15 Haziran 2015 Pazartesi

Project Camelot videosu

Sizler için David Icke'ın Project Camelot video metnini hazırladık


Kerry Cassidy (KC): Ben Kerry Cassidy, burada David Icke ve Bill Ryan ile birlikteyiz. Şimdi ‘geleceğin konuşması’ denilen şeyi yapacağız. Fikirlerin çevresinde dolanacağımız bir sohbet olacak. Tabii odak noktası sensin ve bu çerçevede hangi konulardan söz etmek istersen senden dinlemek istiyoruz. 
David Icke (DI): Pekala, o halde.
KC: Sonra da sohbetin akışına bırakalım.
Bill Ryan (BR): Ben birşey söylemek istiyorum. Üç yıldır yaptığımız işi yaparken, aldığımız maillerde herkes seninle röportaj yapmamızı istiyordu, şimdiye kadar bu neden olmadı, mutlaka ilginç bir sebebi vardır.
DI: Şimdi hep birlikteyiz, buradayız, neticede herşey çok senkronistik.
BR: Sonunda.
KC: Kesinlikle. Şimdi Sedona’dayız, sen de buradasın ve bağlantı kurabilmiş olmamız harika.
DI: Ever, harika.
KC: Hepimiz gerçekleri arıyoruz. Ve merak ediyorum, yıllardır sana bu bilgileri veren gizli bir kaynağın mı var?
DI: Hayır. 1990’ların başında olağanüstü bazı deneyimler serisi yaşadım. TV sunucusuydum ve İngiltere Yeşiller Partisi’nin ulusal sözcüsüydüm.
1989’un sonlarında, odada yalnız olduğum zamanlarda sürekli olarak bir ‘varlık’ hissediyordum ve bu duygu gittikçe de artıyordu. Oldukça ürkütücü bir durumdu, çünkü 1989’da İngiltere’deki Yeşiller Partisi, 1989’da Avrupa seçimlerinde önemli bir noktaya ulaşmıştı. Ben de tam o sıralarda, odada veya otel odasında yalnızken sürekli olarak birinin veya birşeyin varlığını hissediyordum. Bu zamanla o kadar arttı ki, hatırlıyorum, 1989 sonlarında Londra’da, BBC merkezinden biraz ötedeki Kensington Hilton’da yatağın kenarına oturmuştum.
BR: O hissi ben de bilirim. 


Project Camelot ekibi: Kerry Cassidy ve Bill Ryan
DI: ...boş odaya konuştum: “Bak, birşey varsa lütfen benimle temas kur, artık dayanamıyorum .” İki hafta kadar sonraydı sanırım. Oğlumla birlikteyim. Şimdi yirmili yaşlarında bir şarkıcı, söz yazarı, tabii o zaman küçüktü.
BR: Şimdi bir seksenin üstünde.
DI: Evet, o Gaz... Gareth yani. Futbol oynadıktan sonra yemek yiyeceğiz. İngiltere’de Wight Adası’nda yaşıyorum, sayfiye yeri. Greasy Joe Cafe’ye doğru yürüyoruz, birden biri beni durdurdu, demiryolu işçisiymiş, beni TV’daki spor programında tanımış, futboldan konuşmaya başladık.
Konuşma bitti, baktım Gareth yanımda yok, nerede olacağını biliyorum, hemen yanımızda kitapçı var, içeri girdim baktım buharlı tren kitaplarına bakıyor, benim gibi o da meraklı. “Hadi Gareth gidip birşeyler yiyelim”dedim.
Tam döndüm, ayaklarımı kıpırdatamıyorum. Şimdi öyle birşey ki, normal bir adamım, TV sunucusu, Yeşiller Partisi’nin sözcüsü, temelde gazeteci, böyle birşey kabul edilebilir mi? Ama ayaklarım kıpırdamıyor!
Sonra birşey duydum, aslında ses de değildi, ama kafamdan, bana ait olmayan çok güçlü bir düşünce geçti. Zaten niye öyle birşey düşünecektim ki? “Gidip uzak taraftaki kitaplara bak.”
Gittim, aşk romanlarının arasında kapağında bir kadının resmi olan bir kitap vardı. Onu aldım, çünkü diğerlerinden farklıydı, arkasını çevirdim, ‘medyum’ kelimesini gördüm.
Kitabı alıp 24 saatte okudum, yazarı ile haberleştim ve onu görmeye gittim. Ama ona sadece romatizmam olduğunu, belki elle şifanın iyi gelebileceğini söyledim. Oysa aslında, bir yıldır yanımda hissettiğim varlığı soracaktım.
Ona tam dört kere gittim. İlk iki keresinde elle şifa uygulaması yaptı, farklı boyutların varlığından bahsettik, sohbet ettik. Hepsi bana makul gelmişti, çünkü din de, ‘gerçek’in bilimsel açıklaması da beni hiç tatmin etmiyordu. Peki o zaman alternatif neydi?
Üçüncü kez gittiğimde muayene yatağı gibi bir yerde uzanmış durumdaydım. Birden bütün yüzümde örümcek ağı değmiş gibi bir his duydum. Birden gerildim, çünkü onun kitabında okumuştum, diğer boyutlardan ruhlar veya aracı her ne ise, size bağlanmak isterse bazen yüzünüzde böyle örümcek ağı değmiş gibi hissedermişsiniz. 


O zaman kadar hiç öyle bir şey yaşamamıştım, o zamandan beri de yaşamadım, ama o anda çok yoğundu, bu açık bir şekilde belli oluyordu: Allah allah neler oluyor böyle? O sırada medyum da sağ dizime şifa veriyordu ve ona hiçbir şey de söylememiştim. 
Birden, başını geriye doğru çekti: “Vay vay vay, bunun için gözlerimi kapamam lazım. Bu çok güçlü!” Sonra benim zihnimde bir figür görüyor, “Bu figür, sana bilgi aktarmamı istiyor.”diyor. Şimdi düşünün ne haldeyim, TV’de spor haberleri falan veriyorum. Birden bu varlık, bu ‘bilinç’ varlık benim dünya sahnesine çıkıp büyük sırlar ifşa edeceğimi söylüyor. Dünyanın üzerinde kaldırılması gereken bir gölge varmış ve yaşadığım bu hayat süresinde titreşimsel bir değişiklik olacakmış.
O titreşimsel değişiklikten sonra yazmış olduğum kitabın adı bu nedenle ‘Gerçek’in Titreşimleri’ idi. Bir satır da şuydu: Bir kişi dünyayı değiştiremez, ama dünyayı değiştirecek mesajı aktarabilir. Sonra üç yılda beş kitap yazdım.
Şimdi düşünüyorum da: Kitap yazmak! Hem de üç yılda beş kitap. Bu çok komik. Bütün bunlar benim için o kadar yeniydi ki!
Üç yılda beş kitap yazdım, ama bitene kadar farkına bile varmadım. O zamandan beri üç yılda beş kitap. Sonra medyuma yine gittim, hala birşeyler vardı. Sonra beklemeye başladım. İçimde birşeyler bunun doğru olduğunu söylüyordu, ama zaman zaman: “Ne?” diyordum.
Birkaç hafta içersinde BBC kontratımı yenilemeyeceğini söyledi, oysa o bölümde uzun yıllar çalışabilecek, gelecek vaadeden en genç sunucuydum.
O zaman düşündüklerime bakıyorum da, duygusal çakram müthiş bir şekilde titreşmeye başlıyor. Hayatım boyunca medyada olma düşüncesi, aman Tanrım, geriye bakıyorum da, kabus gibi.
Neyse, sonra işten çıktım, ama bunu da sürdürmem lazım. Neyse ki hep gelirimin altında harcamışımdır, hani minimalist mi derler. Biraz param varsa büyük bir ev alacağıma Hindistan’a falan gitmeyi tercih ederim. Yani bir yıl kadar geçinecek param vardı. Sonra bu senkronistik yolculuk başladı. Tam bir labirent. Ne olduğu hakkında hiç fikrim yoktu. Neden olduğunu da bilmiyordum, sadece sürdürmem gerektiğini hissediyordum.
Sanki bir güç kapıları açıp kapatıyordu, böylece labirentte oradan değil de buradan gidiyordum. 
Şimdi sorunuzun cevabına gelelim, yirmi yıl boyunca sadece içimden geçen ‘biliş’i izledim. Sonunda hayatımı bu temele dayadım. Oraya gidecek misin? Gitmen gerekmiyor. Peki oraya gidecek misin? Evet, oraya gideceğim.
Bunu yapınca da karşıma insanlar, deneyimler, çeşitli bilgiler, kitaplar, belgeler çıktı. Şimdi geriye bakınca hepsinin beni çok özel bir yolculuğa çıkarmış olduklarını görüyorum. Daha önce de tarif etmiştim, tıpkı bilmecenin parçalarını yerine koyar gibi. Sanki bilinmeyen bir güç de parçaları elime veriyor.
KC: Biz de aynı şeyi hissediyoruz.
BR: Biz de aynı deneyimi yaşadık.
DI: Öyle bir düzenle veriliyor ki, tabloyu daha kolay oluşturuyorsun.
KC: Mmm. 
DI: Böylece 90’lı yılların başından 96’ya kadar, senkronisite bu komplonun beş duyuya dayalı bölümü ile ilgiliydi. Bankacılıkta dönen dolaplar, aileler, perde arkasındaki aynı kişiler, uyuşturucu şebekelerinin arkasındakiler, hepsi... Bankacı aileler, çıkarılan savaşlar... Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının arkasında gerçekte ne vardı. Bu komployu götüren şebeke neydi. 
Sonra 96 da ilk defa konuşma yapmak üzere Amerika’ya geldim. Çoğu kişi geri döndü. Chicago’da sekiz kişiye konuştuğumu hatırlıyorum. Kendi kendime yaptığım üç aylık bir yurtdışı gezisi gibi olmuştu, çünkü çoğunlukla kendi kendime konuşuyordum, ama gezdikçe de bilgi topluyordum. 
96’dan itibaren ikinci bölüm başladı. Daha önce de bir sürü bilgi edinmiştim, bu aileler kimlerdi, aslında insan olmayan bir ırktan varlıklar, beş duyuya dayalı realitede tam anlamıyla bir planı uyguluyorlardı. Şu sürüngen hikayesine o zaman başladım. 
Tabii ki, hayatımdaki tesadüfler, kişisel yolculuğum ve bilgiyle olan iletişimim hepsi birbirleriyle bağlantılı, bunu gün geçtikçe daha iyi anlıyorum, hayatımın büyük bir bölümü, yavaş yavaş beden bilgisayarımdan ayrılıyor, böylece daha yüksek bilinç seviyelerine ulaşıyorum. Herkesin bu imkanı var ve zaten bir çok kişi bunu yapabiliyor.
Bu beden bilgisayarı programını aşarken, hayatımda çok büyük zorluklarla karşılaştım. Kendime neler olduğunu anlamaya çalışırken en önemlisi 1991’de oldu.
İngiltere’de tanınan bir TV sunucusuydum, bu yüzden çok az kişinin başına gelebilecek cinsten, anormal boyutlarda alaya alındım. Üç yıl boyunca sokakta yürürken insanlar bana bakıp gülüyorlardı. Komedyenlerin espri yapmasına bile gerek kalmadan sadece benim adımı söylemeleri bile izleyicilerin kahkahalarla gülmelerine yetiyordu.
KC: Bir geriye dönebilir miyiz? Çünkü birşeyi anlamak istiyorum. Şu Sürüngen hikayesine nasıl girmiştin?
DI: Zaten onu anlatacaktım. Bunları hayatımdaki tesadüflerle açıklamaya geliyorum. 1996’dan itibaren, bu sürüngen hikayesi başladı. 1990’larda alaya alınmam öyle boyutlara ulaşmıştı ki, şimdi hala birçok kişinin en büyük kabusu olabilecek, “başkalarının sizin hakkında ne düşüneceği korkusu”ndan artık kurtulmuştum. O kadar çok alaya alınmıştım ki, daha fazlası olamazdı, dolayısıyla o tarihten itibaren bu sürüngen gerçeğini açıklamak benim açımdan hiç problem olmadı. 
KC: Peki daha önce alaya alınma nedeni neydi? Benim bildiğim sadece sürüngenlerle ilgili olarak alaya alınmıştın.
DI: Oh, yok, o hikayeyi de anlatayım. 1990’ın sonuna doğru, ‘Gerçek’in Titreşimleri’ adlı kitabımı bitirmiştim, ilkbaharda baskıya girdi. O arada bende garip bir şekilde Peru’ya gitme isteği belirmişti. Neden olduğunu bilmiyordum, ama kesinlikle gitmem lazımdı. Neden gittiğimi bilmeden uçağa bindim ve Lima havaalanında indim. İndiğim andan itibaren inanılmaz tesadüfler başladı. Perulu rehberim beni her yere götürüyordu.
Ona ilk kez, antik İnka bölgesi olan Cuzco’da rastladım. Evine gittim, sırtüstü yatmış uyuyordu. Kapı açık olduğu için içeri girdim, bana baktı ve selam falan vermeden; “Dün gece rüya gördün mü?” diye sordu.
Ne diyordu böyle? “Evet, aslında gördüm” dedim, gayet net bir biçimde hatırladığım üzere rüyamda öndeki iki dişim düşüyordu, ama hangileri olduğunu hiç hatırlamıyordum.
“Baban veya büyükbaban sağ mı?” diye sordu. “Evet babam sağ” dedim. “Baban veya büyükbaban öleceği zaman bu sembolik bir rüyadır” dedi. “Yandık, bu adam önümüzdeki üç hafta boyunca beni epeyce güldürecek herhalde” diye düşündüm.
KC: Vay canına!
DI: Peru’dan İngiltere’yi aradığım zaman babamın öldüğünü söylediler. İnanılmaz birşeydi.
KC: Aman Tanrım!
DI: Neyse bu adamın götürdüğü yerlere gittim. Alayların nedenine geçeceğim şimdi.
Puno’da Sillustani diye bir yerdeki otele indik. Güney Peru’da, Titikaka gölüne yakın bir yer. Otelin adı da bir, bir buçuk saat uzaktaki antik İnka sit alanı var, oradan geliyor. Otelin her yerinde buralara ait resimler asılı. Adama: “Şuraya gitmek istiyorum” dedim. Çıktık. Benden aldığı parayla ayarladı. Küçük bir turist otobüsü, şoför, rehber ve ben varız. Başka kimse yok. Issız bir yere geldik. Etrafa bakınca uzakta dağlar var, turistlerin resim çekmesi için lamalı birkaç çocuk var, ama turist falan yok. 
Bir saat kadar gezdim, herşey gayet güzeldi. Küçük bir gölün yanında bir tepe var. Sonra otobüse geri döndüm, çünkü gitmek istediğim yer orası değildi. 
