David
Icke’ın 2010
yılında
yazmış olduğu bir makale...
Sinemaya
pek gitmem, ama James Cameron’un bol bol reklamı yapılmış olan
‘Avatar’ filmini izlemeye gittim. İyi ki de gitmişim. Çok
beğendim, animasyon ve özel efektler harikaydı, ama ilgimi en çok,
tarafların yeri tam ters bir konumda olsa da, temel olarak dünyada
neler olduğunu çok güzel anlatıyor olması çekti...
Hikaye
2154’de yer alıyor ve bir gaz devi olan Polyhemus’un ‘ay’ı,
Alfa Centauri A’nın yörüngesindeki Pandora’da yaşayan mavi
derili ve aslan burunlu insanları anlatıyor. Pandora halkı,
çevresi ile muhteşem bir uyum içerisinde yaşıyor ve herşeyin
‘Tek’ bilince bağlı olduğunu biliyor.
Pandora’daki
ağaçlar ve bitkisel yaşam ile bütün gezegeni kaplayan ‘beyin’
veya ‘bilinç’e bağlı nöron görevi yapan kökler arasında
çok güçlü bir elektro-kimyasal bağlantı var. Yani, ‘Na’vi’
adındaki mavi insanların, bitki ve ağaçlar aracılığı ile
‘Bütün’e bağlanmalarını sağlayan kök bağlantıları
bulunuyor. Ancak birden, çok gelişmiş teknolojileri olan
‘insanlar’ bu gezegeni istila ediyorlar. Onlar, son derece
değerli olan ‘unobtainium/anobtayinyum’ madenini isteyen RDA
şirketinin yöneticileri ve askerleri... (
‘Anobtayinyum’un sözlük anlamı: son derece az bulunan, çok
pahalı ve belirli bir uygulama için kullanılan söz, mizahi bir
konuşma dili sözcüğü).
İnsanlar,
kendilerini Pandora’nın zehirli atmosferinden korumak için
koruyucu özellikleri olan bir üs kurmuşlar. ‘Üs’ün dışında
veya uçan araçlarının içinde olmadıkları zamanlarda nefes
almak için kesinlikle maske kullanmak zorundalar. Bazıları ise,
insanların üstün teknolojileri sayesinde ve tabii ki manipülasyon
amacıyla, genetiği ile oynanmış Na’vi bedenlerine
girebiliyorlar.
Eskiden
bir deniz piyadesi olan Jake Sully’nin kaybetmiş olduğu erkek
kardeşi için üretilmiş olan bir Na’vi bedeni var ve kendisi de
bunun için uygun genetik özellikler taşıdığı için o ‘Na’vi
beden’ine girmeye razı oluyor. Bu ‘insan-Na’vi- DNA
hibridleri’ne ‘Avatar’ deniyor.
Bir
süre sonra Jake, onların yaşamını iyice benimsiyor ve bir Na’vi
kadınına aşık oluyor. İnsanların işgal için gelmiş
oldukları, yoğun anobtayinyum madeninin üzerinde bulunan Na’vi
komün yurdunu tahrip etmelerine engel olamıyor, ama Pandora’yı
insanlardan kurtarmak için bir savaşa giriyor.
Büyük
bir içtenlikle söyleyebilirim ki, sinemaya gitmeden önce konu ile
ilgili olarak, James Cameron’un çok ses getiren yeni filmi
olmasının dışında hiçbir bilgim yoktu. Sadece gitmem çok
gerekliymiş gibi birşey hissetmiştim. Zaten film başlayınca da
konunun, yıllardan beri kitaplarımda ve konuşmalarımda söz
ettiğim ‘Dünya’nın ve insanların ‘Sürüngen’ ırk
tarafından nasıl ele geçirilmiş olduğu konusuna ne kadar
benzediğini farkettim.
Son
aylarda önüme gelen birçok yeni bilgi sayesinde, 2010 bahar
aylarında çıkacak olan ‘İnsanoğlu
Artık Dizlerinin Üzerinden Kalk’
adlı kitabımda bu konuyu oldukça ayrıntılı bir şekilde ele
almıştım. Şimdi bu konuda bölük pörçük bilgiler vermek
istemiyorum, çünkü bilginin, bütün noktaların birleştirilmiş
olduğu şekliyle bir bütün olarak tek bir seferde edinilmesinde
yarar görüyorum. Tabii ki James Cameron da aynı şeyi ifade etmek
istemiş olabilir mi orasını bilemem, ama bence bu Avatar hikayesi
aynen ‘Sürüngen’ işgalini kapsıyor.
