
Ancak şu bir gerçek ki, ‘Yeni Çağ’mentalitesi, ‘inkar’ kavramına biraz fazla sarılmış.
1990’lı yıllarda Amerika’ya ilk geldiğim zaman, komployu
açıklama konuşmalarımı ‘Wholelife Expo’ (Yeni Çağ) çerçevesinde
gerçekleştirirdim, ama bu hep, herkesin evine dönmeye başladığı akşamın geç
saatlerinde, en küçük ve gözden uzak olan salonlarda olurdu. Onlara göre, hep komplolardan söz
eden ‘garip’ bir adamdım. Bu da ‘Yeni Çağ’cılar açısından ‘negatif’ sayılıyordu. ‘Komplo’
sözünün kötü titeşimleri vardı, dolayısıyla hep ‘sevgi’ vs gibi ‘pozitif’
şeylerden söz etmek lazımdı. Tipik klasik bir inkar yöntemi işte...
‘Bilgi’, hiçbir zaman negatif değildir, çünkü hangi konuda
olursa olsun, bir anlayış sağlar, buna
bağlı olarak da kişisel ve kollektif bir
güç oluşur. Birşey, ancak siz onun ‘negatif’
olacağını düşünürseniz negatif olur. ‘İnkar’ın da çeşitli şekilleri vardır, ama
bu tür ‘inkar’anahtar konumundadır. Mesela, olanların olmamasını isteyenler,
hep inkar yoluna başvururlar. Bazıları dünyanın içinde bulunduğu durumdan
hoşlanmaz ve kötü durumda olmadığına dair kendilerini kandırmayı tercih ederler.
‘Yeni Çağ’cıların ‘negatif’ anlayışı; “Lütfen
sus, söyleyeceğini duymak istemiyorum, çünkü gerçek olabilir” anlamına
gelmektedir. Bir yandan ‘korku’dan kurtulmak gerektiğini söylerler, diğer
yandan, benim gibilerin ‘gerçek’lerden söz ederek, insanları korkuttuğunu
söyleyip kınarlar. Peki ama, o zaman
‘korkudan kurtulmak’ dedikleri ne oluyor?
Bir zamanlar bir kitap okumuştum, orada Yeni Çağ’cılar, havaalanına
inmeyi reddeden uçaklar olarak tarif ediliyorlardı. Belki çoğu Yeni Çağcı artık
öyle olmayabilir, ama aşırı olanlar için bu hala geçerli. İnmeyi reddetmek
bilgiyi reddetmek oluyor, yani tek kelime ile; inkar.
Havai, yaşamak istemedikleri bir dünyadan kaçmak isteyenler
için bir cennet ve tabii ki bunda yanlış olan birşey yok, tek birşey dışında: İnsanların
yüzleşmek istemedikleri, yani dünyayı bu hale getiren bu her ne ise, önünde
sonunda onları da yakalayacaktır. İnsanlar hiç durmadan kaçabilirler, kaçacak
çok yer de olabilir, ama nereye kadar?
Kontrol sistemi, yüzyıllardan beri insanları izliyor ve
Havai de bu yerlerden birisi. Burada çok kişinin sağlıklı yaşam sürdürmesi çok
iyi birşey. Bizim yaşadığımız dünyada ise sağlık, hep bizi köle haline getirmek
için hedef alınıyor.
Bugün insanlar kendi organik besinlerini yetiştirip
hazırlıyor, meditasyon yapıyor, arınıyor ve kolon temizliği yapıyorlar, ama sistemin,
gökten uçaklarla püskürttüğü aluminyum
ve çeşitli metal bileşimleri olan kimyasallar onların tarlalarda
yetiştirdikleri ‘organik gıda’ların üzerine konuyor, su bile toksinlerle enfekte oluyor. Üstelik Fukushima yüzünden de,
yağmura, denize ve havaya, henüz oranı tespit edilememiş miktarda radyasyon
bulaşmış durumda.