Minibüse bindim, hareket ettik, pencereden dışarıyı bakıyorum, dalmışım. 2-3 dakika geçti, tepeye bakıyorum, kafamda bir ses: “Bana gel, bana gel, bana gel” diyor. Ne? Bu işte de son derece acemiyim. Hayatımda neler oluyor böyle?
Rehbere “Durabilir misiniz?” dedim, “Şu tepeye çıkmam lazım”. Çıktım. Yoldan görünmüyordu, ama tepeye uşatığımda belime kadar yükseklikteki kayalar bir daire oluşturmuş, belli ki yıllardan beri oradalar. Dairenin ortasına yürüdüm, Sillustani’ye ve uzaktaki dağlara bakıyorum. Sıcak bir Peru günü.Gökte tek bir bulut bile yok. Tıpkı bugün gibi. Dairenin ortasına yürüdüm, birden ayaklarım o kitapçıda olduğu gibi, ama bu sefer daha da güçlü bir şekilde yere yapıştı, sanki güçlü bir mıknatıs çekiyor. Birden hatırladım tabii. “Hadi bakalım yine başladık” diyorum.
Birden başımın tepesinde sanki bir matkap çalışıyor, titreşim ayaklarıma, oradan toprağa geçiyor. Sonra tersi oluyor. Sonra kollarım 45 derece iki yana doğru açılıyor, ama aklımdan hiç öyle bir şey geçmemiş bile. Kollarınızı bir dakika falan öyle tutun ağrımaya başlar. Oysa ben öyle sanırım 45 dakika falan kaldım. Tabii bittiği zaman kollarım mahvolmuştu. Ama sürdüğü sırada hiçbir ağrı falan hissetmemiştim. 
Sonra bu enerji bütün içimden geçti. Tarih Şubat 1991. Gittikçe güçleniyordu. Vücudum titremeye başlamıştı. Aklımdan iki güçlü düşüncenin geçtiğini gayet iyi hatırlıyorum. Tıpkı o kitapçıdaki gibi olmuştu.
İlk düşünce: “Bundan 100 yıl sonra da söz edecekler”. Bense; “Söz edecekleri de ne?”diye düşünüyorum.
Diğeri ise: “Yağmuru hissettiğin zaman bitecek” sözleriydi. O günkü havayı anlatmıştım ya, yağmur falan yağacak gibi değildi. Yani insanın gülesi geliyor tabii.
Sonraki 45 dakika boyunca, zaman kaybolmuş gibiydi, sonra düşündüm de, bu enerji, adına ne derseniz, farkındalık, bilinç, boyuna içime girip çıktı. Hani araba kullanırken, “Yahu şu son iki mili nasıl da geçmişim” dersiniz ya. 
O anları düşündüğüm zaman aklıma geliyor, uzaktaki dağların üzerinde gri bir sis vardı. Sonra gökyüzü büyük bir hızla kararmıştı ve uzaktaki dağlara yağmur yağdığını anlamıştım. Kısa bir süre sonra da fırtına gelmişti. Keskin bir çizgi varmış gibiydi. Çoğu kez tarif ettim. Sanki gökyüzüne bir perde çekilmiş gibi olmuştu. Gri bulutlar üzerime doğru geliyorlar, sanki üzerlerinde yüzler görüyorum. Saçma gibiydi, ama butlarda hep yüzler gördüm. Sonra yoğun bir yağmur başladı. Enerji hala geliyor, ben hala duruyorum. Sonunda yağmur üzerime gelince herşey durdu. O zaman kıpırdadım. Vücudumun her yanı, özellikle omuzlarım müthiş ağrıyordu.
Başka şeyler de oldu, İngiltere’ye döndükten kısa bir süre sonra kitabım basıldı. Yani bu deneyimden çok kısa bir süre sonra. Geriye baktığımda şöyle düşünüyorum; bir baraj var, sakin suyu tutuyor, çünkü doğal hali. Ama baraj çökünce suyu tutamazsınız, çünkü başka bir ‘hal’e dönüşmüştür, su, bir taraftan diğer tarafa gitmek ister.
BR: Evet.
DI: Geriye baktığım zaman bana olanlar da oydu, kafamdaki baraj yıkılmış sular taşıyordu. Sonraki üç ay boyunca nerede olduğumu bile şaşırmıştım. Tam bu sıralarda kitap piyasaya çıktı ve tam bir şaşkınlık halindeyken İngiltere’de en çok izlenen canlı sohbet programı-Wogan Show’a çıktım. Ülkedeki bütün gazeteler delirdiğimi yazmıştı. Sohbet sırasında koltukta oturuyorum ve izleyiciler dakikalarca, belki 15 dakika boyunca hep gülüyorlar, çünkü bana neler olduğunu anlamadığımı anlatıyorum, tabii bu da müthiş alaylara neden oluyor. Ah, böylece başkalarının benim hakkımda ne düşüneceği korkusu yok oldu. Ama insan davranışları konusunda çok şey öğrendim. Sizinle alay edildiğinde kaçar saklanırsınız değil mi? 
BR: Bu bizi kontrol altında tutan yöntemlerden biridir.
DI: Evet, bense bunun üzerine ne yaptım? Üniversitelerde konuşma turuna çıktım! Tabii ki öğrenciler beni dinlemeye değil, gülmeye geliyorlardı. 
KC: Anladığım kadarıyla bir ‘Kundalini’deneyimi geçirmişsin, sen de öyle mi düşünüyorsun, yoksa başka birşey mi?
DI: Her ne ise o.
KC: Peki araştırmadın mı veya kimse sana anlatmadı mı?
DI: Hayır. Hayır. Yani ‘kundalini’ deneyimi ile ilgil konuştum tabii, belki de öyleydi. Kendi kendime “her ne ise o” dedim. 
1990’da bütün bunlar başladığında medyuma gittiğim zaman, şöyle demişlerdi: “İnanılmaz derecede muhalefet göreceksin, ama seni hep koruyacağız.”
Tabii kim olduklarını bilmiyorum. Ancak bu genetik uzay giysimi terkettiğim zaman onların kim olduklarını bileceğim. Tamamen önsezilerime göre hareket ediyorum. 
1991’de başıma gelen o müthiş alay fırtınası ile, hayatta çoğu kez denir ya, en büyük kabusumun ardından bana en büyük armağanım sunuldu. Deneyimlediğim oydu. Yani aslında bana olanlar şuydu: Algılama açım değişmişti, bu da bana yetiyordu, ne olduğu konusunda daha fazla ayrıntıya ihtiyaç yok ki. Tabii ki bu bir ‘Kundalini’ deneyimi de olabilir.
BR: Çeliğe su verilmesi gibi mi oldu?
DI: Duyamadm, tekrarlar mısın? 
BR: “Çeliğe su vermek” dedim.
DI: Çeliğe su vermek? Evet, doğru. Sürekli olarak kişisel yolculuğuma dönüyorum ama, bunu bilgiyi iletme açısından. Herşey ‘Bir’. O üniversitelere konuşma turu sırasında ne olduğunu anlatacaktım. Nottingham Üniversitesi’ne gittim. Binlerce kişi var. Belki 950 si gülmeye gelmiş. Sahneye çıktım, belki onbeş dakika yuhalama, alaylar, gülmeler, sahneye atılan plastik bira bardakları faslı ile geçti. Öylece durup sesin kesilmesini bekledim. Sonunda sesler kesilince; “Benim deli olduğumu düşünüyorsunusz öyle değil mi?” dedim. ‘Eveet’ sesleri geldi. “Peki size ne demeli? Deli olduğuna inandığınız birini dinlemek için para ödediniz.” Birden iğne atsan sesi duyulacak kadar büyük bir sessizlik oldu. Zaten sonra da hep sessizlik içinde dinlediler. Bazı çok ürkütücü konulardan bahsediyorum, İngiltere’deki gazetelerde hala söylediklerim nedeniyle alay konusu oluyorum. 
BR: Artık biraz dindi gibi...
DI: Biraz, ama çok değil. Temmuz 2008’de oy almayacağımı bile bile Parlamento seçimlerine girdim. Mesele oy almam değildi. Herhalde seçmenlere, “Sizin oylarınız değil, dikkatinizi istiyorum”diyen ilk aday ben olmuşumdur. Zaten politika işim değil. Ama tekrar ediyorum, büyük bir deneyimdi ve çok şey öğrendim. 
Ama medya...Ulusal basına, resimlerle, gerçeğin beş duyu seviyesinden 50 dakikalık bir Power Point sunumu yaptım. Akıllara durgunluk verecek herşey, Sürüngenler vs.
Tabii ki gittiler ve yaptıkları tek şey dalga geçip, akıllarınca beni küçük düşürdüler. İlginçtir, en çok alay eden bir tanesi, altı hafta kadar sonra gazetesinde baş sayfa haberi yaptı. Çok acaip. Bu kişilerde bilişsel uyumsuzluk var, iki gerçeği bir araya getiremiyorlar. Önemi yok tabii. Öyle bir durumdayız ki, neyse ki Internet var da bu betonlaşmış zihniyetli zavallı insanları bypass edebiliyoruz. 
BR: Zaten kimseye ulaşmana da gerek yok, malum şu “Yüz Maymun Sendromu” var ya. 
DI: Evet, gittikçe daha yoğun bir şekilde hissediyorum. Yani, biri konuşsa hemen hissediyorum. Bu titreşimsel bir iletişim. Mesela, seninle aramızda bir sessizlik var, sen bana birşey söylediğin zaman benim beynim onu deşifre ediyor. Bu titreşimsel bir iletişim. Kuvvetle hissettiğim birşey var, bunu sadece insanlar duymuyorlar, bu bilgi sürekli olarak sirkülasyon yapıyor. 
Bir radyo istasyonu için bir röportaj yaparsan 100.000 kişi dinler, ama o bilgiyi taşıyan yayın frekansı etere geçer ve o radyo röportajını dinlemeyen kişiler tarafından da bilinir. Yani onlara titreşimsel bir seviyeden geçer.
KC: Sanırım bu doğru. Burada, ‘Kelebek etkisi’nden söz ediyorsun.
DI: Evet.
KC: Etkisi katlanıyor. Bu açıklamak için iyi bir yol. Bilinçaltı seviyede oluyor.. 
DI: Mmm. Ayen öyle. 
KC: Dalgalar gibi. Dalgalara çarpıyor. Bir de şöyle bir ifade var: Kelimelerle olduğu kadar osmosis yoluyla da öğreniriz. Köklerin suyu çekmesi gibi.
DI: Evet.
KC: Cildimize, beynimize. 
DI: Aynen.
KC: Bizler alıcıyız.
DI: Aynen öyle. Alıcı ve vericiyiz. Oysa herkes bunun, sadece kulağın sesi duyması şeklinde olduğunu sanıyor.
Size birşey daha anlatayım. 2003’te Brezilya’daki yağmur ormanlarında psikoaktif ‘ayahuasca’ adlı maddeden almıştım. Bana bunu yapmamı kimse söylememişti, ama yaptığım için çok memnunum. Olağanüstüydü. Birçok kimsenin kötü deneyimleri oluyor tabii. Neyse beş saat boyunca, kendiminki kadar net bir sesle bir kadın sesi, bu realitenin bir illüzyon olduğunu anlattı. Yatarken bir kaç kez ayaklarım havaya dikildi, çok komikti. 
Bu ses bana birşey anlattı, resmen resimler gördüm, hatta birinde sahneye çıkıyorum, seyirciler var, en öndeki seyircileri görüyorum. Yine bu ses: “Sadece zihni mutlu edecek sözler söylüyorsun, sadece beyni mutlu etmek için” falan diyor.
Bu ses bunu anlatırken ilk sırada oturan iki kadın görüyorum, sahnenin önüne yürüyüp duruyorum, sessizlik var. Kadınlardan biri, diğerine “O ne yapıyor?” diye soruyor. Sonra o ses, nereden geliyorsa: “Konuşman lazım, yoksa seyirciler, ‘neden hala başlamıyor?’ diye sorarlar.” diyor. 
Tabii bu çok derin bir anlam taşıyor, çünkü hepimizin arasındaki asıl iletişim konuşmadan sağlanıyor.
KC: Kesinlikle.
DI: İyi tarafı şu ki bunu insanlar üzerinde sağlayabiliyorum. Ne kadar çok gerçeği söylersem, insanlar inanmasalar bile radyonun dalgasına ayarlanır gibi birşeyler kapabiliyorlar. İnsanların uyanışındaki hızı görüyorum, bu sadece Internetteki bilgiden, benim veya başkalarının kitaplarından kaynaklanmıyor. Kitlesel ve titreşimsel bir değişim var. 1990’da o medyum aracılığı ile gelen mesajda dediği gibi, “Spiritüel bir devrim geliyor ve titreşimsel bir değişim şeklinde olacak.”
Şimdi görüyorum. 1990’da hiçbir belirti bile yoktu. Şimdi ise açıkça görülüyor. Los Angeles’tayken konuşmamdan sonra insanların yanıma gelip; “Üç ay öncesine kadar ben de sistemin bir parçasıydım”diye itiraflarda bulunduklarını hatırlıyorum.
KC: Doğru.
DI: Bir çoğu, “Kitaplarından birini okudum ve birden kendimi tamamen farklı hissetmeye başladım” diyordu.
Şimdi bunun sebebi, sadece benim kitaplarımdan birisini okumuş olmak değil. Bu titreşimsel değişime bir ayarlandın mı bang! Bazı şeyler olabilir, hem de hızla. Kendi tecrübemden biliyorum, bu çok güzel birşey. 1990’lar ilk uyandığım zaman herşey kabus gibiydi, neler olduğunu hiç anlayamıyordum. Oysa şimdi insanlara açıklama yapabiliyorsun. Bu enerjik bir yapı, oysa bunun tersine inandırılmışız, sistemin bize hizmet ettiği yalanına...Titreşimsel alan senin varlık halini dışarıya doğru titreştiriyor, kişiler, yerler, hayat tarzları, deneyimler hep içsel varlığına göre çekiliyor, çünkü dışın, içinin bir yansıması oluyor. 
Değişmeye başladığın zaman-bana olan da buydu-bu herkese olabilir. Bir haldeyken, birdenbire farklı kişilere, yerlere, hayatlara geçiyorsun, ikisinin arasında bir değişim oluyor, ama; “Biri gitti! Hadi bakalım şimdi de bu!” şeklinde olmuyor tabii.
Birisi çöküyor, diğeri yükseliyor. Realiten üzerindeki gücün azalıyor, diğeri güçleniyor. Çok hızlı oluyor, ama anlık birşey de değil. 
KC: Bu gezegenin evreninde olanlarla müthiş bir benzetme.
