Çıkmaz sokak gibi göbekli kavşak, dön
dön dur ...
...uyanış, ama farkındalık değil
‘Büyük
Farkındalık’tan değil, ‘Büyük Uyanış’tan söz ediyorum. İkisi arasında muazzam
bir fark var. Eğer uyanışı, farkındalığa taşıyacak olan yola devam edilecekse
bunun doğru bir şekilde değerlendirilmesi gerekir. Bir bakıma, bilince tam
açılmak, benim ‘beden aklı’ dediğim mercekten bakarken de mümkün. Bunu anlayabilmek için sadece ‘ölüme yakın deneyim’
veya ‘bedeninin dışına çıkma deneyimi’ yaşamış olan kişilerin yorumlarını
okumanız yeterli. O zaman bu yaşadığımızı sandığımız ‘katı’ illüzyonsu dünyadan,
titreşimsel olarak sadece bir göz kırpma mesafesinde olan realitenin ne kadar
gelişmiş ve farklı olduğunu kavrayabilirsiniz.
Milyarlarca
insan din, bilim, akademi, tıp, eğitim,
cennet-cehennem, hayat-ölüm gibi sayısız realitelere boğulmuş olan sahte bir
holografik dünyaya deşifre etmek üzere bize titreşimsel olarak dayatılan ve
gittikçe yaklaşmakta olan Matriks’in
farlarının ışığına yakalanmış durumda. Kendilerinin isimleri, aileleri, hayat
hikayeleri, ırkları, sınıfları ve gelir düzeyleri olduklarını sanırlarken,
aslında bütün insanlar, önlerine gelen veya gelmeyen
illüzyonları deneyimlemekte olan veya olmayan birer ‘Bilinç’ veya ‘Sonsuz, Herşeyi Bilen
Bilinç’ler.
‘Beden
aklı’ndan daha fazla gelişebildiğimiz zaman, orada bankerler-madenciler,
siyah-beyaz, çobanlar-sürüler, öğreten-öğretilen ve bütün diğer bölünme veya ayırım
illüzyonlarının hiçbirisi yok. Biz insanlar ise, bu çılgın sistematik algılama
manipülasyonu dünyasında kim ve nerede
olduğumuzu unutmuşuz. Bu da
insanları; günlük hayat dediğimiz, bizi
holografik ‘gerçek dünya’ ya deşifre eden sahte realiteyi yapanların kucağında
tam bebekler gibi uyutuyor. İnsanlar neye inanmaları gerekiyorsa ona inanıyor,
neyi izlemeleri söyleniyorsa onu izliyor, neye tezahürat göstermeleri
söylenirse onu tezahürat göseriyor, kimi yuhalamaları söyleniyorsa onu
yuhalıyorlar. Sanırım bunun için kullanılacak en yaygın terim ‘sürü’ zihniyeti...
Bazıları
ise, kendileriyle ilgili olarak eskiden inandıkları herşeyi sorgulamaya
başlamış oldukları için büyük bir hızla değişiyorlar. Bu çok iyi birşey tabii,
ama çoğu için bu sadece küçük bir kutudan çıkıp daha büyük bir kutuya girmeye
benziyor, sonuç olarak da hala bir ‘kutu’da oluyorlar.
Peki bu
sözünü ettiğimiz ‘kutu’ da nedir? Bu kutu bir hapishane, bir algılama
hapishanesi, yani ‘Var Olan Herşey’i algılama duygusunun hapsedilmiş olduğu bir
hapishane. Kendini ‘uyanmış’ sanan kişiler,
çevrelerinde neler olduğu konusundaki kısıtlı algılamaları nedeniyle, önce de-sonra
da, hep bu kutunun içinde kalıyorlar, çünkü bu olanların olabileceğini tasavvur
edemiyorlar. Böyle birşeyin olabileceğine inanmaları mümkün değil. Onlara göre deneyimlemekte
olduğumuz bu fiziksel hayat sadece bir illüzyon olamaz... “Bakın, görüyor musunuz, dokunabiliyorum, o halde gerçektir!”
Bu aralar her zamankinden daha fazla kişi, kutunun
duvarındaki bir çatlaktan bakıp, inanç ve algılamalarını yeniden değerlendirebileceğini
düşünüyor. Ve o kişilerin “Uyandım” dediklerini duyuyorum. Oysa bu sözleri,
karşılaşmış olduğum, hala çok derin uykuda olan kişilerden de duydum. Bu
‘uyanmak’ sözcüğü oyunu bozuyor, çünkü en geniş anlamıyla hiçbirimiz
‘uyanmadık’, sadece bir uyanma sürecine girdik.