Ancak
bunu görebilmek için önce senaryodaki rolleri değiştirmeniz
lazım. Na’vi halkı, çağlar önce dünyada yaşamış olan
insanları, anobtayinyum madenini almak üzere Pandora gezegenini
işgal eden insanlar da ‘Sürüngenler’i sembolize ediyorlar.
Bugün
Irak denen bölgede keşfedilmiş olan eski Sümer kil tabletlerinde,
insan olmayan ‘Annunaki’ ırkının Afrika’daki altın madeni
için dünyaya gelip köle işçi olarak çalıştırmak üzere
insanların genetiklerini değiştirmiş olduğundan söz ediliyor.
Bu arada Afrika’da 100.000 yıl önce altın madenleri olduğuna
dair kanıtlar bulunmuş olduğunu da belirtmekte yarar var.
Afrika’daki
Zulu efsaneleri de aynı konuyu destekliyor, dünyanın dört bir
tarafından elde edilmiş olan bilgilerde de hep, bir zamanlar
dünyanın bolluk-bereket içerisinde olduğu, herkesin herşeyle
büyük bir uyum içinde yaşadığı bir ‘Altın Çağ’dan söz
ediliyor. Bu bilgilere göre o zamanlar açlık ve yoksulluk yokmuş,
çünkü dünyanın büyük bir çoğunluğunu kaplayan ormanlar ve
bereketli toprak sayesinde insanlar bolluk içinde yaşıyorlarmış.
Dünyanın ekseni de farklı olduğu için mevsimler yokmuş, iklim
hep ‘aynı’ imiş...
Afrika’daki
Zulu efsanelerine göre, atmosferin yüksek katlarında, insanları
güneşin zararlı ışınlarından koruyan bir su kubbesi varmış.
Sonuç olarak dünyada çöl değil, bol su bulunuyormuş. Sonra
Sürüngen ırk gelip dünyada jeolojik ve biyolojik felaketlere
neden olmuş. Kitabımda bunun açıklamalarını ayrıntılı olarak
yapmış bulunuyorum, benim irdelediğim konulara yeni olan okuyucular şoke edici bulabilirler...
Su
kubbesinin yok edilişi, İncil’de 40 gün 40 gece yağan bir
yağmur şeklinde sembolize ediliyor. Dünya ekseninden kayıyor,
dolayısıyla güneş ile bağlantı değişiyor, dört mevsim
başlıyor.
Önce
dünyanın iklimi, bununla bağlantılı olarak da insanların hayatı
değişiyor. Ormanlar kaybediliyor, çöller oluşmaya başlıyor.
Birçok bölgede gıda kaynakları kuruyor, insanlar açısından
yaşanması güç bir hayat başlıyor. Ardından ‘Sürüngen’
genetikçiler, kendilerine hizmet edecek yeni bir insan
yaratıyorlar. İnsan beyninin kapasitesi milyonlarca yıl boyunca
gelişirken, 200.000 yıl öncesine kadar olan zamanda birdenbire
durup gerilemeye başlıyor, bu oldukça dikkat çekici bir durum.
Hem de nasılsa bu, tam da insanların şimdi benzedikleri halin
başlangıcı olan aynı zamana denk geliyor.
Avatar
filminin hikayesinde de; genetik olarak yaratılmış, tıpkı
Na’vi’lere benzeyen Na’vi insan hibridler var. Bunlar hep
Na’vi halkının arasına karışıyorlar. İşte yıllardan beri
benim anlatmaya çalıştığım gibi dünyada da hep, sürüngen
ırkın sürüngen-insan hibridleri yer almış... Global gizli
cemiyetler ağını yöneten bu soy, bu yolla hükümetleri,
bankaları, şirketleri, medyayı, orduyu ve eğitimi, herşeyi
yönetiyor.