DI: Çok doğru.
KC: Özellikle A.B.D.’de, İngiltere’de. Her yerde. Burada da görüyoruz. Ekonomik sıkıntılarla, insanlar evlerini kaybediyorlar. Hayatları değişiyor. 
DI: Aynen katılıyorum.
KC: Ve ne kadar çok direnirsen yıkımı o kadar fazla olur. Ne kadar az direnirsen, o kadar az etkilenir, sonra da yeniden tırmanmaya başlarsın.
DI: Çok doğru.
KC: Sen, hayatındaki bu radikal değişime çok yabancı, sanki siyahtan beyaza geçmiş gibi olmuşsun. Aksaklık süresi üç ay diyorsun, ama senin için neredeyse hiç süre oluşmamış.
DI: Üç ay sürdü.
KC: Ama bu süre çok kısa, özellikle de 90’larda. Bugün insanlar çok daha hızlı bir süreç içine giriyorlar. Belki de bunun nedeni, senin ve senin gibi olanların bu işi, bu sürece girecek olanlar için kolaylaştırmış olmanız.
DI: Umarım öyledir.
KC: Perdeyi kaldırıyorsunuz.
DI: Umarım öyledir. İnsanlar, daha kolay anlamalarını sağlamış olduğumu söyledikleri zaman bir tatmin duygusu hissediyorum. Çok haklısın, şimdi bu konuda çok konuşuyorum-gerçekten fiziksel deneyimlediğimiz şey eski benliğimiz, yeni benlik ise çok farklı birşey. İkisinin arasında tam bir kaos yaşanıyor. İlişkiler kopuyor, işini veya evini kaybediyorsun ve fiziksel-‘ben bu insan bedeniyim’-deneyiminde yaşarsan işin çok zorlaşıyor.
Eğer ‘ben bu yola gitmek istiyorum’ dersen, bunun da oraya gitmek için bir değişim olduğunu farkedersen, nahoş olayları, belirli bir noktaya varmak üzere yaşaman gereken bir deneyim olarak kabul ediyorsun. Haklısın. Kollektif...
Bunun çok seviyeleri var. Bazen bazı kişiler bana ‘Neler oluyor?’ diye soruyorlar. Ben de “Öncelikle ben guru falan değilim, ama benim ne olduğu hakkındaki düşüncemi öğrenmek istersen sorum şu: ‘Neler oluyor’un hangi seviyesindekini anlatmamı istersin?’ diyorum, çünkü aynı şeyi gözlemlemenin çok yolu var.
Bir seviyede, ekonomik sistemi yıkmış olan bu İllüminati soyu var, çünkü bunun, bir çözüm sunabilecekleri bir problem olmasını istiyorlar. Bu da Orwell tarzı, faşist, merkezi bir ekonomik sistem. Ama kişiler kendi küçük kutularının içine hapsolmuş durumda oldukları için, bu onların anlayabilecekleri seviyenin çok ötesindeki bir seviye, aksi halde şu anda yapmakta oldukları şeyi yapıyor olmazlardı. Şimdi hapishane toplumundan, cennet veya özgürlük toplumuna doğru bir dönüşüm içerisindeyiz. Bütün bu titreşimsel değişim, kontrol ve empozeye dayalı bulunduğumuz bu sistemden çıkıp, özgürlük içeren diğerine geçmeyle ilgili. Bunun olması şart ve zaten oluyor da.
KC; Anlıyorum.
DI: Eğer insanlar...Tabii ki bunu söylemek çok kolay, ama hani o gün kapınız çalınıp da evinizi terketmenizi isteyebilirler. Bunu görme seviyesinde olursanız, durum çok daha kolaylaşır. Bu aşamadan geçiyoruz. Onu olduğu gibi algılayamıyoruz, ama bu, nereye gideceğimize dair kolektif bir deneyim, sevgi dolu, özgürlük dolu bir dünya. Küçücük versiyonumuza hapsolmuş sahte kimliklerimizle ölmekte olan sistemi birarada tutmaya çalışmaktansa, çok özel varlığımızı ifade edebileceğimiz özgür bir dünya daha iyi.
KC: Evet, bazı açılardan bu işi yalnız başına göğüsleyerek öncülük etmiş oluyorsun.
BR: Düşünüyorum da, Kerry’nin dediği anlamda, eskiden kendini çok yalnız hissederken şimdi birçok yönden destek alıyorsundur.
DI: Evet, doğru, çünkü bu söylediğin konuda anlatacak o kadar çok şey var ki. Bunların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yalnız olduğumu söyleyemem, ama bağlantılarım hep beni yöneltti, kapılar açtı, o yöne doğru itti, ‘takip et’ dedi.. Dolayısıyla bir anlamda yalnız olmakla birlikte, o bağlantı hep oldu ve hala da var. 
İnsanlar da çok nazik ve destekleyici davranıyorlar. Ama temelde hep içinde bulunduğum kendi baloncuğumla yol alıyorum.Organizasyonlara katılmıyorum, diğer araştırmacılarla bağlantım yok, sadece bu önseziyi izliyorum. Ama biliyor musun, bu söylediğin çok çok önemli. Bence en kötü insan hastalığı sayılmasa da, hepsinin kaynağı bence güvensizlik. Çok ironik, ama ben güveni, kitlesel ve ulusal olarak yüzleştiğim alaylar sayesinden kazandım. Neden biliyor musun, 60’ların bir şarkısında vardı: “Özgürlük, kaybedecek birşeyinin kalmamasının başka bir ifadesidir.” 
KC: Kesinlikle.
BR: Güvenliğin için, içine bakmalısın. Dışarıda değil, içeride bulursun.
DI: Evet. 90’larda, bütün bir ülkenin alaylarına maruz kaldığım zaman o şarkıdaki sözü yaşadım, kaybedecek hiçbirşeyim kalmamıştı. O zaman başkalarının ne düşüneceğinden korkmamak gibi özgürlüğe kavuştum. Artık; “İstediğiniz kadar gülün, ama bu benim!” diyordum. ABD’de bir arabaya yapıştırılmış müthiş bir ‘sticker’ görmüştüm.
BR: Ben benim, ben özgürüm.. .
DI: Herhalde California’daydı. “Farklı olduğum için bana gülüyorsunuz. Bense size, hepiniz aynı olduğunuz için gülüyorum.”diyordu, ama ben herkes aynı olduğu için onlara gülmüyorum. O zaman İngiltere’de tam bir ‘sürü mentalitesi’ vardı. Bakıyorsun, sonra düşünüyorsun; “Siz, hem de siz, bana gülüyorsunuz ha? Aman Tanrım!” Sonra şu ekonomik kriz hikayesi oldu...Bunu kontrollü bina yıkımı olarak tarif ediyorum. Dinamitler patlıyor, bina yıkılmadan önce bir sessizlik, sonra bina çöküyor. Şimdi bu çöküşün ekonomik versiyonun düşünecek olursak, tam o sessizlik aşamasındayız.
Henüz hiçbirşey görmedik. Öyle bir çöküş ki, bugün hayatta olan kimse görmemiş olacak. 1930’larla kıyaslanabilir, ama dünyanın durumu, sonra daha çok insan var, ev sahibi olma imkanları farklı, sanırım çöküş daha büyük olacak.
BR: Bahçeleri ve istediklerini yapma imkanları olan bağımsızlar iyice kopacak.
DI: Amaç o. Çok haklısın. Şimdi sözünü etmekte olduğun bu yeni durum ile yüz yüzeyiz. Yeniden değerlendirmeliyiz. Her ne pahasına olursa olsun yapmak da lazım.
KC: Evet...
DI: ...Başarımızın sembolü.
KC: Doğru.
DI: Şimdi güvensizlik öyle boyutlarda ki, insanlar da toplum da, bireysel ve kolektif olarak, hükümetler ve medya yüzünden büyük bir güvensizlik içerisindeler. Bu gittikçe de artıyor. İnsanların çoğu kimliklerinin asıl içlerinde olduğunu hissedemiyorlar, dışarıda olduğunu sandıkları şeyden alıyorlar, anlıyor musun, hepsi kafalarında.
KC: Kesinlikle.
DI: Bu durumda güvende olduğunu hissetmek için, dışarıda/orada olan başarı sembollerine ulaşman lazım. Medya ve beşikten ölene kadar endoktrine edilen eğitim yoluyla, daha çok para, daha büyük ev, pahalı araba, ün, ünvan edinmek güven duygusunu doyurmaya koşullandırıyor.
BR: En çok oyuncak edinerek ölen, kazanmış sayılıyor.
DI: Evet, güvensizliği aşmak için, kişi hayatını, toplumun başarı olarak nitelendirdiği bu sembolleri kovalamakla geçiriyor. Tabii öte yanda başarının asıl sembollerini unutuyoruz: Mutlu muyum? İyi birşey yapmanın tatmin duygusunu alıyor muyum? İstediğim gibi, merhametli, sevecen bir toplumda mı yaşıyorum? Bu suni temelde, başarı kazanmayı gerektiren bir nokta daha var, bu sefer aynı güvensizlik duygusunu aşmak için aynı sembolleri kovalayan başkalarıyla rekabet etmek zorunda kalıyorsun.
KC: Doğru.
DI: Bu da büyük küçüğü yutar, yağlı kazığın tepesine kim ulaşacak mücadelesini getiriyor. Herkes değil tabii, ama çoğu kişi tepeye ulaşmak için başkalarını eziyor. Onlar tepeye ulaştıkları zaman, güven duyguları başarı sembolleri ile derinliğine tatmin oluyor. Bu tür güvensizlik duyguları en çok Hollywood’da ve eğlence endüstrisindeki kişilerde vardır. Hepsinde değil tabii. Sadece müziğini çalan, rolünü yapan güven duygusuna sahip birçok kişi de var, ama çoğu güvensizlik içersinde, dolayısıyla daha da fazla beğenilmek ihiyacında oluyorlar.
Eğer bakış açımızı, “Ben, sabahları aynada gördüğüm bedenim veya ben David Icke’ım, Charlie Smith’im, Ethel Jones’um düşüncesinden, “Ben sonsuz ‘bilinç’im, bu dünyada sadece bir deneyim yaşıyorum” düşüncesine geçerirsek , neyin başarı olduğu değerlerimiz de değişir.
Statü ve başarı sembollerini belleyen, bedenle birlikte çalışan akıldır. ‘Kaç para kazanıyorsun?’ Oysa bilinç bunlarla ilgilenmez. Bunların illüzyon olduğunu bilir. Tabii aklınız bu sembollere endekslenirse bir süre sonra siz onları değil, onlar sizi yönetir hale gelir. 
BR: Tabii ki.
DI: Büyük bir değişime taşıyan bu dönüşüm sürecinde, ben de ‘Akıl’dan, bu sanal realite oyununun ve beden dediğimiz bu biyolojik bilgisayarın çok ötesindeki bilinç’e geçtim. O zaman herşeyi farklı görmeye başlıyorsunuz, çünkü yapılarla sadece ‘akıl’ ilgilenir. Hiyerarşi ve bölünmüşlük. Akıl herşeyi bölünmüş olarak görür.
BR: Ve zıtlıklar.
DI: Evet. Eğer hayatı öyle görüyorsan, hiyerarşik yapıda, bölünmüşlük ve rekabet içersinde, ‘akıl’ hapsindesin demektir. Dinler de ‘Akıl’ yapısındadır, bu nedenle kuralları vardır.
BR: Tabii ki.
DI: Bu da bir kırmızı ışık. Hey! Akıl! Kurallar, yasalar.
KC: Ve sınırlamlar.
DI: Sınırlanma duygusu. Bakış açımızı değiştirirsek, kendimizi gerçek olarak görürüz, yaşadığımızı sandığımız dünyayı, o koşulları, bilinç açısından görmeye başlarız.
Daha önce de söylediğim gibi, 20 yıldır beni iten bu güç, senkronistik deneyimlerle komplonun beş duyu seviyesini anlamamı sağladı, sonra boyutlararası bağlantılara ve bu ailelerin sürüngen bağlantılarına götürdü. 
2003’ten beri de, en önemlisi olan ‘gerçek’in doğasını anlamamı sağladı, çünkü biliyorsunuz, kim olduğunuzu, nerede olduğunuzu veya yaşadığınız dünyanın doğasını bilmezseniz, hayatınızı veya kendi deneyiminizi nasıl yönetebilirsiniz?
Bu bilgi bence en önemli bilgi, çünkü deneyimin bakış açısını, bu dünyayı bu dünyadan görme halinden kurtarıyor. Bu dünyadasın ve bu dünyadansın, bu berbat bir kabus. Bilinç kazanarak hem deneyimi yaşayan, hem de gözlemci olabilirsen o zaman herşey daha kolay oluyor. Çünkü o sen değilsin, gözlemlemekte olduğun senin deneyimin oluyor. 
KC: Kesinlikle. Bu öyle birşey ki. George Green, Plejaranlar ile temasta olduğunu söylüyor. Onu kanal olarak kullanarak yardım etmiş oldukları kitap da aynı şeyi söylüyor. O zaman gözlemci durumunda kalmak zorunda oluyorsun. 
DI: Aynen öyle.
KC: Neler olduğunu gözlemliyorsun, ama deneyime kapılıp gitmiyorsun. Dediğin gibi bu dünyadasın, ama bu dünyadan değilsin.
DI: Evet. Bir de neyi anladım biliyor musunuz, zaten yaşadığımız realiteden çok söz ediyorum, öyle bir şey ki, ne olduğu korkusunu aşıyorsun. Çok ilginç, neler olduğunu, neyi deneyimlediğimizi anladığımız zaman haftalarca gülebiliriz. Ben çok gülüyorum. “Bütün hepsi bu muymuş? Aman Tanrım” diyeceğiz.
2003’ten beri, labirentin açılıp kapanan kapılarının arasından gittikçe daha derinlere geçiyorum. Gerçek nedir? Biz kimiz, burada ne yapıyoruz, nasıl bir etkileşim içine giriyoruz? 
Ve bana göre bu dünyadaki realite olarak algıladığımız, simulasyonlarla kıyaslanacak olursa bu sanal gerçek evrenin muazzam bir gelişmişliği söz konusu. Bunun tahminden öte olduğunu biliyoruz, bu kanıtlanan bilimsel bir gerçek.
BR: Evet, gerçek olduğunu sandığımız kadar mükemmel.