‘Uyanmak’
için aradığımız koşullara ve arka plana bir bakacak olursanız, enerji ve
holografik formda minik bir leke gibi
olan ‘sanal bir realite frekansı’nı deneyimlemekte olduğumuzu görürsünüz. Bilim
bile, evrende kitle, madde ve enerji
olan şeyin elektromanyetik spektrumunun sadece 0.005 olduğunu kabul ediyor. Gördüğümüzü
deşifre ettiğimiz şey bir frekans menzili, görünen ışık ise o yüzdenin içindeki
bir sayı. Bazı bilim adamları ise elektromanyetik yüzdenin daha yüksek olduğunu
söylüyorlar, ama onların sayısı da hiç fazla değil.
‘Daha fazlasını bilmek gerekir’ demekle neyi
kastediyorsun? Uyandım işte, öyle değil mi?
Bu
koşullarda kim ‘uyanmış’ olduğunu söyleyebilir ki, çünkü bu, insanlara ebeveynlerden, arkadaşlardan, okuldan,
üniversiteden, medya ve dinlerden yüklenmiş olan algılama programlarının ve
inanç sistemlerinin silinmesi işlemi...Yani henüz insanlar uyanmadılar, hala bir
uyanma süreci içindeler.
Bunun
aksine inananları; neyin doğru- neyin
yanlış, neyin gerçek- neyin gerçekdışı, neyin mümkü-neyin imkansız olduğunu
belirlediğini iddia eden akademi ve bilimde görmek çok mümkün. Bilim adamları ve akademisyenler de hepimiz
gibi... Bakmakta olduğumuz uzayda olanlarla kıyaslandığında hiçbirşeyi deşifre
edemedikleri gibi, bir eğitim ve uzmanlaşma sürecine girince daha da
miyoplaşıyor, ‘biraz daha, biraz daha’
derken de, ulaşabildikleri tek şey sadece ‘hiç’ oluyor!
Ve şimdi
bize gerçeğin ne olduğunu onlar söyleyecekler,
öyle mi?...
Ancak aynı
prensip dünyada olanların politika,
medya, finans, akademi ve din versiyonunun ötesini görmek üzere zihinlerini
geliştirmiş olanlar için de söz konusu. Bazıları dinden ayrılıp, biraz daha
uyanmış gibi görünen Yeni Çağ görüşünü benimsemişler.
Bazıları radikal politikaya takılmışken, bazıları da bir adım daha ileriye
geçip politikayı, bankaları, büyük ‘iş’leri ve medyayı kontrolü altında tutan
kişilerin içinde olduğu bir çeşit komplonun farkına varmışlar. Bana göre
problem, bu yeni pozisyon ve algılamaların, sonu olmayan bir yolculuğa bir adım
oluşturacağı yerde, kendi içlerinde yeni sonlar oluşturmaları. ‘Sonsuz Mümkün
Olan Herşey’de başlangıç ya da son, Alfa ve Omega yok. Sadece kendisini
deneyimleyen ‘Sonsuz Bilinç’ var.
O halde
herzaman öğrenecek daha çok şey var. Yunan filozofu Sokrat’ın dediği gibi: “Bilgelik ne kadar az bildiğini bilmektir.”
Bu çok açık gerçek, Matrix filminde Neo’nun sistemin bir kölesi olduğunu kabul
ettiği an kadar önemli.
Köle
olduğunuzun farkına iyice varmadan kölelikten kurtulamazsınız. Daha fazla
anlayış ve bilinmesi gereken daha fazla bilgi olduğunu kabul etmedikçe,
anlayışınızı ve bilginizi geliştiremezsiniz.
Zihninizi, herzaman bilinecek daha fazla şey olduğuna dair gelişmiş bir
farkındalığa açarsanız, bir noktada, sistemin tam anlamıyla bir kölesi olduğunuzu
farkedersiniz.
Neler olduğunu ve bu konuda ne yapılabileceğini anlayacaksak,
süreç orada bitmemeli, sürekli olarak gelişmelidir, aksi takdirde başka bir
inanç sistemine boğuluruz. O da zaten kaçmış olduğumuzu sandığımız kutudan
belki biraz daha büyük olabilir, ama sonuç olarak o da bir kutudur.
