David’in
Eylül 2012’de yazmış olduğu makalesi;
Hep
oyalama, hep insanların dikkatini başka yere saptırma
taktikleri...
Bundan
yıllar önce, bir futbol web sitesi için makale yazardım. Konu da
genellikle ‘bir yaşam biçimi olarak futbol’ idi. Ben sporu, en
azından dünyadaki insanlar üzerindeki etkisi açısından hayatın
çok yoğun bir ifadesi olarak görürüm.
Dünyanın
önde gelen Manchester United, Real Madrid ve Barcelona gibi futbol
kulüpleri içersinde müthiş bir hiyerarşi vardır. Bunlar
kitleler halinde insanları, maçların sonunda da mega paraları
çeker. Oysa en altta kalan büyük çoğunluk kira ve maaş ödemek
için büyük mücadele verir.
Profesyonel
kulüpler, ‘futbol’ denen bu oyunu oynarlar, ama aralarındaki
tek ortak payda maçtır... İşin aslına bakılırsa, farklı
dünyalarda az sayıdaki bir grup ile çok sayıdaki bir grup
faaliyet gösterir. Bir bütün olarak futbol da, spor da, hepimizin
içinde olduğu veya ‘hayat’ dediğimiz oyun da, hepsi global
ekonomik sistemin oluşturduğu büyük hologramın içindeki küçük
hologramlardır. Yani futbol da; mega zengin grup ile yoksullukla
mücadele eden insan kitleleri arasındaki ortak payda durumunda...
İngiltere
ve Avrupa’da haftada 159.000 dolar kazanan futbolcular var, hatta
bazılarının kazancı 318.000 doları bile bulur. Buna ürün
reklamından aldıkları paralar dahil değildir. Örneğin Barcelona
oyuncusu Lionel Messi’nin yıllık kazancının 48 milyon dolar
olduğu belirlenmiştir.
Aslında
hepsi oldukça hızlı bir şekilde gelişti denilebilir. 1992’de,
İngiliz Birinci Lig’inde önde gelen oyunculara yüzde 1500’den
fazla ödeme yapılırken, aynı dönem işçilere yapılan ücret
artışı yüzde 186 idi.
Futbol
severlerin bu anormal ücretleri alan futbolcuları izlemeleri için
gereken ücret ise yüzde bin oranında arttı ve artık futbol
maçları için TV aboneliği yüzde binlerle ölçülüyor. Futbol
kulüpleri veya televizyon şirketleri açısından hiç sorun yok,
çünkü futbol severler tam sağılması gereken para inekleri
olarak görülüyorlar. ‘Hayat’ta olduğu gibi herşey futbolda
da aynı.
‘Dünya
futbol devleri’ne ödenen ücretler on milyonlarla ölçülürken,
en pahalı oyuncu, 127 milyon dolar ile Manchester United’dan Real
Madrid’e transfer olan Cristiano Ronaldo.
Amerika’nın
milli futbol ligindeki as oyuncular, ayrıca golfçüler, tenisçiler,
basketbolcular, Formula 1 yarışçıları ve daha niceleri, hepsi
mutlaka üstün başarılar çıkarıyorlar, ama içi hava dolu bir
topa, belirli bir strateji ile vursa bile bir futbolcu ile, bir kaza
anındaki yaralıların hayatını kurtaran veya alev alev yanmakta
olan bir binadakileri kurtarmak için kendi hayatını tehlikeye atan
bir itfaiyeci kıyaslanabilir mi?
Bir
yaşam biçimi olarak hayatlarımızda bu kadar önemle yer alan
futbol gibi, bir sağlık görevlisi veya itfaiyeci ile, aslında var
olmayan parayı halka kredi diye verip bir de üstüne faiz uygulayan
ve servetlerini trilyonlarla ölçen global bankerler arasında da
kıyaslama yapılamaz.
Asla
‘herkesin geliri aynı olmalı’ demiyorum. İşin aslına
bakılırsa, herkesin gelirinin aynı olması en başta - kendileri
dışında kalmak şartıyla – ‘kabal’ın en büyük arzusu.
Doğal
olarak gayret ve başarı hep teşvik edilmeli. Enerji dışarı =
enerji içeri. Asıl mesele, gayret ve başarının nasıl
sağlanacağı? Gol atmak, bir hayat kurtarmak için kendini
tehlikeye atmaktan daha önemli olabilir mi? Bir insanın hayatı,
bir futbol skorundan daha önemli değil midir? Elbette, bir sağlık
görevlisi veya itfaiyecinin yaptıkları hiç kuşkusuz bir
futbolcunun gol atmasından çok daha önemlidir, ama gelin görün
ki finansal dağılım hiç de adil değil.