DI: Evet, biliyorsun beş duyu sadece titreşimsel bilgiyi elektrik sinyallerine dönüştürüp beyne gönderiyor, beyin ise bu yapıya uygun şekilde deşifre ediyor. Biz de herşey dışarıda sanıyoruz, oysa aslında içimizde. Katı olduğu söylenen 3 boyutlu dünyanın, dışımızda olduğunu düşünüyoruz, oysa aslında değil. ‘Dışarısı’ sadece titreşim alanları. Biz yaratırken burada, içimizde. Beyin bile deşifre eden bir yapı. Bizim deşifre edişimiz de belirli bir enerji seviyesinde gerçekleşiyor. Bu çok çok önemli, çünkü manipülatörler bu temel bilgiyi çok saklamışlar, gizli cemiyetlerin en yüksek seviyelerine yaymış, halktan da iyice gizlemişler. 
KC: Doğru..
BR: Evet.
DI: Biz herşeyin dışarıda olduğuna inanıp dışarıda arıyoruz. Oysa illüzyon içindeyiz ve tabii ki hiçbir şeyi değiştiremiyoruz.
BR: Evet.
DI: Durum böyleyken asla hiçbirşeyi değiştiremeyiz. Ama “Ah, dışarıda birşey yok, peki nereden geliyor? Oh, buradan, içeriden, o zaman değişebilirim. Oh, işte böyle!”
Çoğu kişi bastırılmış anlayışı ile şöyle yapıyor, yani ben şuna benzetiyorum; sinemada oturmuşlar, filmi beğenmedikleri için sinema perdesine bağırıyorlar.
KC: Evet.
DI: Sonra şöye diyorlar: “Sen delisin. Perdeye bağırarak filmi değiştiremezsin ki. Projeksiyon odasına git, filmi beğenmediysen makinadaki filmi değiştir!”
İşte projeksiyon derinlerde içimizde. Okuduğum araştırmalara göre davranış ve kararlarımızın sadece % 5 kadarı bilinçli aklımızla yapılıyormuş. Bana sorarsanız, bu doğru değil, bu üç boyutlu realitede olanların yüzde yüzü aklımızla oluyor. Aslında bu bir projeksiyon. Bilinçli akıl karar veren merci değil. O, gözlemleyen ve deneyimleyen oluyor. Bu aynı sinema projektöründeki prensip. İçeriden, yani bizim bilinçaltı dediğimiz yerden geliyor, yayındaki motifler gibi, bütün motiflerle etkileniyoruz, bu projeksiyonumuz ve okumamızı, yani algılamamızı etkiliyor. Hepsi bilinçaltından geliyor. Sembolik olarak projeksiyon sinema perdesine vurunca da iş bitiyor.
İşte değişimin yer alması gereken yer burası, yani içimiz. Mesele, aklımızın deneyimini, yani projeksiyonu değiştirmek. İnsanlar bu akıla o kadar kapılmışlar ki, deneyimledikleri tek seviye o.
Demek istediğim şu; hep bilinçaltından bahsediyorlar, oysa gerçek: ‘bunu düşündüm’. Peki bazı deneyler, elektriksel ve kaslarla ilgili değişikliklerin, bir eylemin olmasını sağladığını gösteriyor. Bu aklın karar vermesi ile saniyeler içersinde gerçekleşiyor, çünkü öyle oluyor. “Ona takılıp gidelim” kavramı var ya. Hani şu Yeni Çağ’cıların çok kullandıkları. Onlar için de söyleyeceğim çok şey var. Gerçi temel tema doğru ama...
Komplonun istediği bizim dışarıda aramamız. “Gidip protesto edelim!, Gidip şunu yapalım! Gidip bunu yapalım!” Protesto ediyorsunuz, tamam. Londra sokaklarında milyonlarca insan savaşı protesto etti, sonra ne oldu? Savaşa girildi, sonra başka birşeyin protestosuna başlandı.
BR: Daha çok dialektik.
DI: Evet. Dolayısıyla projeksiyonu değiştirmemiz lazım.
KC: Bu aslında bildiğimiz birşey; ‘bilinç’in, değişimin yer alması gereken yer olduğunu biliyoruz. Realitenin görünüşünde değişiklik yapmak için de uygulamanın yapılacağı yer orası.
Aslında iş sadece orada bitmiyor. Hepsine nüfuz etmesi lazım, dolayısıyla bu bedende olması gerekir, peki ama başkaları kontrol ediyor. O zaman ‘bilinç’imiz kontrol altında demektir. O zaman şöyle bir örnek verebiliriz, burada yaptığımız şey, daha fazla değiştirmek, daha da geliştirmek ve değişime yardımcı olmak için kullanılabilir, o zaman iyi birşeydir. Ancak yeterli değil tabii. Başka bir deyişle, Buda’ya tap, sadece pasif kal ve hiçbirşey yapma, çünkü hiçbirşey yapmamak da cevap değil. 
Hepimiz bu dünyaya bir amaç için geliyoruz. Bir oyun oynanıyor. Bilincindesin, içini değiştirebiliyor ve dışarıya aksettirebiliyorsun ve bu da yaptığını daha kolaylaştırıyor kuşkusuz. Ve tabii ki bu, yaşantınla da bütünleşiyor. Burada biz de Camelot olarak konuşuyoruz, çünkü bu da bir eylem, hepsi bu.
DI: Aynen katılıyorum.
KC: Ancak akılları toplayıp medite edebilirsin. Aksiyonu harekete geçirecek yerler var ve dünyayı pozitife çevirmek mümkün. Aradıkları değişikliği içlerinde taşıyan insanlar büyük bir çelişki yaşıyorlar. İçindekine ters düşemezsin ki, olmaz, bir çıkış olmalı.
DI: Ben şöyle düşünüyorum. Demin de söylediğim gibi, bu realite holografik, illüzyonsu bir fiziksel yapı. Biz bunu holografik bir Internet gibi kafamızda birleştiriyoruz. Bu yüzde yüz bir projeksiyon ve perdeye aksettiği anda deneyimizde yer alıyor. 
Ancak karşılaştığım birçok kişiden duyduğuma göre, sadece oturup meditasyon yaparsan veya takılıp gidersen bu yeterliymiş. Oysa bu bir projeksiyon ve başka bir yerden yapılan bir projeksiyon. Bu projeksiyon içsel ve kollektif benliğimizin açık bir kitap gibi hali. O zaman yaşadığımız bu deneyim bize ‘olma hali’ hakkında herşeyi anlatıyor.
‘Takıl git’ diyebilirsin ve olmadan gitmek için bir mazeret olarak kullanabilirisin, olabilir. O zaman yaptığının bir sonucu olan projeksiyonda ne olur? Etkilediğin tek projeksiyon, köşede bağdaş kurmuş olarak oturan sensin. Başka ne değişir? 
Tabii ki titreşimsel olarak bazı şeyleri belirli bir sınıra kadar değiştirebilirsin, ama dünyada olan bizim içimizde olandır. Zaten burada bir kopukluk oluyor. Yaşamak istediğimiz türde bir dünyaya katkı için hiçbirşey yapmıyorsak, bu bizim iç halimizi anlatır. Ama onu yapmıyoruz.
KC: Evet.
DI: Neler olduğu konusunda belirli bir aşamaya gelmiş birçok insanın hiçbirşey yapmayışlarına bir sürü mazeret bulduklarını görüyorum. Çoğu kişi bana; “Ne yapacağımızı söylemiyorsun” diyorlar. Ben de “Aslında ‘bilinç’lenmekten söz ediyorum. Bu bir başlangıç, ama ne yapacağınızı söylemek bana düşmez, o zaman dediklerimi dinlemiyorsun demektir. Yansıttığımız noktada, gücümüzün dışarıdan gelmesini beklemekten değil, içimizdekini geri almaktan bahsediyorum.
KC: Kesinlikle.
BR: Burada bir zıtlık var, değil mi? Çünkü hikayenin tamamı bu değil. Aksi halde köşede gülümseyerek oturup bizimle konuşmaz, şimdi çalıştığın kadar çok çalışmaz, insanları uyandırıp seninle bu anlayışı paylaşmaları için konuşmalar yapmazdın. Bunu şimdi biz de paylaşıyoruz. 
Bir bakıma bütün bunu gerçek kabul etmek çok önemli, çünkü bu, kendimizi uyandırıp ‘Bilinç’ ile yeniden bağlanabileceğimiz bir platform, hem de bir tezat. Her iki seviyede de varlığını sürdürüyor. Dediğin doğru, hepsi bir illüzyon, ama farketmiyor, bunu konuşuyor olmamız bile yeterli.
KC: Diyeceğim şu ki, konferanslarında sadece ‘akıl’da kalan ‘Bilinç’ten ve ‘Akıl’dan söz ediyorsun. Bir çok açık zihinli kişi çok iyi sonuçlara ulaşıyorlar, ama bunu yaşayamıyorlar. Anlatabiliyor muyum, oysa dışavurum hiçbir yere gitmiyor. 
DI: Evet, çünkü bu, ‘bilinç’ten ziyade, entellektüel ve akademik türde bir gözlem oluyor da onun için. Akıl ve bilinç arasındaki farkı önemle vurgulamaya çalışıyorum. Hatta, ‘benim, senin, onun aklı’ olarak görmüyorum. Benim anlatmaya çalıştığım akıl farklı. Bu ‘akıl’, biz ‘yüksek bilinç’lerin, bu ‘sanal gerçek’in, ona bağlanmamız için kullandığı bir kurgu. Aracı gibi. ‘Bilinç’in bu deneyimi yaşaması açısından hiçbir sorun oluşturmadığı gibi bu görünürdeki gerçek ile etkileşim içersine girmemizi de sağlıyor. Ancak önemli nokta şu ki manipülatörler, bize kendimizi sadece ‘akıl’ sandığımız sahte bir kimlik empoze ediyorlar. Bu akıl, beden yoluyla çalışıp, aynada kendisini ‘David Icke’, ‘Ethel Jones’ veya ‘Charlie Smith’ olarak görüyor. Temelde bu biyolojik bir bilgisayar. Veriye göre programlanmış bir bilgisayar davranışı. Tam bir biyolojik bilgisayar. Şimdi dünyanın çeşitli yerlerinde bunu üretiyorlar. Bilgiyi kullanıp, kararlar verebiliyor, yani belirli bir ölçüde düşünebiliyor da.
Akıl ve kimlik olarak , ‘Aynada olan varlık benim’ düşüncesine kapılırsak, o zaman realitemize hep akıl hakim olur. Zaten, bölünmüşlük, hiyerarşi, kurallar, düzen, yasalar, sınırlamalar, ne varsa hepsini akıl temsil ediyor. 
Yeni Çağ’cılardan spiritüellik hakkında konuşanlar, başka boyutlardan söz ediyorlar. Onlar da diğer sanal gerçek realiteler, diğer seviyeler, ama hep akıl ve akılın değerleri çerçevesinde sıkışıp kalmışlar. Yani bu Yeni Çağcı’lar da meleklerin Büyük Beyaz Kardeşlik hiyerarşisinden söz ediyorlar. Bunlar hep, ‘akıl’ konuşmaları.
BR: Aynen öyle.
DI: Bilinçte hiyerarşi olmaz. O olduğu gibidir. Mümkün olan herşey. Var olan herşey.
BR: Evet.
DI: ‘Akıl’ kurgusu, Wall Street bankacısını nasıl tuzakta tutuyorsa, aynı şekilde Yeni Çağ’cıyı da tutuyor. 
BR: Evet, o da başka bir din gibi. 
DI: Evet, o da öyle. Dün benimle bir röportaj yapmışlardı. İlginç konular vardı. Din, politik partiler, Yeni Çağ... Hepsi dini kuruluşlar gibi aynı yapıya sahipler.
KC: Doğru.
DI: Bilinç ise ‘neyse o’dur, düşünmez, sadece bilir. Ona ulaştığımız zaman sessizdir, çünkü bilir, çözmek için uğraşmaz. Akıl sürekli olarak konuşur da konuşur, çünkü hep birşeyleri çözmeye çalışır. “Peki ya düne ne demeli? Benim hakkımda ne söyledi?” Oysa bilinçte sadece sessizlik vardır. İşte manipülatörler bunun için insanları hep ‘akıl’da tutmaya çalışıyorlar.
KC: Kesinlikle.
DI: ...çünkü bu onların sahası, yani akıl. Eğer bilinçlerine uyanmış olsalardı , şimdi yapmakta olduklarını yapmazlardı. Bizi ‘akıl’larımızda tutmak için birşeylere inandırmaları lazım. Bu durumda dini kullanıyorlar. Birşeye katı bir şekilde inanırsan ona bir isim de verirsin. ‘Sen nesin?’ diye sorduklarında hiçbir zaman kimse “Ben ‘bilinç’im, peki siz kimsiniz? Ben de ‘bilinç’im, tanıştığımıza memnun oldum” demez. Kim olduğumuz ne yaptığımızdır; gazeteciyim, fabrikada çalışıyorum. Siz kimsiniz? Ben Hindu’yum, Hristiyanım. Bunlar hep ‘akıl’kurguları. Yüksek benliğimizi kısıtlamak için akıl hapishaneleri. Birşeye inanınca onu ismiyle benimsiyorsun. 
Benim basit bir felsefem var. Birşeye inanıyor ve ona bir isim veriyorsan o zaman hapishanedesin demektir. Oysa herşey ‘ne ise o’. Hepimiz öyleyiz. Bu, ‘adı olmayan bir güç’, ‘bilinç’.
Bir din yaratıp bir de ad koyarsan arkasından kurallar gelir. Kurgu böyle çalışıyor. İsmi her ne ise kendini onunla adlandıracaksan hep ona uymak zorundasın. Bir Hristiyansan, “Eğer öyle düşünüyorsan sen Hristiyan olamazsın” falan derler. 
Sonra politik partilere bakıyorsun, bir grup insan var, politik bir şeyler yapmak istiyorlar, yaptıklarına bir isim koymak istiyolar; Demokrat, Cumhuriyetçi, İşçi Partisi, Muhafazakar Parti, her neyse. Bir de ad konuluyor. Nasıl adlandırılmayı istiyorsan onun kurallarına uymak zorundasın. Sonra, “Ona inanıp da Muhafazakar olamazsın ki! Liberal olunca öyle düşünemezsin ki!” diye sınırlamalar başlıyor. Nereye baksanız her yerde aynı kurgu var.
BR: Evet.
DI: Sonra inanç sistemi...Araştırmaların gösterdiği üzere, katı inançlarda nöronlar, belirli bir şebeke ve silsile içersinde aynı çizgide gidiyor, çünkü beyin o sırada süzüyor, inanç sistemi aracılığı ile realite ve koşulları deşifre ediyor. Dolayısıyla da özgürce düşünce veya daha uygun bir ifade ile özgür biliş yerine, küçücük bir kutunun içinde işlem yapmak zorunda kalıyorsunuz . İşte bu da beyninizin realiteyi deşifre etme şekli. Yani bir kez katı bir inanç içersine girdiniz mi yakalanıyorsunuz, bu yüzden hep bu tür inançları empoze ediyorlar. 
BR: Evet.