Unutulmaması gereken şudur ki; ‘bilinçlilik’te kutular falan olmaz. Kutularla
işi olan; 'beden aklı'dır ve 'sol beyin'dir, hatta kutulara pek bayılırlar! İnsan
toplumunun peteğe benzer bölünmüş hali, ‘hayat’ dediğimiz arı kolonisinde
görülebilir. İnsan toplumunu, peteğin
hücre gibi bölümleri kadar iyi sembolize edecek başka bir benzetme olamazdı herhalde.
Din
hücresi, bilim hücresi, politika hücresi, ırk hücresi, kültür hücresi, gelir
düzeyi hücresi, sınıf hücresi, hatta
satış hücresi. Sonuncusu insanlara birşeyler satma takıntısı olanlar için. Bir
keresinde üzerinde: “Satıyorum, o halde
varım” yazan bir t-şört giyiş olan birisine rastlamıştım. Bütün bu çeşitli hücreler
genellikle müstakil çalışırlar, ama bir etkileşime girecek olurlarsa da bu
mutlaka, kişisel bir çıkar peşinde olmalarından kaynaklanır. Dinde ve bilimde
olsun, ırkçılar arasında olsun, kültürler arasında olsun, zengin-fakir arasında
olsun, tuzu kuru züppeler ve işçiler arasında olsun, sağcılar-solcular arasında
olsun hepsi birbirlerine açık açık düşmanlık beslerler. İşte bu, insan
toplumunun arılardan çok daha yoğun bir şekilde petek kavramını benimsemiş olduğunu
gösterir. Holografik realitedekine benzetecek olursak; her petek bütün peteğin küçük bir versiyonu
olduğuna göre, insan petekleri hep daha küçük peteklere bölünür, böylece de, ‘aşağıdaki
de yukarıdaki gibi...’ sözü gerçekleşmiş olur.
Din peteği
de; Hristiyanlar, Müslümanlar,
Yahudiler, Hindular ve ‘izm’ içeren bütün dinler gibi düşmanca... Üstelik Protestan-Katolik
veya Sünni-Şii gibi kendi içlerinde de bölünüyorlar. Aynı şekilde bilim de çeşitli bilim dallarına,
bilim dalları ise ‘kamp’lara bölünüyor. Kültürler de; sınıflara, sınıflar politik görüş ve gelir düzeylerine bölünüyor,
‘satış hücreleri’ ürün özelliklerine, ürün özellikleri ise ‘piyasa’ rekabetine bölünüyor. Bütün bu
alt bölünmelerden söz ederken, ‘hücre’ terimi de tam yerine oturmuş oluyor.
Ne var
ki, alternatif düşünce ve kutunun
dışından düşünmek de petek şeklinde yapılanmış. Hepsi değil, ama Yeni Çağ’cılar
da insanlığın, şimdi gördüğümüzden çok daha kötü bir şekilde köle edileceği
korkunç komployu göremiyorlar.
Dünyadaki yerli
halklar da öyle. Tabii ki bu sözlerim her bir birey için değil, ama ‘bilgi’
sömürgeci güçler tarafından baskılanmış olduğu için, çoğu halk kültürel bir
sıçrama yapamamış. Bu yüzden de nesilden nesile, dünya ve realite hakkında hep,
bir önceki nesilin anlatmış olduğu bilgileri tekrarlamışlar.
Sonra
komplo teorisyenleri var; dinsel, bilimsel veya akademik inanç ve
programlarıyla kendilerini tavşan deliğinin çok daha derinliklerine götürecek
olan bilgi ve sezgiyi gözden kaçırıyorlar, çünkü bu kendi dinsel, bilimsel veya
akademik inanç ve programlarına uymuyor.
Herkesin
bir fiyatının olduğu söyleniyor, aslında bu doğru değil, ama herkesin
betonlaşmış inançları açısından doğru. Bunun ‘fiyat’ versiyonu; bazılarının
haklarını, özgür seçime, düşünceye, aksiyona ve para konusundaki tavırlarına
satmaları...Öte yanda bazıları da bunu, bir inanç sistemine olan bağlılıkları
ile yapıyorlar.