Bunun
için de bir neden var. Toplumda hayat kurtarma gibi bir iş
yaptığınız veya topluma hizmet ettiğiniz zaman, bunlar bilançoda
‘gider’ olarak değerlendiriliyor. Onların ücretleri, Amerikan
tıp sistemini finanse eden sigorta şirketleri veya devlet
tarafından ödeniyor. Amaç, işletme masraflarını ve sigorta
maliyetlerini düşükte tutarak halka daha ağır vergiler ve
sigorta primleri ödetmek. Futbolcular ve diğer sporcular bilançonun
‘artı’ tarafındalar, çünkü sağlık personeline ve
itfaiyecileri finanse eden de, maçlara bileti almak için
kalabalıklar oluşturan da aynı halk. Büyük kulüpler spor
karşılaşmaları için televizyon sözleşmeleri yapıyor,
ürünlerini satmak için de büyük şirketlerden büyük kazançlı
sponsorluklar sağlıyorlar, ama diğer yanda zavallı halk bir
yandan TV aboneliğini, bir yandan sponsorluk ürünlerini satın
alıyor, diğer yandan da vergi ve sigorta yoluyla sağlık personeli
ile itfaiyecileri besliyor.
Futbolcuların
ve hayat kurtaranların geliri aynı kaynaktan, yani halktan
sağlanıyor, ama o paranın dağılımını ‘elit’ kesim tayin
ediyor! Onlar açısından futbolcular daha önemli, çünkü onlar,
bu ‘oyun’u oynayan şirketlere muazzam kazançlar sağlıyorlar.
Ve aynı ‘elit’ kesim dünyanın canına okurken, halkın dikkati
de sürekli olarak futbolun üzerinde tutuluyor.
“Hükümetin
ne yaptığını gördün mü?”
“Bırak
şimdi hükümeti, şimdi bir penaltı aldık.”
Futbolcular,
‘elit’ kesim için çok önemli, çünkü tamamen onların
amacına hizmet ediyorlar. Sağlık personeli ve itfaiyeciler hayat
kurtarıyormuş da ne oluyormuş yani? Kurtarmayıversinler, zaten
bütün amaç da nüfusun azaltılması değil mi?
Bir
insan hayatının kurtarılması para ile ölçülemez. Ne var ki, bu
son derece asap bozucu ve bu, zaman zaman şoke edici işi yapanlar
için adil bir bedel sağlanamazken, milyonlarca kişi bir maç için
bir araya geliyor ve halkın üzerine, aslında var olmayan paraya
anormal faizler bindiren kişilere trilyonlar yağdırılıyor. Ne
yazık ki insan toplumundaki değerler müthiş bir yozlaşma içinde
ve futbol da bunun için pek yerinde bir örnek...
Peki,
birkaç ay boyunca greve gitseler kime daha çok ihtiyacımız olur,
sağlık görevlileri ve itfaiyecilere mi, çöp toplayanlara mı,
yoksa futbolculara mı? Bunu hiç düşünmüş müydünüz, ya, işte
böyle...
Eskiden
ben de profesyonel futbolcuydum ve en temel ücretim haftada 33 Pound
idi. 21 yaşındayken artirit hastalığım nedeniyle futbol hayatım
bitmeden kısa bir süre önce, başarılı olduğumuz takdirde
sonraki sezonda ücretlerimizin arttılacağını söylemişlerdi.
Gerçekten de başarılı olduk ve ücretlerimiz haftada 33 Pound’a
yükseltildi. O zaman o kadar parayla ne yapacağımı bilememiştim.
Bugün
hala profesyonel kulüplerde futbolcular, üst düzey yöneticilerden
daha az kazanıyorlar, çünkü ‘büyük’ lerin sponsorluk ve
katılım sağlama güçlerine sahip değiller. Bu kulüpler,
devlerin daha da devleşmelerini sağlayan bir rekabet yaratıyorlar.
Peki
as kulüpler bunu takdir ediyorlar mı? Hayır. Daha önemsiz
kulüpler ayakta kalmak için mücadele ederlerken, onlar televizyon
kontratlarından aldıkları muazzam miktardaki paraları
tüketiyorlar. İnsan toplumu onlar için oyuncak gibi. Bu
oyuncakların durumu onların hiç umurunda değil, üstelik de zaten
sadece o oyuncağı bozmak için uğraşıyorlar! Banker ve
şirketlere şöyle bir bakın...