KC: Kesinlikle.
BR: Burada tam bir zıtlık var, çünkü hikayenin tamamı bu değil, öyle değil mi? Aksi halde şurada köşede gülümseyerek oturuyor olur, bizimle konuşuyor olmazdın. Bu kadar çalıştığın kadar çalışmazdın, insanları uyandırıp senin farkındalığına katımaları için yardımcı olmaya çalışmazdın. Bir bakıma bunun gerçek olduğunu kabul etmek lazım, çünkü ancak kendimizi bu platformdan uyandırırsak, ‘bilinç’e yeniden bağlanabiliriz. Bu nedenle bir paradoks var. Her iki seviyede de yer alıyor. Dediğin doğru, hepsi bir illüzyon, tabii ki pek birşey farketmiyor, ama bizlerin hakkında konuşmamız için yeterli derecede de önemli...
DI: Bir bakıma doğru Bill. Son derece nahoş, kontrolda tutan, sınırlayan, korkutucu ve stresli bir realiteyi deneyimlemek istiyor muyuz? Yoksa sevecen, merhametli, bolluk dünyasında açlığın olmadığı ve kimsenin seçeneği olmayacağı için savaşsız olan bir realite mi demeyimlemek isteriz? 
Yapacağımız seçim bu. Biz hep ‘bilinç’iz ve bu bedeni terkettiğimiz zaman, en azından şimdi olduğumuzdan daha çok farkındalığımız olacak. Yani hepimiz ebedi ‘bilinç’iz. Ama soru şu: Burada nasıl bir deneyim yaşamak istiyoruz? 
KC: Çok doğru.
DI: İşte, mesele seçimde. 
KC: Buna, “ne tür bir oyun oynamak istiyorsun?” deriz.
DI: Evet.
KC: Şimdi bir şansımız var, çünkü biz ‘bilinç’iz, oyunun kuralını, şimdi olandan farklı olarak değiştirebiliriz. İçeriyi değiştir, ama şimdi önce şunda bir anlaşalım, çünkü şimdi olan bu...’Bilinç’ devrimi bu olmalı. Sadece senin veya bizim bilinçli olmamız yeterli değil, bu oyuna ayarlanmamız için herkesin sahip olmasına ihtiyacımız var, çünkü bütün hikaye bu. Başka bir deyişle bilinç...Burada soru, “ ‘Bilinç’ nedir?” oluyor. O sevgi. Peki sevgi nedir? O da aslında hepimizin farkındalığı.
DI: Hmm. Herşey ‘Bilinç’. Akıl da bilinç, ama bilinç’in çok daha yoğun bir ifadesi olmalı. Akıl bu yüzden herşeyi sınırlı koşullarda görüyor. Ve insanlar bilinçlenirken, Güney Afrika’dan bir arkadaşımın deyimini kullanacak olursam bilinç, ‘akıl’ı bilinçlendirir ve sonunda realiteyi algılayacağı seviyeye getirir. Ancak bu oyunu başarı ile oynayacaksak, oyunun nerede oynandığını anlamamız lazım. Orada-dışarıda oynanmıyor. Beş duyunun ne yaptığını görüyor musunuz? Daha önce de söylemiş olduğum gibi titreşimsel bilgiyi elektrik sinyallerine dönüştürerek deşifre ediyorlar. Beyin daha sonra bu realiteyi oraya inşa ediyor, oysa o aslında içeride. Dolayısıyla asıl realite titeşimsel. Asıl realite bu. Değişimin olması gereken yer orası, çünkü değişim olurken beş duyu, farklı titreşim hallerini, elektrik sinyallerine çevirir. 
BR: Micheal Talbot’un Holografik Evren kitabında anlattığı muhteşem olay.
DI: Evet.
BR: 1980’li yılların sonunda, kitabın o sayfasını üst üste kaç kez okumuştum. Sahne gösterisinde hipnotizmacı/illüzyonist, bir adamı hipnotize edip önünde duran kızını görünmediğine inandırmıştı. Adam kızını o kadar görmüyordu ki, onun arkasında tuttuğu saatin üzerindeki yazıyı bile okumuştu, çünkü onun bilincinde kızı artık orada değildi ve realitesi değişmişti. Kızı, fiziksel olarak onun aklında farklı durumdaydı.
DI: Evet, işte bütün nokta bu. Bir hipnotizmacı saatinini başkasının arkasına saklayıp bir başkasından saatin üzerindeki yazıyı okumasını isterse bu imkansız gibi görünebilir, ama bu sadece dünyanın katı olduğuna, herşeyin orada-dışarıda olduğuna inanırsanız imkansızdır. Mümkün olmasının nedeni öncelikli bir realite oluşudur. Önemle bunu daha fazla nasıl vurgulayacağımı bilemiyorum, orada-dışarıda yer alan ana realite titreşimseldir. O değişmelidir, yoksa bu asla değişmez. 
Dolayısyla hipnotizmacı, o adamın beynine, kızının ana seviyedeki titreşimsel seviyeyi değil, gördüğümüz fiziksel dediğimiz hologramı yerleştiriyor, o zaman da adam diğer titreşimsel alanların hepsini insanlar, duvarlar, koltuklar vs olarak deşifre ediyor, ama bilgisayardaki bilgiye ulaşılamaması için nasıl engel konuyorsa, adamın beyni de kızının, senin benim herşeyin ana hali olan ana halini holografiğe dolayısıyla da oradaki/dışarıdaki‘gerçek’e deşifre edemiyor. 
Böylece adamın zihninde kızı holografik formda değil, ihtimal fiziksel olarak vardı, bu nedenle de onu göremedi. Kız orada olmayınca, olmayan birşeyin arkasındakini de görememek gibi bir sorun olmuyor. Salondaki herkes orada kızın durduğunu görürken, adam orada duruyor olsa da kızın arkasındaki saatin üzerindekini okudu. Herkes kızı görebiliyordu, çünkü hiçkimsenin beyni o enerji alanını holografik formda okumaya programlanmamıştı. Kollektif olarak okunması gerekenleri bile okumuyoruz öyle değil mi? 
KC: Bilinmesi gerekenlerden birisi de beş duyudan ötesinin olduğudur. Pekala, kalp... sadece akıl deği, aslında kalp. Kullansak, kalp ile kalbin aklı yolu ile görürüz. Yani bundan öte birşey. Başka bir deyişle, bunlar bizim için araçlar. Aklımız da bir araç. Ama bu yeterli değil. Gerçekten görmek için kalp yoluyla görmeliyiz. Yani gözlerimizle görmüyoruz, o aslında bir kurgu. Zihinsel bir kurgu. 
DI: Evet. Beynimizle görürüz.
KC: Aslında herşeyden daha fazla, kalbimizle görürüz. Aslında olan şu; zihin ile kalbin birliği. 
DI: Katılıyorum..
KC: Görmemizi sağlayan. Kendini o adamın durumuna koy. “Adam beynine implant edilmiş şeyin içinden nasıl görecekti ?” Önce ne yaptı? Başlangıçtan alalım, önce hipnotizmacının implantını kabul etti. Aynı şekilde biz de toplumda implantı kabul ediyoruz. Bu TV olabilir veya her neyse. Bizim asıl realiteyi görüşümüzü engelliyor. O zaman da kabul ediyoruz. 
DI: Evet, püf noktası şu ki, hipnotizmacının yaptığı, sadece deşifre mekanizmasını programlamak olmuş. 
BR: Evet.
DI: O zaman tabii ki adam titreşimsel alanı deşifre etmedi, yani holografik formdaki kızını. O yüzden de onu göremedi. Ve tamamen inanıyorum ki, realiteyi deşifre etmemizde, realiteyi ifade edişimizde kalbimizin müthiş bir potansiyeli var. Ama bu komplonun da...Mesela Bush’ları, Obama’yı veya Kissinger’i, kontrol edilen dünyayı da titreşimsel seviyede görüyoruz. Bu nedenle sürüngenlerden söz ederken onların bu realitenin dışından müdahale ettiklerini söylüyorum. Frekans seviyesinin bir seviyesinden çalışıyorlar. Manipülasyon orada yer alıyor. 
BR: Evet.
DI: Dünyayı anlamamıza engel olmuş olduğu için, karşılaştığımız mücadelelerde kendimize karşı da anlayışlı olmalıyız, çünkü bir ‘zihin hali’ne manipüle edilen bir dünyayı anlamaya çalışıyoruz. Mesela, TV’ye veya gazetelere bakıyoruz, ama gördüğümüz sadece bir frekans alanının deşifre edilmiş versiyonu. Gazeteler, TV programları, haber programları, hepsi ana realitenin fiziksel holografik olarak temsil edildiği birer frekans alanı.
BR: Evet, evet.
DI: Bizim, ‘insanlara söylenen yalanlar’ dediğimiz, ‘bilinçaltı’ manipülasyon seviyesi işte aslında bu seviyede oluyor. Temelde yaptıkları, bizim üzerimize titreşimsel bir perde örtmek. Bu perdeyi yeterince güçlendirip yoğunlaştırırsan, insanların algılama duyularını o kadar darlaştırısın ki farkındalıklarından koparıp, bilinçlerinde derin bir etki bırakabilirsin.
İnsanların algılama noktalarını ‘akıl’a hapsediyorlar. Ve bu da bizim ‘fiziksel dünya’ dediğimiz titreşimsel seviyede yer alıyor.
BR: Evet.
DI: Bu bilginin bu kadar önemli olmasının nedeni şu...Size bulduğum birşeyi söyleyeyim. Sembolik olarak hiçbirşey, bu zihinsel hapishaneyi sol beyinden daha iyi temsil edemez. Bölünmüşlük, dil farkı, hiyerarşi, yapısallık v.s. 
Anladığım şu ki, beş duyu komplosu hakkındaki bilgi sol beyin aleminde yer alıyor. Bu hep aynı kişilere bağlanıyor, bunu kontrolleri altında tutuyorlar, yaptıkları hep bu, kullandıkları teknik...sol beyin bilgisi.
KC: Oh evet.
BR: Evet.
DI: Ve insanlar; “Bak şimdi bu bilgiyi söylememelisin, çok negatif” dedikleri zaman, çoklu seviyedeki bir durum olduğunu anlamıyorlar. Dolayısıyla bununla çoklu seviye bazında, yani sadece dağda bağdaş kurup meditasyon yaparak değil, bütün bazlarda mücadele etmek gerekiyor.
BR: Tabii ki.
DI: Yıllardan beri bakıyorum da, sol beyin...Yani sembolik olarak baktığım zaman, sol beyinden söz ediyorum...Sağ beyinin ise orası/dışarısı ile bağlantısı çok daha fazla, herşeyi ‘birlik’ içersinde görüyor, yaratıcılık özelliği var. Sonra arada köprü var, korpus kollosum. İdeali, bilginin paylaşılması, dolayısıyla burada bir denge oluşuyor. Bu dünyadasın ve bu dünyadansın, biliyorsunuz ya. 
Ama komplonun yaptığı, yine hepsi titreşimsel seviyede oluyordu ya, orada oluşuyor, sembolik olarak sol beyinin kapısına askerler dikiyorlar diyelim. Toplumda gelişme sağlamak için hep sınavları geçiyorsun, dereceler alıyorsun v.s.gibi. Sınav şu; “al bakalım bu sol beyin bilgisi, şimdi sana inanmanı söylediğim şeyi bana kağıda yazıp anlatarak bana geri vereceksin. Pekala, aferin çok iyi yaptın, birinci sınıf derecesi aldın”. Aslında tabii ki bu birinci sınıf bir endokrtine etme yöntemi...
Bu komplonun ‘bilgi’sinin beş duyu seviyesinde yaptığı, sol beynin anladığı dilden konuşmasıdır. Bunu kendi kişisel deneyimimden de biliyorum, çoğu kişi de biliyordur, sol beynin realite duygusu değiştiği zaman şöyle düşünmeye başlar: “Bir dakika yahu, eğer dünya hakkında bildiğim herşey yanlışsa, zaten hiç benzemiyor bile, bu dünyada benim düşündüğüme benzeyen ne var ki?”
Bunu çok kez gözlemledim. İnsanlarda sol beyin bu işleme başladığı zaman, ‘bunu zaten biliyordum’ duygusundan, ‘aa, hiç bilmiyormuşum’a dönüşür, başka olasılıklara açılır ve beynin iki yarı küresi arasında bir hareket başlar. 
‘Realite’ hakkında yüzüme bakarak gülenleri biliyorum. Güvenilir isimler, tarihler, yerler, beş duyu bilgileri ile şimdi dünyanın, kendilerinin beş duyu seviyesinde düşündükleri gibi olmadığını anladılar. O zaman herşey değişmeye başlıyor. 
İnsanların manipüle edilmiş olan realite gerçeği programlarının silinmesi, çok boyutlu seviyelerde oluyor, yani öylesine , “Haydi artık spiritüel olalım” demekle olmuyor.
Bazıları, “Oh, şu Alex Jones, o insanları korkutuyor! Öyle de olmaz ki!” hikayesi. Peki o zaman burada bir duralım. Negatif nedir? O bilgi değil, bilmemektir! Yani negatif olan-cahilliktir. Cahil bilgisiz kalmak istersen , o zaman manipülatörün tuzağına düşersin, hadi bakalım o zaman...
‘Bilgi’yi, yani benim söylediğim, Alex’in söylediği beş duyu bilgisini anlamak istersen bazı tipler: ‘Bu çok negatif, korkutuyor!” derler.
Bu bilgiyi, artık oyunu daha iyi anladığın için, korkutucu olarak nitelendirmez ve kendini birşeyler yapmak için daha güçlü hissedersin ve bu artık bu bilgiyi koyanların görüşü olmaktan çıkar, o bilgiyi senin nasıl aldığın görüşü önem kazanır. 
BR: Çok doğru. Nisan’da George Green ile yapmış olduğumuz bir röportajda çok hoşumuza giden bir benzetme yapmıştı; “Diyelim ki arabanız tam demiryolunun üzerinde, tren geliyor, ama sizin haberiniz yok. Söylemezsem bana ayıp, bilmemek ise sizin ayıbınız olacak.” Neticede senin anlattıklarınla örtüşüyor. 
DI: Evet. Benim de benzer bir benzetmem var. Hortum geliyor. Veya ne diyorsunuz, tornado mu? 
BR: Tornado.
DI: Tornado. Evet. Hortum geliyor, ama senin kafan kuma gömülü, çünkü hortumun geldiği gerçeği ile yüzleşmek istemiyorsun. Bir süre bu gerçekten kaçabilirsin, kafan kuma gömülü de olsa hala başaşağı oradasın, hortum da yaklaşıyor. Az sonra seni tutup fırlatacak. Kafanı kumdan çıkarıp baksan hortumu göreceksin. O zaman gücünü kullanıp, “Tamam durumu görüyorum, tedbirimi alırım” dersin. 