Bu arada şirketler, Monsanto ile işbirliği içersinde adalara,
genetiği ile oynanmış tohumlar sunuyor, üstelik
bunların son derece verimli olduğunu iddia ediyorlar. Buna da kargalar bile güler. Tabii ki bütün bunlar sağduyu ve mantığın çok
ötesinde, sadece paraya dayalı. Daha da önemlisi, amaçları insanlar üzerindeki
kontrolün iyice artmasını sağlamak. Dolayısıyla en önemli mesele, inkar etmek yerine
konu ile yüzleşebilmek.
Yine de işin sevindirici yönü, artık birçok insanın bunları
görebiliyor olması. Enerji değişimi,
yani ‘Gerçek’in Titreşimleri’, eskiden Kaliforniya’daki gibi tipik, klasik ‘Yeni Çağ İnkarcıları’ olan çok kişiyi
değiştirdi. Artık onlar da komplo gerçeğini görüp, spiritüelliklerini ve hayat
tarzlarını ona göre değerlendiriyorlar. Bu ikisi bir araya gelince de potansiyel
bir güç oluşuyor.
Bu, Havai’de de eskiden hiç olmadığı kadar çoğaldı, ama yine
de katedilecek uzun bir yol var. Umarım burada iletmekte olduğum bilgiler bu
işlemi itici bir güç oluşturur, çünkü bunun mümkün olduğu kadar hızlanması
gerekiyor.
‘Aşk güzel şeydir’
diye eski bir şarkı vardır. ‘Sevgi’ aynı
zamanda sonsuz ifadeleri olan birşeydir, dolayısıyla buna, teorideki ‘sevgi’nin
veya ‘akıl sevgisi’nin tersine, ‘harekete geçmiş sevgi’ de diyebilirsiniz. Bu
konuyla ilgili olarak, ‘kendimizi,
dünyayı, evreni vs sevmeliyiz’ diye çok sayıda kişiden hep duyuyorum; Tabii
ki buna ben de katılıyorum, ama aslında bu, uygulama açısından ne anlama
geliyor, önce onu bir tartışalım. Sadece bunları sevdiğimizi düşünmek mi, yoksa meditasyon yapıp, kalbimizden ‘sonsuz
sevgi’ mi göndermek anlamına mı geliyor? Veya gerek olmayacağını umduğumuz
birşey için ‘sevgi’ ifade etmenin gereksiz olacağını da düşünüyor olabiliriz.
Bunların hepsi olabilir, ama şimdi, ‘işte tam bu zamanda, en önemli olan: en
sonuncusu’ diyebilirim.
Çevremizi saran enerji denizine ve kendimize ne kadar çok
‘sevgi’ verirsek o kadar iyi olur, ama bunu yapmanın tek ve etkili yolu,
mutlaka ‘lotus’ pozisyonunda sessizce oturmak değildir.
Bir benzetme yapacak olursak; nehrin kenarında oturuyor
olalım. Bir çocuk suya düşerse, oturup onu ne kadar sevdiğimizi söyleyip sevgi
enerjisi göndererek onu kurtarabilir miyiz? Tabii ki hayır. Derhal suya atlayıp onu
boğulmaktan kurtarma hareketine geçeriz.
Aynı şekilde;
sıkıntı, baskı ve adaletsizlik altında inleyen dünyaya ve insanlara sadece sevgi mi göndeririz, yoksa teorik
sevgiyi, aktif sevgiye mi dönüştürürüz? Hareket ve gerçeklikten uzak bir sevgi
‘sevgi’ olamaz. O zaman bu, ‘harekete geçmekten ve gerçeklerden kaçış’ olur.
Yeni Çağ hayat tarzına göre yaşayanlar Çin’e bir baksınlar.
Kaçmaz, inkara bir son vermez, dönüp gerçekle yüzleşmezsek, sonumuz aynı
olacaktır. Yıllardan beri Çin’in, kontrol sisteminin dünyaya empoze etmek
istediği sistemin bir örneği olduğunu söyler durururum.