Futbol
ve diğer sporlar, birçok açıdan hayatın aynası gibiler. Spor
yapmak sağlık ve zihinsel ve duygusal gelişim sağlayan çok
yararlı birşeydir, çünkü sporla son derece yoğun deneyimler
yaşanır. Genel olarak hayatta günler, haftalar veya aylar süren
zihinsel ve duygusal iniş ve çıkışlar, sporda dakikalar veya
saniyeler sürer.
Zafer
ve yenilgi gibi iki aldatıcı duyguyu öğrenirsiniz. Spor
deneyiminiz sırasında bunları tayin eden etkenlerin - doğru
olarak kullanıldıkları takdirde - sizi büyük bir hızla
geliştirebileceğini anlarsınız. Ben de kesinlikle spordan ve spor
yapmaktan yanayım, ama profesyonel spor oldukça farklı bir alan ve
‘kabal’ için, sadece insanların odaklanmasını ve ilgisini
saptırmak, sonra da bölüp yönetmek için başka bir araç o
kadar.
Bana
göre ‘kabal’ın önde gelen kuklalarından Carl Marx’ın doğru
söylediği pek birşey yok, ama dinin kitleler için uyuşturucu bir
etkisi olduğunu söylerken bir bakıma haklıymış, çünkü
profesyonel spor da konvansiyonel din gibi oldu, kitleleri uyuşturmak
için kullanılıyor. Bu, son derece sistematik bir şekilde
gerçekleştirildi ve ‘kabal’ın kendi metinlerinden de
anlaşıldığı üzere, çok uzun zaman öncesinden planlanmış.
Plan,
konvansiyonel dinin zayııflayan gücü yerine bir dizi yeni din
koymak. Bunlara şirket medyası aracılığı ile ünlülere tapması
sağlanan potansiyel halkın, bütün TV programlarını ve dedikodu
dergilerini kapsayan tuhaf dinleri de dahil... Ama spor, özellikle
de futbol bütün yeni dinlerin en ‘baba’ olanı olup eski
Roma’daki kalabalıkların, gladyatörlerle ve aslanlara
odaklandığı kolosiumların veya stadyumların global bir versiyonu
haline geldi. Aynı şekilde Roma Katolik Kilisesinin şarap ile
ekmek yeme ayininde de hala sembolik olarak çiğ et yerine ekmek,
kan yerine de şarap içiliyor. Ne de olsa gerçeğinin daha sağlıklı
bir versiyonu, değil mi?
Romalı
şair ve hicivci Juvenal (M.S.55-127) şöyle demiş: Zaten
uzun zamandır halk bize görevden el çektirdi; bir zamanlar ordu,
yüksek sivil makamlar,lejyonlar- şimdi herşey durdu ve herkes
büyük bir hevesle sadece iki şeyin peşinde: ekmek ve ‘sirk’ler.
Eski
Roma’daki ekmek ve sirklerin yerini şimdi bira ve futbol almış
durumda. Hobi ve zaman geçirmek açısından bunda yanlış olan
hiçbirşey yok. Maç izlemeyi ben de severim, ama hayatın odak
noktası haline getirilince, o zaman az sayıdaki grubun, çok
sayıdaki grubun zihnini kolaylıkla tuzağa düşürebileceği bir
araç haline geliyor.
İnsanlar
onlarca yıl boyunca kendilerine hiç hissettirmeden yaklaşmış
olan bankacılık tuzağına da, deyim yerindeyse, ancak
gözlerini toptan ayırınca düştüklerini anlıyorlar, çünkü
gözleri topa dikili haldeyken bankacılık sisteminde neler olduğuna
hiç aldırmamış, hatta umursamamış bile oluyorlar... Gelgelelim,
göz ile top arasında bir bağlantı olduğu sürece kapıda hep
bekleyen bir felaket vardır, zaten 2008 sonbaharında da aynı şey
oldu ve çoğu kişi için sonuç kötü oldu.
Bir
futbol fanatiğinin zihninde hep kulübün başarısı vardır, yani
‘benim
hayatım iyi olduğu sürece başka bir şey umurumda değil’
zihniyeti. İşte zaten bu zihniyet yüzünden bankalar ve şirketler
dünyayı ele geçiriyor, ‘mega zengin’ banka ve şirket
sahipleri ve trilyonerler ise, eskiden halka ait olan futbol
kulüplerinin sahibi oluyorlar.