BR: Tabii ki.
DI: Bu neden önemli...Bilirsin, Yeni Çağ’cılar hep korkudan kurtulup gücünü geri almaktan bahseder, insanlara, “Bu seminere gelin, size nasıl yapılacağını anlatalım” derler. Sonra da “Aman, sakın bu komplodan söz etme, çünkü çok negatif.”diye sınırlanırlar. 
BR: Bunlar, Cebrail’in gelip bizi kurtaracağını söyleyenler. Tabii o da doğru çıkmadı.
DI: Her seviye... Bana öyle geliyor ki, her inanç sisteminde, her akıl yapısında bir çeşit süvarilerin gelip kızılderililerden kurtaracağı tablosu var. Pekala, işte süvariler geliyor, tamam mı? Şunu iyi anlamamız lazım, eğer gücümüz başkasına verirsek, diyelim ki, önce bu başkaları fiziksel olarak neredeler? Veya gücümüzü onlara verdiğimizde nerede olurlar? Sembolik olarak orada-dışımızda. O zaman yaptığımız ne oluyor? Gücümüzü illüzyona veriyoruz, sonra da neden hiçbirşeyin değişmediğini merak ediyoruz. 
Komplonun kuruluş prensibini, 6 milyar insanın hergün gücünü manipülatörlere vermesi oluşturuyor. Bizi kontrol altında tutmak için kullanılan güç, sürekli olarak ‘teşekkür ederim, teşekkür ederim’ diyen insanların gücü. Bu gücü geri al, iskambilden yapılmış ev çöksün. Hepsi iskambilden yapılmış bir ev, onu orada tutan da biziz! Bu iskambilden evi burada, kafamızda tutuyoruz. İyi haber şu ki; aynı şekilde onu çökertebiliriz de...
KC: Doğru. Ancak şunu belirtmekte yarar var, bunu sadece ‘akıl’ ile yapamayız. Bu çok önemli. 
DI: Hayır, bunu akıl yapıyor, biz ise bunu ‘bilinç’ ile yapacağız. Püf noktası bu...
KC: Tabii ki, ama sol ve sağ beyin de. Biraz bunu vurgulamak istiyorum.
DI: Tamam.
KC: Çünkü bilmediğimiz konuların üzerine dayalı bir realiteyi yeniden oluşturmak için bu yeterli değil. Sonra oyunu farklı oynanacağına dair yeni bir realiteye açılmaya istekliyiz, ama hala sol beyine bağımlıyız. O zaman manevi bakış açısı gerekiyor, kalp. Bu, önümüze yin-yang’ı getiriyor, aslında yüzyıllardan beri realitenin yang tarafını görüyoruz, özellikle de dünyanın batı tarafını. 
DI: Belki biraz öyle. Ben biraz daha farklı görüyorum.
KC: Demek istediğim şu ki, oyunu daha iyi oynamak için sol beyni yeniden yapılandırmaktan biraz daha fazlası lazım, aksi takdirde bu sefer de kendimizi başka bir seviyede kandırmış oluruz. Arada akış sağlanması için, biraz olgunlaşıp, sol ve sağ beyinler arasındaki kapıyı açmak gerekiyor, burada kalpten söz ediyorum. Beş duyunun ötesindeki duyulardan. Bu durumda senin yapman gereken... Senin kendi keşfin açısından, istediğin şeyi sol beyinde kalarak yapamazdın. Dediğin gibi fiziksel hassasiyetin oldu. Ayaklarını kıpırdatamadın. Sana, nereden geldiği belli olmayan bilgiler verdiler ve buna bir anlam veremedin. Ortada mantık falan kalmadı, yani sol beyin devreden çıktı. O noktaya vardın mı işler karışıyor.
DI: Haklısın.
KC: O halde bu bir anlamda bir yolculuk oluyor. Yapacağın tek şey önsezilerini izlemek.
DI: Evet.
KC: Sanırım sen sağ beynine geçebilmişsin. Önsezi orada, yani sen kapıyı açmışsın. Bir akış oluyor, aslında olması gereken de o. 
DI: Aslında evet, yani ben önsezilerimi izliyorum, beni yönlendiriyor ve bilgiye ulaştırıyor. Bir süzgeç gibi. Birşeyin doğru olup olmadığını titreşimsel bir duyu ile algılıyorum. Yarı doğru ise de onu ona göre algılıyorum. 
KC: Bu manevi birşey.
DI: Evet. Sol beyin, burada takılıp kalmış olan kişilerin asimilasyonunda gerekli olan kavramları getirme açısından hala önemli, çünkü onların açısından mantıklı, yani kilitli olan sol beynin anlayacağı şekilde konuşmazsan o kilit asla açılmaz. Bu demin söylediğin, yani yapacağın şey açısından da doğru...Çok kısa ölçekli zaman çerçevesinde konuştuğum nadir zamanlar dışında veya belirli bir konuda bir mülakat yapılıyorsa, realitenin doğası ve bilincin etkisi olmadan hiç beş duyu komplosu ve ötesi hakkında konuşmam.
Kalp konusunda söylediklerinde haklısın, bu konunun kalbi kalp...Beyinden ve akıldan çok daha güçlü, çünkü bağlantısı var. Diyeceğim şu ki; bizi bilinç yoluyla bağlayan da o... Bu komplo da öyle, çünkü malum çok basit. Koyu renk elbiseli insanların arkasındaki gölgelerin derinliğinde veya ne şekilde adlandırmak istersen öyle, onlar da bunun nasıl çalıştığını biliyorlar.
KC: Evet..
DI: Bu şekilde bizi akılda hapis tutmak için, bilince açılan bütün kanalları kapalı bir toplum oluşturdular, çünkü ancak bu şekilde onların stadyumunda oynayabiliyoruz. Kullandıkları ana yöntemlerden birisi de kalbi kapatmak. Ve eğer kalbi açıp bilinçlenmek istersen-ki bunu bütün konuşmalarımda belirtirim-o zaman sormamız gereken soru şu olur: “Bu noktada bilinç ne yapar?”
Bu koşullarla karşılaştığımız zaman bilinç; “Pekala, benim için en iyi sonuç ne olur?” mu der? Hayır. Bilinç; “Benim için bu durumda en doğru, en uygun olan nedir?” der. 
Ve eğer gün boyunca seçimlerle karşı karşıya kalmışsanız kendinize şu soruyu sorun: “Bu koşullar altında bilinç ne yapardı?” Ve ona göre davranın- o zaman herşey değişir, hayatlarımız değişir. Neden? Çünkü o zaman bilinç ile rezone olmaya başlamışızdır, bilinç aleminde bulunuyoruzdur. O da şu... “Bu koşullarda bilinç ne yapardı” diye sorunca, titreşimsel olarak o seviyeye bağlanır, dolayısıyla da bilinç tarafından daha fazla etkileniriz. 
Ama, “Evet görüyorum, ama bu durumda bunu yaparsam benim için iyi olmaz, benim için doğru olan neyse onu yapmalıyım” diye düşünürsek, bu ‘akıl’dır, bizi akılda hapis tutar.
Bilinçlenme hakkında şöyle birşey var...Dünyanın her yanında çok sık karşılaşıyorum. Yani, Noel’den önce Hindistan’daydım. Tamam, onlara iyi şanslar, ama olayı çok güçleştiriyorlar. Bir sürü karışıklık. Şu Yeni Çağcılar, sahneye çıkıyorlar, güzel workshoplar hazırlıyorlar, tabii hepsi değil ama...Hindistan’da ‘guru’lar gördüm, tabii hepsi değil, ama çoğu bunu yapıyor. Karışıklıktan şu çıkıyor; kendileri de anlamıyorlar, çünkü anlasalar daha basit bir şekilde anlatırlar.
BR: O konuda aynı fikirdeyim.
DI: Bu yüzden akademik jargon hep tekrar üzerine kurulu. Diyorsun ki; “Bak arkadaş ben salağım, tamam mı? Hayatımda tek bir sınav bile vermedim, 15 yaşında, futbolcu olmak için okulu terkettim, onun için, benim anlayacağım bir şekilde anlatman gerekiyor”. Ama anlatamaz, çünkü aslında kendisi anlamamıştır, sadece tekrarlıyordur. Bilinçlenmedeki karışıklığın diğer yanı, tabii eğer karmaşık hale getirmek istersen, o zaman potansiyel izleyicinin gücünü de alıyorsun. Bu çok önemli.
KC: Kesinlikle. Bu hala bir güç oyunu oluyor.
DI: Benim aracılığımla yapmalısın. Ve daha ne kadar karmaşık yaparsam , bana o kadar çok bağımlı olur, benimle daha çok kalırsın. Tabii bu arada giderken kutuya çekimi de koyabilirsin...
Oysa çok basit. Üzerinde durduğum nokta bu. İnsanlar, “Bilinç’lenmekten söz ediyorlar, bu yalan! 
Biz zaten ‘bilinç’liyiz. Bilinç’iz. Bu bizim doğal halimiz. Bizi manipüle etmek için engeller konmuş, yani doğal yapımızın etrafını sembolik olarak beton bir kabukla kaplamışlar. Bu kabuğun içinde insanları kontrol altında tutan herşey var; korku, stres, savaşlar, başarı arayışı, rekabet ve benzeri şeyler.
Mesele bizim bilinçlenmemiz değil, biz zaten ‘biliç’iz, mesele bu kabuğu kırmak. Ve bu kabuk da ‘akıl’ın hakimiyeti. O kabuğu kırabilirsek, bilinç oluruz.
BR: Hani derler ya; Benim özüm, benim ruhum ve ben açım. Şuna benziyor; “Bir dakika bunda bir yanlışlık var, şöyle olmalı: Benim bir bedenim var ve bedenim aç, bedenim yorgun. Ben ‘öz’üm, ben ‘ruh’um.” Bu dil, ‘akıl’ın bir ürünü, çünkü nasıl düşüneceğimizi bilmiyoruz. Konuştuğumuz gibi düşünüyoruz. Dil de programlandığımız yollardan birisi.
DI: Hem de fazlasıyla...
BR: George Orwell’in ‘1984’ de vurguladığı gibi.
DI: Bilgisayar programı, ama sözleri ne? Sözleri de titreşim alanları, evet, yine sözler...Programcılar aslında titreşimsel seviyeden geliyorlar, dalga formu seviyesinden. Dile de beyin yapısından geçtikten sonra deşifre oluyorlar.
BR: Doğru.
DI: Orada olan, titreşimsel bir seviyeye geçiyor. Bu nedenle bizim de o seviyemize geçmemiz lazım, çünkü bütün herşey orada oluyor. Bu benzetmeyi bütün konuşmalarımda tekrarlıyorum; bir top su dolu bir tankın üzerinde yüzer durumdadır. Bu onun doğal halidir. Özgürdür. Topu doğal olmayan duruma sokmak isterseniz, suya batırır ve orada tutarsınız. Bırakırsanız fırlayıp yüzeye çıkar, çünkü doğal hali odur. Doğal hali yüzeyde yüzer halde olmasıdır. Bizim doğal halimiz de ‘bilinç’ halidir. 
Manipülasyoncuların yaptıkları; bizi bir sürü, çok seviyeli kontrol, bölünme, özellikle sağlanan cehalet ile bombardıman edip sembolik olarak topu suyun dibinde tutmak. Tabii bu da bizim gerçek ölçeğimiz hakkında bir fikir veriyor. Ama bunu başaramadılar.
KC: Aslında bu kontrol sistemi iyice sıkışıyor, faşist bir dünya hükümeti bundan ibaret.
Seninle yapılmış bir röportajda dinlemiştim, senin kullanmış olduğun çok yerinde benzetme ile o top olarak bizler bir grup olarak suyun yüzeyine doğru çıkıyoruz ve bizi tutabilecekleri menzilin dışına çıkıyoruz.
DI: Doğru.
KC: Bu gerçekleştikçe, onlar da topu dibe itmek istiyorlar, böylece de çevremizi saran kazıklar gittikçe yükseliyor.
DI: Bundan daha iyi ifade edemezdin.
KC: Olacak olan şu...Doğal olana bak, bu benzetme o kadar yerinde ki, çünkü sonunda öyle olacak. Su ve top kazanacak, öyle değil mi? Ne kadar bastırırlarsa bastırsınlar, sonunda top yüzeye çıkacak. Sevseler de sevmeseler de geleceğin gücü... 
DI: Evet.
KC: Derin seviyelerde güçlerinin kalmadığını onlar da anlamaya başlarlarsa ilginç olacak. Anahtarın kendilerinde olduğunu düşünüyorlar. Yani İllüminati’yi kastediyorum. “Sizi dipte tutarız, siz dipte tutulmaya layıksınız” diyorlar, bu onların temel düşüncesi. O zaman ne olur? Çünkü biz bedenlerimizden çok daha güçlüyüz, oysa onlar kendi ‘akıl’larında kısıtlı haldeler. Anlıyor musun, o zaman yavaş yavaş bırakmaya başlayacaklar, çünkü muhtemelen olmakta olan da o. Bu oyunu yöneten parmağın altında onlara katılmış birçok birey vardır, başlarına pat pat vurulup onları oyunun içinde tutmak için bütün destek verilmiştir. Işığı görmeye başladıkları zaman ne olur?
DI: Eminim bazıları zaten öyle oldu, çünkü bütün bu kontrol yapısı son derece bölümlere ayrılmış durumda. Ve bu kontrol yapısında, asıl uygulamaların ne olduğu konusunda hiçbir fikri olmayan çok sayıda insan yer alıyor ve bu global devlete hergün hizmet veriyorlar. Veya yukarı doğru yükseldikçe kendi doğaları, realite ve onun ardındaki güç konusunda, kasıtlı olarak yanlış bilgilendiriliyorlar. 
KC: Neticede, kaosun doğası ve tahribat, topun bırakılmasıyla oluşacak, çünkü kaos sırasında taraf değiştirebilirsin. Yani aslında yapabilirsin. Böyle bir karmaşa sırasında kontrolü elde tutmak hiç kolay değil. 
DI: Evet, katılıyorum. Diyeceğim şu ki; top, kendisinin su olduğunu anladığı zaman suyun tepesine çıkacaktır. Bu komplo hızını arttırıyor ve kendisini daha fazla gözetleme, daha fazla kontrol, gücün daha fazla merkeze alınması vs. şeklinde gösteriyor. Yıllardan beri söylüyorum, artık dertleri daha fazla güç elde etmek değil, sadece ellerinde tuttukları kontrolü korumak için uğraşıyorlar, çünkü bunu artık anladılar.