Yeni
Çağ’cıların aşırılığı, yüzleşmek istemedikleri şeyi inkar etmek için bir bahane
niteliğinde. Dünya için korkunç kötülükler planlanıyor ve bu, tütsüleri,
kristalleri ve lotus pozisyonları ile yapılan toplantılarla engellenecek gibi
değil. Önce bunun ne olduğunu anlamalı,
sonra da yüzleşmeliyiz. Gerçi kullandıkları söz hep ‘korkudan kurtulun’ da olsa,
aslında bu zihin yapısı da korkudan kaynaklanır ve kişiler doğru olmasını
istemedikleri birşeyden kaçmak için gerçeği
inkar etme yolunu seçerler. Oysa gerçek gerçektir. Bunun kanıtı da, hiç de
gölgelerde veya havada asılı kalmış değil.
Televizyon haberlerinde hergün verilip duruyor.
Bu kaçıştan
kurtulmanın ilk aşaması gerçek ne ise onunla yüzleşmek, ardından da zihni
‘yüksek bilinç’ seviyelerine açmaktır. Ancak bunun için tütsülere, kristallere
ve lotus pozisyonuna hiç gerek yok. Yeni Çağ hareketinde kahramanların
‘bilinç’ten veya bilinçlilikten söz ettiklerini duyuyorum, ama bütün gördüğüm
‘akıl’. Üstelik akıl da hep beş duyuya odaklanıyor, süper duyulara değil... ‘Aşırı
uç Yeni Çağcı’ larda da mevcut sistemdeki kadar çok sayıda ‘kutu’ zihinli insan
var. Aradaki tek fark, Yeni Çağcı’ların kutularının canlı renklerle boyanmış ve
kristallerinin, mumlarının, buhurdanlarının olması...Bu aşırı uçtaki Yeni
Çağcı’lar, insan yapımı küresel ısınma, sahte ‘Arap baharı’ ve kendi ‘kurtarıcı
tanrı’versiyonları olan bazı seçilmiş kişilerin dünya dışından gelip insanları
kurtaracağı programına inanıyorlar. İddia edilen bazı senaryolara göre,
dünyadan yükselip beşinci boyut varlıklarına dönüşmüş olanlar geri dönüp insanlara
‘öğretecek’ler...
Bu yaygın
hikayenin, Hristiyanlık veya Yahudilikte anlatılan seçilmiş olanların
‘Kurtarıcı’ tarafından kurtarılması hikayesinden ne farkı var?
Hepsi
dünyanın ‘hoş’ olmasını istiyorlar ve kendilerini kandırmaya çalışıyorlar. Yani
onlara göre yeni ‘aydınlanmış’ insan kuruluşları ve kampanya grupları
aracılığıyla daha hoş bir dünya olacak. Oysa böylelikle, onlara duymak
istediklerini söyleyen veya inanç sistemleri ve dünyayı algılama şekillerine
uyacak kampanyalar yapan kuruluşların ellerinde oyuncak oluyorlar.
Bu
İllüminati bağlantılı organizasyonların arasında Manhattan’da yerleşik ‘Avaaz
Vakfı’ var. ‘Avaz’ ses anlamına geliyor ve bu kuruluş insanların sebep olduğu iklim
değişikliği yalanını da destekliyor olmalı, çünkü son zamanlarda da Suriye’ye
yabancı müdahalesi için çağrıda bulunuyorlar.‘Avaaz’
kampanyası direktörü Alice Jay herhangi bir NATO sözcüsü gibi şunları söylüyor: “Yüzlerinde ölmeden önce yaşadıkları dehşetin
korkusu okunan düzinelerce çocuğun masum cansız bedenleri korkunç katliamı
anlatıyor. Bu çocuklar, terör ekmek amacıyla kesin emirler almış olan adamlar
tarafından katledildiler. Bütün diplomatların yaptığı birkaç BM monitörü ile
şiddeti gözlemlemek oldu. Şimdi dünyadaki hükümetler Suriyeli büyük elçileri
sınır dışı ediyorlar, ama doğru dürüst bir tepki gösterilmediği takdirde, bu
yarım yamalak diplomatik girişimlerle bir yere varılamaz. BM doğru olanın yapılması için yollar arıyor.
Suriye’de, sivilleri koruyabilecek güçlü
bir uluslararası varlık olsaydı, liderler politik girişimlerle sorunu çözerken,
biz katliamları engelleyebilirdik. Binaların çatılarından haykırmadan bu konuda
başka görüntüler göremiyorum, ama şiddete bir son vermek için hepimiz tek bir
ses olarak bu çocuklar ve aileleri için koruma sağlamalıyız. BM’in harekete
geçebilmesi için sağ taraftaki bölümü imzalayın ve bu kampanyayı herkesle
paylaşın.”