‘Korpus
kallosum’ aracılığıyla, bilginin sol tarafa gitmesini baskılama
şeklinde insanların ‘sağ beyin’ faaliyetlerini veya en
azından farkındalıklarını kontrol altında tutuyor olmaları son
derece önemli bir nokta, çünkü beyinin iki yarım küresi,
realiteyi tamamen farklı şekilde algılıyor. İşin ilginç yanı
da, ‘Avatar’ filminde mavi insan Na’vi’ler ile dünya
insanları arasındaki algılama farkının tam olarak vurgulanmış
olması...
Beynimizin
sağ yarım küresi bizi, herşeyin ‘Tek’ olarak deneyimlendiği,
beş duyunun ve ‘görünen ışık’ın ötesindeki sonsuz aleme
bağlıyor. Filmdeki Na’vi halkı da, herşeyin birbirine bağlı
olduğunu anlayan veya bilen sağ beyin realitesini temsil ediyor.
Jill
Bolte Taylor, Amerikalı bir nörolog. Yürüyüş bandında spor
yaparken bir beyin kanaması geçirmiş ve beyine egemen sol
tarafının fonksiyonunu kaybetmesi üzerine, tam bir sağ beyin
deneyimi yaşamış. Şöyle anlatıyor;
“...sanki
normal realiteyi algılarken bilincimde bir değişme olmuş gibiydi.
Yürüyüş bandında o realiteyi deneyimlerken, başka bir yerden
kendimi izliyormuşum gibi hissediyordum. Koluma baktığımda artık
gövdemin sınırlarını tanıyamıyormuş gibiydim. Nerede
başladığımı, nerede bittiğimi anlayamıyordum, çünkü
kolumdaki atom ve moleküller, duvarın atom ve moleküllerine
karışmıştı. Saptayabildiğim tek şey enerjiydi. Enerji...Kendi
kendime sordum; ‘Bana neler oluyor?’”
“...
önce kendimi sessiz bir zihnin içinde bulunca şoke oldum, ama
sonra birden bire enerjiyle çevrelendim. Gövdemin sınırlarını
tanımlayamadığım için sonsuz ve alabildiğine sınırsız
gibiydim. O enerjiyle bütünleşmiştim ve bu muhteşem birşeydi.”
İşte
realite duygumuza egemen olan sol beyin aracılığı ile bizi beş
duyu alemine hapsetmiş olan tek düze alemin, ‘sınırsız’
olduğu zamanki hali aynen böyle... Sol beyin hep dil, yapı, mantık
ve genelde fiziksel olanı algılayan bu dünyanın, bu alemin
realitesini sunuyor. Sol beyin, geçmişten geleceğe geçiş yapar
gibi algılanan zaman illüzyonunu vermek için de realitemizin
enerji dokusuna şifrelenmiş olan bilgiyi deşifre ediyor, oysa sağ
beyin, var olanın sadece ebedi ‘şimdi’ olduğunu biliyor.
Sol
yarım küre, özellikle ‘akademisyen’ ve ‘eğitim’ denen
sosis makinasının yüksek seviyelerinden geçmiş olanlara egemen
oluyor. Bütün global politik ve ekonomik sistem, sol beyin
realitesine hapsolmuş olan koyu renk takım elbiseli kişilerce
yürütülüyor. Bu nedenle bir ‘sol beyin toplumu’nda yaşıyoruz.
Dolayısıyla sağ beyin algılaması da hep kınanıp, ‘deli’
olarak nitelendiriliyor.
Avatar’daki
insan işgalciler de tamamen sol beyin egemenliğini temsil ediyor.
Na’vi halkının, hayvanlar, ağaçlar ve bitkilerle karşılıklı
saygıları ve birbiriyle son derece uyumlu olan bağlantıları
onların umurunda bile değil. İnsanların fiziksel gerçekliği
sadece ‘gör-iste-al’ felsefesine dayalı olduğu için tam bir
‘bölünmüş’ lüğü temsil ediyor. İsterseniz biraz
‘anobtayinyum’dan buyrun... Bu, ihtiyaç kaynağınızın
üzerinde yaşayanların yurdunu ve hayatını yok etme anlamına
gelse bile, ne önemi olabilir ki? Onlar sadece ilkel savaşçılar,
insanlar da sadece ormanı yok ediyorlar, fazla önemli birşey
değil...
Sol
beyin zihniyetinin; insan, ağaç, bitki veya hayvan olsun,
başkalarını olumsuz etkileyecek sonuçları düşünmek gibi bir
empatisi hiç yoktur. Sol beyin mahkumları, herşeyi ‘kişi’
olarak, arada mesafeler varmış gibi algılarlar, oysa sağ beyin
arada bir mesafe olmadığını, herşeyin, hepimizi birbirine
bağlayan tek bir enerji alanı olduğunu’ bil’ir...