Şunu demek istiyorum; 1990’da medyuma gitmişim, titreşimsel bir değişikliği takiben, spiritüel bir devrim olacağı mesajı verilmişti...Yani şimdi bundan, bu spiritüel çalar saatten İllüminati’nin haberi olmayacak öyle mi? Tabii ki uzun zamandır bunu biliyorlardı.
Bir de şunu görüyoruz...Yani, gücü kaybettikleri zaman... “Kontrol bizde ve daha çok güç kazanacağız’”dan, “Buna engel olmalıyız”a geçtiler....Bu Orwell tarzı planı uygulama konusunda fazla da aktif bir halleri kalmadı. Şimdi sadece savunma durumundalar. Bu titreşim değişikliği gerçeği yüzeye çıkardıkça, insanları bilgisiz tutmak için üzerlerindeki kapağı bastırmaya çalışıyorlar.
BR: Evet.
DI: Bir de ‘bilinç’ ile kıyaslandığında bu İllüminati, filin sırtındaki sinekler gibi ve tamamen yok olacak. Bu oyunu kazanma değil, oyunu kaybetme meselesi de değil, oyunun doğasını anlama, yani kazanma-kaybetme değil, sadece yaşamı deneyimleme meselesi. 
Bu kontrol piramidinin en düşük seviyelerindekiler bu titreşimsel değişikliği algılayacaklar, yani insanlar artık herşeyi farklı bir şekilde görmeye başlayacaklar.
Yirmi yıldır bunu söylüyorum, şu piramide bir bak. En tepedeki kapaktaşı gücün merkezi gibi görünüyor değil mi? Oysa değil. O kapaktaşı orada, çünkü piramidin tamamı onu tepede tutuyor. Piramit yıkılsa tepetaşı ne olur, düşüp parçalanır, çünkü onu tepede tutan hiçbir şey kalmamıştır. İşte kendi kontrol sistemimizi tepemizde biz tutuyoruz! 
Yirmi yıl önce anlattığım bir hikaye vardı. Bill, İngiliz komedyen Larry Grayson’ı hatırlar mısın?
BR: Evet.
DI: Larry’i ölümünden bir süre önce tanıdım. BBC’de büyük gösteriler yapıyordu, hatta öldüğü zaman Covent Garden’daki cenazesine de katılmıştım. Bir İngiliz komedyen daha var, Roy Hudd, Larry’nin hayatıyla ilgili birşey anlatmıştı, dinleyince; “Ooooh,” dedim, “Tam da sözünü ettiğim şeye uygun bir hikaye.”
Roy Hudd’a bunu Larry Grayson anlatmış. Müzikhol dedikleri tiyatroların zamanında, Larry sadece erkeklerin rol aldığı grubuyla İngiltere turuna çıkmış. Kadın kıyafeti giyerek kadın rolünü bile o yapıyormuş. Temsilin son sahnesi, denizci kıyafetli adamlar ‘Yönet İngiltere!’ şarkısını söylüyorlar, hani hatırlarsın, ‘Yönet İngiltere, İngiltere dalgaları da yönetir” vs. Malum İngiltere herşeyi yönetir ya...
Neyse, şarkının temposu gittikçe artarken, denizciler birbirinin omuzuna tırmanarak bir piramit oluşturuyorlar. Sonra kılıcı ve miğferi ile İngiltere’nin sembolü olan tanrıça Britannia kıyafetiyle Larry, piramidin tepesine tırmanıyor. 
Herşey yolunda giderken birden sol alt köşedeki denizcilerden birisi öksürmeye başlıyor. Öksürüğü o kadar artıyor ki, piramidin dengesi bozuluyor. Şimdiye uygulayalım, piramid tutan bizlerden birisi, bu Ethel Jones veya Charlie Smith olabilir.
Sonunda adam öksürmekten piramidi bırakıyor. Larry Grayson, sembolik olarak İllüminati diyelim aşağıya düşüyor, bunun nedeni de sol alt köşedeki tek bir adamın öksürük krizine yakalanmış olması... 
BR: Evet, harika bir hikaye.
DI: Malum piramidin gücü en alttaki temelden gelir, işte aynen böyle kontrol ediyorlar.
BR: Burada bir bağlantı yapmak istiyorum...Anlattıkların çok ilginç ve tezine tamamen katılıyorum. Çok hoşuma giden saptamalarından birisi de şu; birisini kontrol etmek istiyorsan ona yalan söyle diyorsun ya. Eğer sana yalan söyleniyorsa, bu, birisi seni kontrolunda tutmak istiyor demektir, bunların arasında çok derin bir bağlantı var.
DI: Doğru.
BR: Bu realitenin tek realite olduğuna ikna edilmişiz. Yani yaklaşık üç otuz yıl süren canlı et yığınlarıyız, sonra da ya cennette papatya toplayacağız, ya cehenneme gideceğiz, ki bunların hepsi başka tuzaklar veya başka yalanlar.
DI: Kesinlikle.
BR: Ama bu arada perde arkasında ilginç olaylar yer alıyor. Kendi araştırmalarından ve bağlantı kişilerden biliyorsundur, kontrol edenler hakkında bildiklerin, tam tanımıyla büyü, kara büyü törenleri, ayinler, kurban törenleri, senin ve benim bilmek istemeyeeğimiz türden şeyler, ama meselenin aslı bu. Yaptıkları cinleri uyandırmak. Çok garip şeyler yapıyorlar. 
DI: Evet. 90’ların sonunda bu konuda çok bilgi edindim.
BR: Hiç hoş değil, ama gerçek. Bunun başka bir yönü de var, bu Kara Projenin içeriden kişileri, kara büyüyü değil, ama kara teknolojiyi içeriyor. Richard Hoagland, içeriden birisiyle yapmış olduğu bir telefon görüşmesinde o kişinin; “Yeni fizikleri uğruna bir Amerikan şehrini feda edebilirler”dediğini belirtmişti. Ve bu yeni fizik...Ekim’de Tayland’da karşılaşmış olduğumuz birisi, onun için Jake Simpson takma adını kullanalım, onu çok iyi tanıyoruz. Şu anda kara fizik durumunun...Kara fizik deyince, gizli fizik anlamına geliyor, kara operasyonlar gibi.
DI: Evet.
BR: Bu kişiler kötü değiller, içeriden birileri ve bu oyunu halktan saklanan bütün bilgi ve kaynakları kullanarak oynuyorlar.
DI: Doğru.
BR: Kara fizik, halk sektöründeki fizikten onbinlerce yıl ileride. Dediklerine göre halkın bilgisinden uzak tutuluyor. Sayılara baktım, bir sürü sıfır var. Binlerce yıl ilerideler. Ve dediğine göre, örneğin bu teknoloji özel kuvvet askerlerinin duvarların içinden geçmeleriini sağlıyormuş. 
DI: Bunu birkaç yıl önce ben de duymuştum.
BR: Öyle mi?
DI: Evet.
BR: Evet, enteresan bir şekilde desteklenen konular var. Bu ufak hikayeler farklı araştırmacılar tarafından ortaya çıkarılıyor. 
DI: Bill, sanırım bu hızlanmanın nedeni, realitenin algılanışında kritik bir nokta olması, o noktadan itibaren potansiyel müthiş hızlanıyor. Bilimde uygulanan baskı yüzünden hiçbir yere varılamıyor, işte o noktada potansiyel hızla artıyor. Gizli projelerde, bilimsel anlayışa oranla o çizgi aşıldı ve senin dediğin oranda ivme kazanıldı. 
BR: Çok doğru.
KC: Ayrıca o noktaya ulaşmış başka boyutlardan bilgiler de var.
DI: Kesinlikle.
KC: Aslında bu bir anahtar. Ve ET’ler-negatif, yani temel olarak onlarla çalışıyorlar ve perdenin arkasındaki perdenin farkına varıyorlar, çünkü bizim burada yaptığımız gibi ‘bilinç’ve ‘akıl’dan söz ederken, gerçekten neler olduğunu anlayabilmek için ET’lerden, boyutlararası varlıklardan da bahsetmek gerekiyor. 
DI: Tabii ki.
KC: Fiziksel bedeni olmayan varlıklardan....
DI: Tabii ki. Bunu dah aönce de söylemiştim. Bunu bütün seviyelerde yapmalıyız, çünkü bütün seviyelerde yer alıyor.
BR: En önemli sorulardan birisine aldığım en iyi cevap bu oldu. Tam olarak hatırlayamıyorum, Jordan Maxwell miydi, sen miydin, belki de ikiniz birden söylemişitiniz; “Bu gezegende insanlar, diğer insanlara bunu nasıl yapabiliyorlar? Bu gezegeni veya yurdu, şimdi yaptıkları gibi, kontrol edenlerin buyruğu ile nasıl kirletiyorlar? İnsanlar bunu nasıl yaparlar?”
Ve cevap da aslında onların insan olmamaları. Bunu sen mi söylemiştin, Jordan Maxwell mi? 
DI: Bir süredir bundan söz ediyorum, çünkü malum bu realite...Hep farklı seviyelerden söz ediyoruz. Bu realite açıkça farklı seviyelerde çalışıyor. Dalga titreşim seviyesi var, elektromanyetik seviye var, görünen ışık seviyesi var ve dijital seviye var.
Daha önce gelişme seviyesi ve potansiyelinden bahsetmiştin. Farkındalık veya uyanış, henüz taş devrindeyken, Yapay Zeka şimdi nerelerde... Gizli projelerin nerelere ulaşmış olduğunu düşünebiliyor musun? Bunun ötesinde bir de bunun insan olmayan alemdeki seviyesi var.
Hiç kuşkusuz yapay zeka yaratabiliyorlar. Bu, bizim... deşifre ettiğimiz realitede, çünkü şimdi ben seni deşifre ediyorum, sen bir titreşim alanısın. Eğer yapay zeka ile, insan bedeni gibi aynı form ve menzilde dışsal olarak titreşen bir titreşim alanı yaratabiliyorsan...Temel olarak insan bedeni biyolojik bir bilgisayar, ama bizi canlı tutan ile onu canlı tutan ınsur farklı. O zaman seni mi deşifre edeceğim, yoksa yapay zekayı mı, tıpkı Matrix filmindeki kırmızı elbiseli kadın gibi.
KC: Kesinlikle.
DI: Tıpkı sana bana benzeyecek. 2003’te o ayahuasca durumundayken hatırlıyorum; bir kadın sesi şöyle demişti: “Bir bilgisayarı bir çocuğu taciz etmeye programlarsan , bilgisayarın bu konuda duygusal bir hassasiyeti, duygusal bir tepkisi olur mu? Hayır. Neye programlanmışsa onu yapar.”
Mesela, bu İllüminati soyu ile ilgili en belirgin özelliklerden birisi de hiç empatilerinin olmamasıdır. Hareketlerinin sonucunda başkalarının başına gelebilecekler konusunda empati duymak gibi bir hassasiyetleri asla yok. Bu nedenle sınır da tanımıyorlar. Bağdat’a yaptıkları bombardımana bak. Bize göre korkunç birşey, ama onlar hiç etkilenmiyorlar, tıpkı bir bilgisayar gibi. Zaten bir nevi bilgisayar durumundalar. Bu nedenle bir çoğu çok parlak başarılar gösteriyorlar. Tamam masamın üzerindeki bilgisayarım bazı alanlarda, bazı şeyleri benden daha çabuk yapıyor, ama yaptığı, sadece veri programını uygulamak, bilgeliği, empatisi, kalbi veya ‘bilinç’i veya bilinci dengeleyici yetenekleri hiç yok.
Eminim hepsi yapay zeka. Mesela Kissinger gibi birine baktığım zaman, sadece ileri derecede gelişmiş olarak yaratılmış bir yapay zeka görüyorum. Ve sana bana benziyor, çünkü onu öyle deşifre ediyoruz. 
Bill, bir de demin bahsettiğin şu ritüellere, ayinlere dönelim. Ritüellerde ne oluyor? Hepsi titreşimsel bir alan yaratmak için. Boyutlararası varlıkların bu boyuta geçebilmeleri için bir enerji ortamı yaratıyorlar. Bir de bu ritüeller yoluyla realitenin ana seviyesi olan titreşimsel seviyeye ulaşıyorlar, yani bizim bu realiteye deşifre ettiğimiz seviyeye.
Bir seviyede bu ritüellerle yaptıkları...bunu girdap noktalarında çok sık yapıyorlar, çünkü buraların, gezegenin titreşimsel durumunu çok etkileyici özellikleri var. Bizim bedenimizdeki meridyen hatları gibi gezegenin/yeryüzünün de iletişim hatları var. 
Birçok hattın birleştiği noktada bir ritüel yaparlarsa, o ritüelin titreşimsel etkisi bu hatlar yoluyla yayılarak bizi de etkiliyor, çünkü o ana seviyeden, o titreşimsel seviyeden etkileniyoruz. Müthiş bir teknolojiye sahip olduklarından hiç kuşkum yok. Bu realitenin içinde uyumsuzluk yarartırsam, o da burada uyumsuzluk yaratır, öyle değil mi? 
Mesele şu ki...Matrix filminden bir sahne hatırlıyorum-tabii herkes farklı görebilir, ben Neo’nun yolculuğunu, bilinçlenmesi şeklinde yorumladım. Bence anlatmak istedikleri o, çok güçlü bir şekilde öyle hissediyorum, ama bana öyle geliyor olabilir.
Morpheus karakteri ile Neo arasında diyalog sahnesi vardı. Morpheus ona ‘ajan’ları anlatıyordu: “Sözünü ettiğin, bu realitede inanılmaz şeyler yapan ajanlar insanları anlıyorlar, çünkü realitenin nasıl çalıştığını biliyorlar ve bunu insanlardan gizliyorlar”. 
BR: Evet.
DI: Matrix filmini izlemiş olanlar o sahneyi hatırlayacaklardır, çünkü Ajan Smith, elindeki silahla donmuş karededir ve Morpheus karakteri Neo’ya şöyle diyor: “İnsanlar bütün silahı üzerine boşaltıyor, ama sadece havayı vuruyor, ama güçleri ve hızları kurallara dayalı bir dünyaya dayanıyor, bu yüzden de hiçbir zaman senin kadar hızlı ve güçlü olamazlar.”
BR: Evet.
DI: Bu sanal gerçek realitede, oyunun kuralları var. Bazılarına fizik kanunları deniyor. Bilinç, bu kanunları aşıyor, tanımıyor, çünkü bu kanunların içine hapsolmamış. Bu nedenle, bilinçlendiğimiz zaman kontrol eden güçlerin içinde bulunduğu kutunun dışına çıkabiliyoruz. Konuşmalarımda iki kutudan söz ederim. Birisinin üzerinde sembolik olarak bir ‘sürüngen’ var. Daha ufak olanının üzerinde ise bir insan. Yaptıkları şu; bunun nasıl mümkün olduğu...çünkü bir kutunun içersindeler, aksi halde şimdi yapıyor olduklarını yapmazlardı. 