Önde
gelen İngiliz futbol kulüpleri, tek tek denizaşırı ülkelerdeki
trilyonerler tarafından satın alınıyor. Abu Dahbi ve petrol
reservlerini kendi derebeyliği ve bankamatiği gibi kullanan
kraliyet ailesinden Şeyh Mansur bin Zayed Al Nahyan bunlardan
birisi. Ailenin serveti tahminen 560 trilyon poundu geçiyor. Mansur,
Manchester City takımını satın aldı ve maaşlar, transferler ve
350 milyon poundluk borcu sildirmek için kulübe yüz milyonlar
pompaladı. Bu da oyunu ve maliyetleri yozlaştırdı, futbolun
‘seçkin’leri ile halk arasındaki arayı iyice açtı.
Manchester
City’nin önceki sahibi ise, bir dolandırıcı olan Tayland’ın
eski Başbakanı Tahsin Shinavatra idi. 2006’da yolsuzluk, ihanet,
hizip, basını susturma, vergi kaçırma ve Tayland şirketlerini
uluslararası yatırımcılara satma iddiaları ile görevden
alınmıştı, ama her nasılsa İngiltere’deki futbol otoriteleri
ise onun bir futbol kulübünün sahibi olmasında mahsur görmediler.
Peki futbolseverler onun geçmişiyle ilgilendiler mi? Hayır.
Çoğunluk hiç umursamadı bile, çünkü önemli olan onun
kulüplerine maçlarda başarı getirmesiydi.
Aynı
şey Londra Chelsea kulübünün başına geldi. Chelsea’yi de
Boris Yeltsin zamanında siyasetçiyken Rus halkının servetini gasp
ederek petrol zengini olmuş olan Rus trilyoner Roman Abramoviç
satın aldı. Peki Chelsea taraftarlarının umurunda olmuş muydu?
Şimdi umurlarında mı? Hayır. Chelsea maçlarda başarı
gösterdiği sürece hayır. İşte bunun nedeni de, bizi
gırtlağımıza kadar bu kollektif karmaşanın içine sokan da hep,
‘ben, ben, ben’ zihniyetine sahip bir toplum oluşumuz.
Manchester
United kulübünün sahipleri ise Amerikalı Glazer Ailesi. Önceleri
kulübü almak için paraları yoktu, sonra bankalardan borç alarak
satın alıp, eskiden hiç borcu olmayan United’ı yarım trilyon
Pound’luk borca batırdılar. Eğer takım sahada başarılı
olmasaydı sonuç felaket olurdu. Kulübün geleceği açısından
yeni oyuncular almaları gerektiği için Manchester United’ın
taraftarları şimdi endişeliler. Bu durum şimdi onları da
etkiliyor, ama uzak durarak ağırlıklarını koymak yerine hala
uslu uslu her hafta maçlara gidiyorlar. ‘Kabal’ genel olarak
insanları TV, alkol, uyuşturucu, ünlü hayranlığı gibi
unsurlarla tuzakta tutarken, futbol severler de futbol bağımlılığı
tuzağından bir türlü kurtulamıyorlar.
Glazer
ailesinin ne futbol, ne de Manchester United umurunda... Onlar sadece
para peşindeler. Manchester United, taraftarı için hayati önem
taşısa da, onlar için sadece bir ticari mal.
Manchester
United 1879’de ‘Newton Heath Football Club’ olarak kurulmuş ve
1910’dan beri de yurdu Old Trafford. Bu kulübü yöre halkı,
nesillerden beri fanatizmi ve parası ile ayakta tutmuş. Ancak
kulübün, büyük başarıları kadar trajedileri de var. Ne yazık
ki, 1958 yılında Münih havaalanından kalkış yaparken düşen
uçakta bütün takım elemanlarını kaybetmişler.
Bunların
hiçbirisi sadece birer futbol kulübünden ibaret değil. Kraliçe
Victoria tahta geçtiğinden beri bütün diğerleri gibi futbol da
toplumun dokusuna ince ince işlenmiş. Ama bütün bu takım
elbiseli veya şık elbiseli ‘ben, ben, ben’ler onları birer
kumbara olarak veya paralarının hesabını ölçmek için
kullanıyorlar.
-“Benim
Manchester United’ım var.”
-“Öyle
mi, nedir o?”
-“Bilmem,
İngiltere’de bir yerlerde galiba”.