Avaaz, buna
benzer başka bir, ‘bizim çocuklar’ı yani askerleri
gönderip bombalayın’ kampanyası da Libya için açmıştı. ‘Avaaz’,
‘ResPublica’ ve ‘MoveOn’ adlı organizasyonlar tarafından kurulmuş olup, bir
Rothschild ajanı olan trilyoner George Soros tarafından finanse edilen, sözde
‘Halkın Gücü’ için çalışan başka bir organizasyon...
Avaaz’ın 2010’daki başkanına 180.000 dolar kadar para
ödenmiş. 30 ülkede, 15 dilde faaliyet gösteriyor, New York, Rio de Janeiro,
Delhi, Madrid ve Sydney’de büroları ve bir iddiaya göre 13 milyon üyesi var. Doğrusu,
2007’de sıfırdan başlamış bir organizasyon için bayağı büyük bir beceri.
Bu
organizasyon da, kurucusu olan Kabal ajanı ResPublica ile aynı paralelde ve
aynı binada yer alıyor. Yine insani yardım maskesi altında Sudan’daki Amerikan
İsrail işbirliğini destekleme amacıyla oluşturulmuş olan ‘Darfur için 24 saat’
adlı bir kampanyayı daha yönetmişti. Dikkatinizi
çekerim; ‘ses’ teması üzerinde ısrarla duruluyor. İnsanlara ‘ses’lerini duyurma
hakkı sağlama maskesi altında asıl plan, Kabal’ın amaçlarına uygun ortamlar
oluşturmak.Kabal
insanların acılarını manipüle ediyor, dayatmak istediklerini de ‘acılara son
vermek’ adı altında meşru kılıyor.
ResPublica’nın Sudan kampanyası da, tıpkı Doğu Avrupa ve Orta Doğu’da kabal
tarafından düzenlenmiş olan sahte ‘halkın devrimi’leri gibi, ‘George
Soros Açık Toplum Enstitüsü Avaaz’ tarafından finanse ediliyor. Soros
bağlantılı olan ve aynı şekilde finanse edilen aynı amaçta bir de Demokrasi için Ulusal Bağış (NED)
organizasyonu var. NED’in
direktörülerinin yarıdan çoğu Rothschild-Rockefeller bağlantılı olan Dış
İlişkiler Konseyi üyesi. 1920’lerden beri bu konseyin Amerikan dış politikası
üzerinde çok büyük bir nüfuzu var. ResPublica’nın Sudan’daki kampanyasının bir
ortağı da Amerikan Dış İşleri Bakanlığı.
Rothschild/Soros
bağlantılı bu organizasyonlardan bir sürü var. Hepsi ilgi alanlarını, ‘insan
hakları’, ‘dünyanın kurtarılması’ ve ‘insani yardım için müdahale’ kisvesi
altında saklıyorlar. Şimdi de bu makale ile bağlantılı olan kısmı da, benim ‘Robot
Radikaller’ dediğim politik soldaki Yeni
Çağ’ın saf yaklaşımı. Hiçbirinin gerideki bu planlardan haberleri yok, çünkü
kavrayamadıkları veya gerçekleşmekte olduğunu göremedikleri birşeyi asla
araştımıyorlar.
Gerçekten
samimi, ama saf olduğu anlaşılan bir Avaaz üyesi, websitesinde şöyle yazmış:
“Avaaz hak, barış ve demokrasi isteyen,
ama sistemi değiştirmek için kendisini yalnız, endişeli ve güçsüz hisseden
milyonlarca kişinin sesi... Hep birlikte değiştirebileceğimize dair güçlü bir
his duyuyorum. 13 milyon Avaaz dostumla birlikte hak, eşitlik ve adalet için bu
oluşuma katılmış olmaktan memnunum...”
Güler misin,
ağlar mısın?
Batıdaki
Yeni Çağ hareketi, Doğu’nun dinsel inançlarından kaynaklanıp, dünyanın muhtelif
yerlerindeki antik kültürlerin ve yerlilerin inanç ve uygulamlarını içeriyor.
Ancak son derece düzgün ve doğru olan bu bilgiler zaman sıçraması yapmış
durumda. Geçmişten şimdiye aynen kalmış olup bugünün en iyi, en doğru
bilgileriyle örtüşüyor.