KC: Kesinlikle.
DI: Ve eğer yapay zeka iseler, kapağı açılmayan bir kutunun içindeler demektir. Ancak yine de insanları, kendilerinin içinde bulunduğu kutudan daha ufak bir kutuda tutarak kontrol ediyorlar.
Yine geri dönüyoruz. Sembolik olarak topu su tankının dibince tutuyorlar. ‘Bilinç’lendiğimiz zaman, onların potansiyellinin ötesine geçebiliyoruz, işte onlar da bundan çok korkuyorlar.
BR: Bill Birnes ile Amiral George Hoover’ın hikayesini anlatayım. Bilmiyorum duymuş muydun, ama bunu anlatmayı çok seviyorum.
DI: Pekala.
BR: Bill Birnes, Los Angeles’ta yerleşik UFO Dergisi’nin editörü. Donanma İstihbarat Dairesi’nden emekli Amiral George Hoover oldukça yaşlıydı, ölmeden önce, hani şu yaşlıların sık sık geriye döndükleri dönem vardır ya, o zaman Bill Birnes’e anlatmış.
Bill Birnes Roswell’e düşen uçan daire hakkında bilgi almak istemiş, George Hoover da ona düşen uçan dairedekilerin zaman yolcuları olduklarını, gelecekten gelmiş olan, yani zaman yolculuğu yapan gelecekteki bizler olduklarını söylemiş. Bunu başka kaynaklardan da duymuştuk. En önemlisi ve en büyük sır da, bizim ne kadar güçlü, bilinçli ve üstün yeteneklerimizin olması. Ve bunları bir kullanmaya başlarsak felaketler yaratabileceğimiz. Tabii ki bunun bilinmemesi gerekiyor. Ne kadar güçlü olduğumuzu bilmememiz lazım, çünkü zaman yolculuğu yapan geleceğin insanları boyutlararası geçebilmek için ‘bilinç’lerini kullanmışlar! 
Hoover’a ve ‘Roswell’in sonrası’ adlı kitabı yazan Philip Corso’ya göre, ele geçirilen diskler bir nevi bilinç güçlendirici veya odaklama cihazları, pilotlar da makinanın integral bölümleri imiş. 
Herhangi bir kuantum fizikçiye göre de, bilinç’in her türlü kuantum gelişmeyi etkileyici gücü olduğundan, realiteyi de etkiliyor. Bilinç’i göz önüne almadan kuantum fizik yapamazsın. Dolayısıyla yüksek kontrol gücün varsa, o alemdeki bir kapasite, bir bakıma akıl ile bilinç arasında bir köprü oluşturuyor. Bazı yapabilenlere göre, iki yerde aynı anda bulunabiliyormuşuz. Yani herhalde, “Hep beraber yapabiliyoruz. Bir uçandaire de yapalım, bilinç bizi güçlendirecektir.” demişlerdir. İşte uçan araçlar böyle, açtıkları zaman içinde birşey bulamamışlar. Aracın motoru falan yokmuş. 
DI: Ayahuasca deneyimim sırasında o kadın sesi bana da; “Kendi içinizde uçmak için neden bir uçağa biniyorsunuz?”demişti. 
BR: Çok doğru.
DI: Sen konuşurken aklıma ne geldi biliyor musun Bill? Matrix filminde aynı sahnede Morpheus Neo’ya ajan Smith için; “Asla senin kadar hızlı ve güçlü olamaz”diyordu. 
Neo; “Yani kurşunları durdurabilecek miyim?” “diye soruyordu. O da, “Hayır Neo, hazır olduğun zaman buna gerek kalmayacak” diyordu. 
Yaşamakta olduğun deneyimin kontrolünü elinde tutarsan kurşunları durdurmana gerek kalmaz. O zaman kimsenin sana ateş edemeyeceği bir ortam yaratırsın.
BR: Ama sen kurşunları durduracak pozisyonda değilsin.
DI: Evet, ama biliyor musun, yıllardır insanlar bana soruyorlar, ta başından beri: “Sen nasıl ölmedin?” Garip tabii. Sadece çok derinlerde içimde, “Yapamazlar, yapamazlar, yapamazlar” diyorum. Bir şey yapmak, bir amaç için gelmişiz ve birisi gelip ateş edecek ve herşey bitecek öyle mi, o zaman amaç ne? Hayır, yapamazlar.
Şunu kuvvetle vurguluyorum ve hayatımda çok sık oluyor, henüz anlamadığım bir x faktörü var, ama orada olduğunu biliyorum. Ve insanların, bu çocuk oyunu gibi insan kontrolü saçmalığına bir son verecek.
BR: Dışarıdan bir etki mi olacak demek istiyorsun?
DI: Birşey var. Birşey. Çok derin seviyelerde bunu biliyorum. Ne zaman düşünsem, ne zaman şimdi konuştuklarımızı düşünsem gözümün önüne gezegenin çevresinde bir hapishane, kocaman bir kilit ve kilitte bir anahtar görüyorum.
Sana komik bir hikaye anlatayım. Aslında komik değil tabii, sadece bir hikaye. İki hafta kadar önce içimde şiddetli bir his vardı. Hemen arkasından Internet’e girdim, konferansım için bir resim arıyorum. Önüme aynı gözümde canlanan resim geldi. Gezegen hapishanenin içinde, büyük bir kilit var, içinde de anahtar. ‘Master’ yazılı.
O ‘ x faktörü’, geliyor, geliyor. Kovboyları Kızılderililerden kurtarmaya gelen süvariler gibi değil, ama büyük bir faktör. Kesinlikle eminim, bu hapishane toplumunun sonu geliyor. Bu mutlaka olacak, zaten olması lazım.
Şimdi gördüğümüz bir süre daha sürecek, ama şimdi gördüğümüz ölmekte olan bir sistem, kutusundaki İllüminati, başka birşey yaratmak için sistemi çökertiyor, ama sonunda gerçekten çöktüğü zaman başka bir nedenle çökecek. 
BR: Gerçek bir tehlike var mı? Kaplan köşeye sıkıştı ve köşeye sıkışan kaplan çok tehlikeli olur. Öyle değil mi?
DI: Bu panik içersindeki insanlar her tarafa saldıracaklar, ama bu bizim bulunduğumuz noktadan gidecek olduğumuz noktaya gidiş olacak. Haberlere bakarsan komplonun ilerlediğini anlıyorsun. İngiltere’de işler iyice saçmalaştı. Haberlerde görmüyorsan, o halde senin farkındalığın dahilinde değil demektir. Uyanış çok hızlı oluyor ve büyük bir hızla yol alıyor.
“Yarın güneş doğacak ve herşey çok iyi olacak” demiyorum. Bir geçiş dönemine giriyoruz, bu yüzden çok mücadeleler olacak, bu ise hızlanacak. Ama sonuç malum. Bu aşağıya doğru çöküyor, o zaman akılın sınırlamalarından ziyade bilinç değerlerine dayalı yeni bir toplum yaratabiliriz. 
Bir de şunu ilave edelim, çünkü önemli olduğunu düşünüyorum, bence çok önemli. 2012’de büyük biri tehlike var, muazzam bir kitlesel sapma olacak. 
BR: Spiritüel bir milenyum hatası mı?
DI: Öyle de diyebiliriz aslında. Spiritüel bir milenyum hatası. 1990’da medyuma gittiğimde titreşimsel bir değişim olacağı mesajı almıştım. Herkes şöyle diyecekti: “Evet, bak, işte oldu.” Titreşimsel değişimin kanıtı, transformasyon. Bununla senkronize olamıyorum.
Endişe verici olan aldığım e-maillerin sayısı, tanıdığım kişilerin websitelerine de geliyor; “2012’de herşey değişeceğine göre birşey yapmanın ne yararı var?”
BR: Otomatik olarak.
DI: Bu Obama’nın ‘umut’ satmasına benziyor. Atlıkarıncada en öndeki at misali, ne kadar hızlı dönersen dön, öndeki atı hiçbir zaman yakalayamazsın. Umut da öyle. Özellikle Obama’nın kullandığı şekilde ve 2012’nin büyük potansiyeli ne? İnsanlar birşeyler yapacaklarına oturup bekliyorlar. 2012 sembolik olarak nedir? Süvarilerin gelişi...
BR: Kesinlikle.
DI: Hey! Hey! Süvariler geldiler. Buradalar.
KC: Evet.
DI: Süvariler ata binmeli ve başkasının gelmesini beklemekten vazgeçmelidir. 
KC: Kesinlikle. Yani Neo ‘herşey olma’ kapasitesinin olduğunu anladığı zaman mermiler içinden geçip gidiyor, çünkü artık o realitede olmaktan çıkıyor.
DI: Doğru.
KC: Aslında her yerde oluyor. Bu şimdi sadece sözde görünüyor, ama bir bakıma bu anahtar hepimizde var. Bu enerji dalgasıyla bunun kolaylaşması sağlanıyor. Çok çeşitli kişiler özellikle Jake Simpson, gelecek hakkında senin söylediklerinden başka gezegenimize doğru bir enerji dalgasının gelmekte olduğunu söylüyor. Veya gezegenimiz, güneş sistemimiz bu enerjiye doğru yöneliyor, yani bu enerji dalgası geliyor. 
Bu denizde sörf yapmaya banziyor. Hani dalganın geldiğini görürsün ya. Dünyada birçok kişi, kendisini bu dalganın akışına bırakmaya hazırlanıyor. Bir bakıma dalgaya katılmak üzere ellerinde bir anahtar var. Bilinç’i sörf tahtasına benzetirsek, anahtar da, insanların kim olduklarını, bilincin ne olduğunu ve nasıl ‘bir’ olduklarını anlamaları. 
DI: Evet.
KC: Hepimiz bağlıyız, biriz. Her yerde olduğumuzu ve birbirimizle bağlantılı olduğumuzu bilirsek...Şimdi ben bu bedendeyim, sen o bedendesin, aramızda boşluk var, ama aslında bu bilinç, bu boşluk dolu, bu durumda senin, benim ve Bill’in aramızda boşluk yok, hepimiz bu bilinç deniziyiz. 
BR: Aynı aysbergin üç tepesi gibiyiz.
DI: İşte bu nedenle bilinçlenmek herşeyin başı oluyor. Bilinçlenmezsek ve burada sözünü etmekte olduğun konuları anlamaya çalışmazsak...Hepimiz, Bill Hicks’in söylemiş olduğu gibi, kendisini bilinçli olarak deneyimleyen birer ‘bilinç’iz, hayat sadece bir rüya, madde ise ağır titreşime yoğunlaşmış enerji. Bu açıdan bakmadığımız sürece...
Bir diktatörlüğün anahtarı nedir? Bölüp yönetmek. Manipülatörlerin yaptıkları tek şey bilinci kendi içinde bölmek...
Burada temel olarak görmekte olduğumuz şey, bilincin kendisiyle savaşmak üzere manipüle edilmiş olması. Kendi potansiyeli ile kıyaslanırsa, inanılmaz derecede düşük seviyede bir farkındalığa düşürülmüş. Spiritüellik ile sağduyu, komplo ile realitenin doğasının anlaşılması, ikisinin birlikte gitmesi lazım. Bildiğimiz gibi, çok uzun zamandır birbirinden ayrı kaldılar.
İnsanlar; “Oh, spiritüel mi, o Yeni Çağ anlayışı. Oh, evet, bu makul. Spiritüel? O Yeni Çağ. Makul mu?” diyorlar. Bütün hikaye böyle. Birleştiler, çünkü tek bir birim olunca durduralamazlar. Ayrı olurlarsa, yine bölüp yönetilince, potansiyellerinin çok azını kullanabiliyorlar. İnsanlar kalpleriyle hareket ederlerse, ne yapacaklarını bilirler.
BR: Çok doğru.
DI: İnsanlar ‘akıl’larını dinlerlerse, o zaman akılları onlara, neden yapacakları birşey olmadığına veya yapmalarının bir faydası olmayacağına dair uzun bir liste sıralayacaktır. 
Sembolik olarak bir çatal ağzındayız, aradığımız; idealde ikisi arasında bir denge. Ancak yine sembolik olarak akıl ile kalp arasında bir seçim. Gerçek’in doğası duygumuzda akıl mı egemen, kalp mi egemen olacaktır. 
Kalp tarafını seçersek, bu dünya akılın dışavurduğunu değil, bilincin dışa vurduğunu yaşayacaktır. Öyle olması gerekir, çünkü şimdiki bu sadece bir illüzyon. Dışarıdaki/oradaki, içeridekini/buradakini izlemelidir. 
Akıl’ı seçersek, Nazi Almanyası’nın global versiyonunu yaşarız. Kuvvetli bir hissim var, Nazi Almanyası’nın global versiyonuna doğru hızla yol alıyoruz, ama yakında, uyanış/farkındalık ile hepsi çökecek.
BR: Bir bahisçi olsan, olayların gelişi itibariyle, önümüzdeki 3-4 veya 10 yıl için ne söylerdin? Veya tarihçi olsan, ne hakkında yazardın?
DI: Ben iyimserim, derdim ki, ‘akıl’ı izlersek, on yıl içersinde Nazi Almanyası’nın global versiyonunda yaşayabiliriz, ama ‘kalp’i izlersek, on yıl içersinde çok farklı bir dünyaya dönüş yapabiliriz. Bu sadece bir seçim. Ama bu ‘x faktörü’ dünyayı, benim yaşamak isteyeceğim bir dünyaya dönüştürecek. Bu ‘x faktörü’ nün ne olduğunu henüz bilmiyorum, ama geldiğini biliyorum. Herşey iyi olacak. 
BR: Harika. 
KC: Çok teşekkürler David.
DI: Teşekkürler, Kerry.
KC: Harika.
DI: Çok memnun oldum. Teşekkürler, Bill. 
BR: Çok teşekkür ederiz.
DI: Hoşçakal.
KC: Geleceği sabırsızlıkla bekliyoruz.
DI: Evet.
BR: Güzel bir bitiş oldu.
KC: Ve gelecek şimdi. 
BR: Ve gelecek şimdi. 
DI: Zaten hep öyleydi.


4 yorum:

  1. Şahaneymiş... Gerçekten harika bir söyleşi... Teşekkürler David, teşekkürler emeği geçen blogcular... David gerçekten bu gezegende uyanış için çok çok önemli bir görevi yerine getiren harika bir adam...

    YanıtlaSil
  2. ellerinize sağlık gerçekten çok güzel bir söyleyişi olmuş hazır eliniz deymiş ken bu adamın tüm kitaplarını da çevirseniz ne kadar güzel olurdu

    YanıtlaSil

Paylaşım