Peki
burada sorumluluk kimde? Tabii ki taraftarda, çünkü küçücük
‘elit’ grup dünyayı ele geçirirken büyük grup hep seyirci
kalıyor, o zaman tabii ki küçük grup da, ‘halkın oyunu’
olması gereken futbolun sahibi oluyor. Zaten futbolun yapısı da
aynen bu görüntüye uyuyor; 22 oyuncu sahada yer alırken,
onbinlerce kişi onları seyrediyor. Yani ‘oyun’u oynayan birkaç
kişi, oysa izleyen milyonlarca kişi...
-“Haberlerde
Libya’yı bombaladıklarını gördüm, sanırım NATO 5-0 galip
gelir, Kaddafi’nin savunması zayıf...”
İş
işten geçmeden, artık hayatın izleyicileri olmaktan çıkıp
oyuncuları olmamızda yarar var. Bir kez daha hayat ile futbol
arasındaki paralelliklere bir göz atacak olursak, staddaki 22
oyuncunun servet kazandığını, çünkü taraftarların bilet, TV
aboneliği ve çeşitli kulüp ürünlerini satın aldıklarını
görürüz, oysa izleyiciler bunu yapmaya son verdikleri anda onların
gücü bir ay bile sürmez, herşey değişir.
Büyük
kulüplerin topu topu 90 dakika süren maç biletleri, 25-80 Pound
arasında değişen anormal fiyatlarda satılıp, bu miktarlar
oyunculara ücret olarak dönüyor. İnsanlar kendilerinin istismar
edilmelerine izin vermezlerse herşey değişir. Hepsi buna bağlı.
Ne yazık ki çoğunlukla böyle yapmıyoruz - tıpkı futbol
taraftarları gibi.
Futbol
ve diğer takım sporları, insan genetiğindeki ‘kabile
programları’na tam uyuyor. İnsanların kabileler halinde
yaşadıkları zamanlar çok uzaklarda kalmadı, hatta hala var
denilebilir. Sadece şimdi, farklı adlar kullanılıyor o kadar.
Bir
zoolog ve futbolsever olan Desmond Morris, 1981’de basılmış olan
‘Futbol Kabileleri’ adlı kitabında, futbol kulüplerinin kabile
gibi yapısını ve onları çevreleyen ortamı tarif ediyor. Bu
kitap, futbol ve medya alemindeki çok kişi tarafından ciddiye
alınmadı, hatta alay edildi, ama tabii bu onların anlayamayacağı
kadar derin, çok anlamlı ve son derece doğru...
Futbol
kabilelerinin kampları ve kendi bölgeleri vardır. Liderleri ve
savaşçıları, diğer kabilelerle savaşa/deplasmana giderler.
Mızrak ve ok yerine ayaklarını ve kafalarını kullanırlar, ama
tema aynıdır. Düşman kabilenin sayı almasını engellemek için
de sayı yapan kendi kahramanları vardır.
İlgili
kabileler arasında en büyük mücadele kendilerine en yakın
olanlar ile yapılır, aynı bölgede yaşayan kabileler hep
birbirini yok etmeye çalışır. İşte futbol kabileleri arasında
da en büyük nefret ve acımasızlık, kendilerine en yakın olan
rakip kulüple ‘derbi maç’larında yer alır. Örnek; Manchster
United taraftarları için birkaç kilometre ötedeki Manchester City
ile maç yapmaktan daha önemli birşey yoktur. Aynı şey Liverpool
ve Everton için de söz konusudur. Araları yürüyüş mesafesinde,
yani arada sadece bir park vardır. Tottenham ve Arsenal da
Londra’nın kuzeyinde birbirlerine çok yakın konumdadır.
Portsmouth ve Southampton futbol kulüpleri, benim evimden az uzakta,
ama aralarındaki nefretin büyüklüğüne inanmanız için görmeniz
lazım... Allah aşkına bu sadece bir maç, bir oyun, ama
taraftarlar olayı, sanki kabileleri arasında bir savaş varmış
gibi görüyorlar...
Portsmouth
taraftarları, Southampton taraftarlarına İngiliz argosunda
‘scummer/southampton’lu diyorlar. Portsmouth’lu taraftarlar
için ise pek de zarif bir anlama gelmeyen farklı bir isim takılmış.
Yukarıdaki tablo yeterince bir fikir veriyordur...
Kabilenin
öfkesi, kulüpleri başarılı olmayınca iyice doruğa tırmanır.