Bir Peru
yerlisi olan tur rehberim, bana en önemli müşterilerinin Amerika’dan gelen Yeni
Çağ’cılar olduğunu söylemişti. Tabii ki bu çok normal, çünkü o hep kutsal
yerlerden, ley hatlarından söz ediyor ve neredeyse her on dakikada bir,
dünyanın ruhununa şükrediyor, onlar da alıp kabul ediyorlar. Bu güç
merkezlerinin ve enerji hatlarının var olmadığını söyleyebilecek en son insan
benim, bunlar tabii ki son derece doğru bilgiler, ancak tam o kadar
ilerlemişken durmak yine tam bir ‘akıl’ tuzağına düşmek oluyor. Ne zaman Dünya
Ana’nın karnı denilen antik bir yere gelsek, Peru’lu rehber hep girmek için
izin istiyor, oysa bir zamanlar bu kayalardan
oluşan yerlere veya ‘giriş’ noktalarına girmek için kimse izin almaya gerek
görmezdi. Şimdi ise, şükranlarını sunmadan, özenle bir araya getirilmiş koka
yapraklarına üflemeden, ya da herhangi başka bir ritüel olmadan giremiyorlar.
Bu, bir zamanlar bir grup yerlinin böyle yapılmasına karar vermiş olmasından
veya inançlarına uygun bir şekilde yapılar veya kayalardan oluşan giriş
noktaları yapmış olmasından kaynaklanıyor.
Hristiyanlık
için de aynı şey söz konusu. Onlar da hala M.S.325’te Nicaea Konseyi’nde güneşe
tapan bir Roma İmparatoru’nun, toplanmış olanlar arasındaki kavgadan sonra
resmen ilan etmiş olduğu Hristiyan inanç sistemine inanıyorlar.
Peru’daki,
bu sürekli olarak yapılan ritüelleri izledikten sonra, gördüğüm şeyin
diğerleriyle aynı kalıpları içeren başka bir din olduğunu farkettim. Yeni
Çağ’cıların ve yerlilerin adetlerini izleyenlerin farkı, dini reddetmeleri veya
bilinen dinlerden farklı türde inançlara sahip olmaları. Peru’da gördüklerim ve
dünyadaki yerli halkta gördüğüm bana göre hep bilinen dinler. Hepsinde ‘kutsal
yer’ ve belirli bir tanrıya tapma özellikleri var.
Hristiyanlıktaki
kiliseler, İslamiyetteki camiler, Musevilikteki sinegoglar da, kutsal bir
alandaki kayalarla yapılmış birer yapı gibi. Onların elçileri de Dünya Ana ve
dünyanın ruhu ile paralel oluyor. Hepsinde aynı saygılı duruş, aynı ritüel,
aynı huşu var.
Lütfen
yanlış anlaşılmasın, ben burada dünyanın bilinci yok demiyorum. Yıllardır
herşeyin bilinç olduğu söyleniyor, dolayısıyla dünya da bir 'bilinç'e sahip. Veya
‘Sonsuz Bilinç’in bir yansımasının, bir diğer yansımasına saygısızlık etmesini
de hiçbir zaman onaylamam. Veya dünyanın belirli yerlerinin enerjik açıdan çok
güçlü ve buralarda muazzam bağlantıların kurulabileceğini de de inkar etmem.
Benim anlatmak istediğim bu değil. Vurgulamak istediğim şudur ki; hepimiz
dünyanın ruhu iken bütün bu sonradan üretilmiş ritüeller ve gerekliliklere hiç gerek
olmadığıdır. Aurayı temizlemek için tütsü veya kokulu bir sürü birşeyin
kullanılması da, bu durumda başka bir dinin ritüeli oluyor.
Amerika’daki
kızılderililerin büyücü ritüelleri hakkında okuduklarım bana kiliseye gitme
veya Kraliçe ile karşılaşma protokolünden farklı gelmedi. İnsanlara, o ortama
girmeden önce dengesiz enerjiler ve etkilerden adaçayı dumanı ile arınmaları
söyleniyor. Kendilerini büyük bir teslimiyetle bu arınmaya veren, ama dengesiz
enerji ve etkilerden kurtulmaya gelince hiç aşama kaydedememiş olan çok kişi
gördüm. Ne olduğunu anlamak için bu kokulu aşamaya ben de girdim. Plastik şişelerin
kimyasalları kutsal kokulara karışmış olsa da kokular gerçekten çok güzeldi,
ama ‘bağlantı’ kurmak için gerekli miydi, hiç sanmıyorum. Büyücü
seremonisindeki bu koku ile arınma adetinin, kiliselerdeki tütsülerden farklı
olmadığı görülüyor. Ritüel şöyle sürüyor:
Koku ile
arındıktan sonra toplanmış olanlar halkaya katılıyorlar. Mevsim de göz önüne
alınarak ana yönlerden birinden giriş yapılıyor. Halkaya katılmadan önce herkes
durup tek elini kaldırıp “Bütün bağlantılarım”...diyor. Bu, herkesin kardeş
olduğunu vurgulama amaçlı, sonra herkes halkaya katılıyor ve hayat çemberi ve
herşeyin ‘Tek’ oluşuna olan saygılarını sunuyor.