Bu nedenle, 1992’de Çin’de çıkan spiritüel bir disiplin olan
Falun Gong taraftarlarına bir bakın. Bu, batıda şimdi Yeni Çağ olarak
biliniyor. Yemeklerini, Budizm ve diğer doğu etkilerini içeren spiritüel bir felsefeye
göre yiyor ve bu felsefe doğrultusunda yaşıyorlar. Oysa bu görüşü benimsemiş
olan on milyonlarca insanın bilinçlerini geliştirip biraraya gelmeleri ile
ortaya çıkan tehlike, Çin hükümetinin çok katı önlemler almalarına yol açtı,
ardından korkunç eziyetler gördüler ve sonunda bu uygulamalar yasaklandı. İşte
bu nedenle dünyaya karışmayıp da, bir kaçış yolu olarak spiritüelliği seçenlere
söylüyorum, “Sonunda kaçacak yer
kalmayacak, onun için hala fırsat varken birşeyler yapmaya çalışmak lazım.”
Eğer domino taşlarının düşmeye devam etmesine izin verirsek,
alternatif şifanın her türlüsü, organik gıda, temiz su, yoga, her türlü
meditasyon ve birçoğu, belirli bir noktaya kadar hep baskılanacak veya
yasaklanacaklar listesinde yer alacaktır. Bunu Falun Gong ile yaptılar, çünkü köleleri
uykuda ve robotsu halde tutmak istiyor, dolayısıyla da insanların gerçek ve
sonsuz benliklerine uyanmalarını hiç istemiyorlar.
Nazi’lerin yaratmış olduğu Codex Alimentarius yoluyla, gıda
ve sağlık malzemelerine getirdikleri yasaklar, insanların bedenlerine neyi
sokup sokmayacakları konusunda seçim yapmalarını bile engelliyor. Küçük çaplı tarım ve organik
çiftçilik yapanların hayatı zorlaştırılıyor, A.B.D.’nde ham süt üreticilerine
saldırıyorlar ve şirketler, genetiği ile oynanmış, zararlı kimyasallar içeren
gıda zincirlerini empoze etmeye çalışıyorlar. Kontrol sistemi, alternatif hayat
tarzının ayakta kalmasını istemiyor, çünkü onların istedikleri iyice robotsu
bir bir insan ırkı.
Şu anda muhteşem güzellikteki Maui manzarasını seyrediyorum,
vadi, dağlar ve deniz harika. Buradaki ve her yerdeki insanlar, zehirlenmeden
ve köleliğe doğru yönlendirilmeden hayatlarını hep huzur, özgürlük ve bolluk
içersinde yaşayabilseler ne kadar güzel olurdu. Burada bu cennette öyle
yaşıyorlar, ama artık inkarı bırakıp gerçeklerle yüzleşmeleri ve ne yapılması
gerekiyorsa onu yapmaları lazım. Olumsuzlukları bilmemek, geçici bir süre için
huzur sağlayabilir, ama sonra birgün gece yarısı ‘gerçek’ler kapıyı vurmaya başlar. Tabii ki böyle olması
gerekmiyor, ama inkar ettikçe bu kaçınılmaz olacaktır...
Organik gıda yemek, meditasyon yapmak, arınmak, kolon
temizliği yapmak ve sadece ‘sevgi’den söz etmek kişiyi, beden aklının çok
ötesindeki ‘bilinç’e açmaz. Bütün bunları yaptığı halde, hala derin uykuda olan
çok kişi ile tanıştım. Buna karşılık çok içki ve sigara içip, ‘sonsuz
bilinç’ine ulaşmış nice insan da var.
‘Sonsuz bilinç’, yediğimiz, içtiğimiz veya yaptığımız
meditasyondan çok ötede. ‘Sonsuz bilinç’, bağlanacağımız ve kendimizi, programlanmış olan
aklımızın ötesindeki bir anlayışa açacağımız en büyük farkındalık. Bunu
zincirleme sigara içen birisi de yapabilir, hiç durmadan kendini arındıran bir
Yeni Çağ’cı da...
Tabii ki sağlıklı bir yaşam tarzına sahip olmak çok iyi
birşey, bunu mümkün olduğunca ben de yapmaya çalışıyorum, ama bu beni
‘bilinç’li değil, sadece ‘sağlıklı’ yapıyor...
Bu durumdaki bir ‘bilinçleniş’ için, ‘yüzleşmek
istemediğimiz bir inkar seviyemizdir’ de denilebilir, çünkü ‘inkar’, asla ‘sonsuz
bilinç’in bir ifadesi değildir, o sadece ‘beş duyu akılı’nın bir ifadesidir...