O zaman takım yöneticisine düşman olur ve çok rahatsızlık
verirler. Başarılı olan bir kulübün taraftarları ise, kendileri
topa tek bir tekme bile atmamış olsalar da takımlarının zaferi
ile sarhoş olurlar.
Bir
takımın stadına tarafsız olarak gidip, çok kolay bir şekilde o
takımın renklerini içeren atkı veya şapkasını takarak hemen
bir taraftar olabilirsiniz. Boynunuzda veya başınızda o takımın
renklerini taşırsanız, rakip takıma göre hemen ‘onlar’dan
birisi olursunuz.
Bir
takım için iyi oynarsanız onların kahramanı olursunuz, ama ola
ki başka bir kulübe transfer oldunuz, o zaman derhal bir hain ilan
edilirsiniz veya yeni takımınızla birlikte eskiden mensubu
olduğunuz evinizin takımı ile maç yapmak için oraya dönerseniz,
ayağınızın topa her değişinde yuhalanırsınız.
Aynı
zihniyet şöyle de kendini gösterir; bir futbolcu kendi kulübü
için maç yaparken rakip takım taraftarları tarafından yuhalanır,
ama uluslararası bir maçta İngiltere için oynuyorsa, aynı
taraftarlar tarafından desteklenir, çünkü milli takım bütün
kabileleri ‘tek’ olarak temsil eder. Bu biraz kralların kralına
tezahürat göstermek gibi birşey oluyor – yani ‘bir grup
kabile’yi temsil etmek için kollektif olarak tahta getirilmiş
olan kişi oluyorsunuz...
|
Kabile kostümleri ve İngiliz kabilesinin suratları
Bütün
bunlar ‘kabal’ın pek hoşuna gider, çünkü böylelikle dağınık
durumda bir karar mekanizması olan kabile içgüdülerini,
kabileleri küçültmeden de bölüp yönetmek üzere kullanabilir.
Kulübün sahibi/diktatör, kulüpte sözü geçenlere talimat verir,
kabile mensupları da hemen biletleri ve bir örnek tişörtleri
satın alırlar.
Avrupa’da
futbol, her ülkeden birkaç as takımın öne çıkıp sadece
birbirleriyle maç yapacağı bir süper lige doğru yol alıyor.
‘Elit’ grup paraları götürürken, onlar kaderlerine terk
edilecekler. Anlaşılan futbol da kendine göre küreselleşiyor.
Hala
çok sayıda grup, az sayıdaki grubun eline güç veriyor ve hoşça
bir vakit geçirme aracı olan futbol, bir çeşit dinsel ve kabile
odaklı birşey olup çıkıyor. Öyle örnekler var ki, insanlar
fena halde hırslanıp şiddete bile başvuruyorlar, hem de hiç
değmeyecek birşey için. Ancak ne yazık ki hep değeceğine
inanmak üzere programlanmışız.
Manchester
United, Manchester City’yi veya Manchester City, Manchester
United’ı yenmiş. Ne olmuş? Kırmızı formalı takım, mavi
formalı takıma gol atarken bunu izlemek eğlenceli olabilir, peki
ama ne önemi var? Bazı insanlar mavi formalıları değil de
kırmızı formalıları seyretmeyi tercih ettikleri için neden
onlardan bu kadar nefret edilsin? Allah aşkına bunun ne gibi bir
önemi olabilir?
Derin
bir nefes alın ve bir adım geri çekilip bir bakın bakalım..
Şimdi görüyor musunuz, hiçbir önemi yok, zaten olamaz da...
Futbol,
spor, TV ve ünlülerin hayatları hep bizlerin, bütün noktaların
nasıl birleştiğini görmemize engel olmak için oyalama
taktikleri. Başka bir deyişle, adam elinde vurmak üzere sineklikle
beklerken, bütün bu unsurlar, pervane ve sinekleri kendine çeken
meşalenin ışığı gibiler.
Söyler
misiniz, sadece içi hava dolu bir top yüzünden bile kitleler
nefretle bu şekilde bölünürken insanlık nasıl bir araya
gelecek? Kimbilir ‘Kabal’, halimize ne kadar çok gülüyordur...
Hala
dünyada aslında neler olduğu gerçeğiyle yüzleşmeyecek miyiz?
Hala inkar edip kaçmayı sürdürecek miyiz? Korkarım kafalar
kumdan, kaideler kanepeden kalkmadığı sürece, yakında kaçacak
yer de kalmayacak!