Herkesin
inancı kendine, ben hep “kimseye dayatmadığın sürece ne istersen yap”
felsefesini benimsemişimdir, ama hala bunlardan kurtulamadık mı? Daha ne kadar
Perulu İnkalar gibi antik halkların ritüellerini uygulayacağız? O, onların
inanç sistemiydi, onlar öyle yapıyorlardı, tamam çok iyi, ama benimsemek
zorunda değiliz ki.
Mesela
Brezilya’daki Kayopo kabilesinin Reisi Raoni gibiler, alt dudağı iyice büyütmek
için içine tabak gibi bir nesne yerleştiriyorlar, böyle birşey yapmak tamamen onun seçimi,
gerçi öpücük verme gibi bir şansı hiç kalmıyor ama...Burası şaka tabii...Peki
gerekli mi? Tabii ki, değil...Bu sadece bir adet, bir ritüel ve önceki
nesillerden kalma, sürekli olarak tekrarlanan bir inanç sistemi.
Yıllar önce
Londra’da Kolombiya’dan gelen yerlilerin bir gösterisine gitmiştim. Amaçları,
büyük değişim sürecinde yaşadıkları dağlardan, eski bir kehaneti dünyaya
anlatma görevlerini yerine getirmek üzere inmiş olduklarını söylemişlerdi. Hepsi çok ilginçti, ama önce
İngiliz Yeni Çağ’cılardan bir grup açılış seremonisinde bir ritüel yaptı. Bir
adam elindeki kılıcı havaya kaldırarak kuzey, güney, doğu ve batıya doğru
tutup, seyircilerin de o yönlere bakmalarını söyledi.
Gecenin
geri kalan kısmında yerli Kolombiya’lılar sahnede sessizce oturup beyaz bir
örtünün çevresine boncuklar taktılar. Ressam dostum Neil Hague’in izlenimine
göre pizza yapar gibiydiler. Artık eski zamanlarda yaşamıyoruz ve bilgi
iletişimimizi geliştirmemiz lazım. Bunu
yapamazsak, bu iletişimin gücü, netliği ve etkinliği, lüzümsuz ritüllerin,
adetlerin ve eski konuşmaların arasında yitip gider.
Realite
hakkındaki büyük bilgi ve farkındalık, yerli halkların süregelen nesilleri
tarafından iletiliyor, buna da büyük saygı duyuyorum, bunları tarihten
silmek için binlerce yıldır çok uğraşılmış. Oysa şimdi çok geçerli, örneğin
Zulu Şamanı Credo Mutwa eski bilgilerle modern önseziyi çok güzel
birleştiriyor. Bu çok güçlü bir kombinasyon oluyor, ama asıl güç, ritüeller, adetler
ve inanç sistemlerinden değil, ‘bilgi’den geliyor. ‘Bilgi’ sadece Amerikadaki
yerlilere, Maya’lara veya Zulu’lara ait değil. Herkese ait olan evrensel bir
bilgi, bu nedenle de frakındalığı geliştirmek için sürekli olarak
geliştirilmeldir. Bence yüzyıllardır yapılan bu gereksiz ritüeller
ve sırf adet olsun diye adetlere bağımlı kalmak, bu önemli gelişimi engelliyor.
Çok sayıda
açık zihinli ve açık kalpli insanın bir araya gelmesi çok hoş, ama yüzyıllardır
tekrarlanan adetleri yerine getirmek yerine ‘Sonsuz Bilinç’e kitlesel olarak
bağlanmak yeterli. Dünyanın ruhuna saygınızı sunabilirsiniz, ama bunun için
taşları üstüste koymak veya koka yapraklarına üflemek, ateş ya da mumlar yakmak
zorunda değilsiniz. Niyetiniz, siz
hiçbirşey yapmasanız bile, yüksek enerjiler tarafından aura alanınız yoluyla zaten
algılanır.
Şimdi
bilgisayarımın başında otururken bile, başımın çevresinde neredeyse elle
tutulacak kadar yoğun bir enerjiye bağlanmış bir şekilde yazıyorum. Bu,
dünyanın çeşitli yerlerindeki enerji güç noktalarında hissettiğim aynı enerji. Üstelik, bunu yapmak
için kimseden izin istememe veya yarım saat auramı temizlemek için kokulara
tütsülere bulanmama gerek olmadı. Eğer zihniniz ve ruhunuz açıksa, bu
kendiliğinden olur. Ben bütün tantana, tören ve ritüelleri Kraliçe’ye havale
ediyorum, teşekkürler...
Burada
okuduklarınızın hiçbirisi, herhangi birşeye veya inanca bir saygısızlık olarak algılanmamalıdır,
ben sadece birçok biçim ve ölçüde gözlemlediğim ‘kutu’ zihniyetini açıklamaya çalışıyorum o kadar.
‘Bilgi’ye sahip olan Yeni Çağ’cılar ve yerliler, bu realitedeki herşeyin
titreşim olduğunu da, herşeyin birbiriyle bağlantısını ve ölüm diye birşey
olmadığını da, bizim realitemizi paylaşmakta olan ve insan olmayan başka
varlıklar olduğunu da biliyorlar.
Bu,
sistemin kolektif şuuruna saplanmış olanların çok ötesinde olan birşey, ama
insanlar önsezilerini ve farkındalıklarını geliştirmedikleri ve sürekli olarak
tekrarlanan ritüel, adet ve sabit kültürel inanç tuzağından kurtulmadıkları
sürece o kutunun içinden çıkamazlar.
Aynı şey
komplo araştırmacıları için de söz konusu. Aslında dünyanın (bir seviyede) ne
olduğunu biliyor olmaları, insanların baskılanmalarının ve beş duyu alemindeki
kontrolün ardındaki gizli amacın ne olduğunu anlamaları çok iyi birşey, ancak
zihin ve inanç sistemi uyanıp da, paltosunu ve ayakkabısını giymeye niyet
etmediği sürece karşımıza hep aynı kutu zihniyeti çıkar.
Yıllardan beri
A.B.D.’ndeki komplo araştırmalarına Hristiyan-yurtsever zihniyeti hakim, ama ne
acı bir gerçek ki; algılamayı köle eden en büyük faktör; hem Hristiyanlık, hem
de Amerikalı denilen deneyimi yaşayan ‘Sonsuz Bilinç’ olmak yerine ‘Amerikalı’
olma duygusu...
Komplo
araştırmasına; herşeyi herşeyden ayrı
olarak gören ve realiteyi bilim ve akademinin ‘hangisi mümkün?’ diyen bakış
açısından gözlemleyen sol beyin egemen olmuş durumda. “Görebiliyor muyum, dokunabiliyor muyum, tadabiliyor muyum, işitebiliyor
muyum veya koklayabiliyor muyum? O zaman
öyle birşey olamaz. Zaten demiştim, bu Icke denen herif de delinin biri!”
Eğer
sizinle alay ediliyorsa, sistem sizi ciddiye almıyorsa, o
zaman ‘izlemeye değer’ bir yoldasınız demektir.
'Mümkün
olan'ı düşünme yetisinin ve zihinin kısıtlanması, çok kişinin tavşanın deliğinin
en dış noktasına ulaştığı halde deliğin ne kadar derin olduğunu görmesini
engelliyor. İşte bu ‘bilgi’, komplonun sadece nereden kaynaklandığını açığa
kavuşturmakla kalmıyor, etkisini nasıl yok edilebileceğini de gösteriyor. Nasıl
yapıldığını bir kez anlarsak, yapabiliriz...
Herkesin
kendisini hapsetmiş olduğu bir inanç vardır, ama inancına en çok köle olmuş
olanlar kendilerini özgür sananlardır. ‘Sadece burası var, ötesi yok’ diyenler,
hep algılamanın çıkmaz sokağında kalır veya göbekli kavşağın çevresinde dolanıp durur, ‘keşfin ebedi yolculuğu için bir çıkış yolu’
aramaya hep korkarlar.
Bu üzücü
tabii ki, ama hiç de böyle olması gerekmiyor. Herzaman olduğu gibi hepsi, açık
bir zihnin, basit bir seçim yapması meselesi. Adamın dediği gibi... ‘Bilgelik, ne kadar az bildiğimizi bilmektir.’