Bütün
‘ayrı kişiler’ formundaki algılamalar arasında empati
sağlayan işte bu ‘birbirimizle bağlantıda olma duygusu’... Bu
duygu, aşırı tepki ve hareket etmeyi engelleyici bir emniyet
mekanizması görevi yapıyor. Empati olmazsa hapı yutarız.
‘Sürüngen’ manipülasyonu, bizi sağ beyin realitesinden a)
yüksek seviyelerdeki farkındalığa ulaşmamızı engellemek için
b)
empati duygumuzu bastırmak için koparmak istiyor.
Bunu
Gazze Şeridi’ndeki sivil bölgelere bomba atıp füze gönderen
ordu mensuplarında net bir şekilde görebiliyoruz. Onlar; büyük
çapta ölüm, hasar ve acılara neden olurlarken, hiçbir şekilde
empati duymuyorlar.
İnsanlar
bir kez empati duygusundan yoksun kalırlarsa, hiçbir acıma duygusu
olmayan robotsu makinalar haline gelirler. Zaten artık ordular da
tam buna göre tasarlanıyorlar. Koyu renk takım elbiseli yüksek
görevliler, kendi ceplerini doldurmak için özellikle
Afrika’dakiler gibi birçok hedef ülkede boyuna insanları
manipüle edip savaşlar çıkarıyorlar.
Avatar
filminde, bazıları hariç bütün insanlar bu durumda. Yani tam bir
sol beyin zihniyeti içerisinde hareket ediyorlar. Çok para kazanmak
için kaynakları istiyorlar, oysa mavi derili halk o kaynağın
üzerinde yaşıyor. Na’vi ‘ler, yurtlarından ayrılmak
istemeyince de derhal uçaklarını gönderip onları mahvediyorlar.
İngiliz yazar Oscar Wilde’ın dediği gibi; “Sol
beyin herşeyin bedelini bilir, ama değerini bilmez”...
Genetik
manipülasyon sonucunda insanların çoğu sürüngen kovan aklının
adeta terminaline dönüşmüş gibi. Bu konuyu da kitabımda oldukça
ayrıntılı bir şekilde ele aldım. Tam planlanmış olduğu gibi
insanlar, zihin ve zihniyetleri açısından tamamen onların baskısı
altına girmişler. Ne var ki manipülasyonun, sağ beyin realitesine
de hala önemli ölçüde bir erişimi var ve insanlığın uyanışı
sürdükçe baskı gittikçe daha çok arttırılıyor.
‘Uyanış’
derken, sadece komplonun farkına varmak , kişinin sağ beyinin
kanallarını ‘Sonsuz Bilinç’e açmış olduğu anlamına
gelmiyor. Komplo araştırmaları alanında çalışanlarda bile
ağırlıklı olarak sol beyin egemen durumda. Bunu bir eleştiri
olarak söylemiyorum, benimki sadece bir gözlem, ama baktığınız
zaman iyice görülebilen bir gözlem...
Sol
beyini ve korpus kallosumu, farkındalığı ve bakış açısını
sağ beyin bilgilerine açtığınız zaman kendiniz oluyorsunuz ve
realiteniz değişiyor. Global komplonun farkına varmış olan aynı
kişi olmadığınızı farkediyorsunuz. Hatta eski siz ile hiç
alakanız bile kalmıyor. Oyun, değerler ve kendiniz hakkınızdaki
bakış açınız, herşey değişiyor.
Avatar’daki
insan işgalciler büyük bir savaş sonrasında Pandora’dan
atılıyorlar. Bu tam bir aksiyon filmi, dolayısıyla teknolojik ve
biyolojik savaşlar yapılıyor. İnsanlar gelişmiş silahlarını,
çevreleri ile son derece uyumlu bir bağlantı içerisinde olan,
hayvanlar tarafından desteklenen ve ejderha benzeri yaratıkların
üzerinde uçan Na’vi halkının üzerinde kullanmanın gerekli
olduğunu düşünüyorlar.
Oysa
bizim özgürlüğümüzü kazanmamız için hiç şiddet
kullanmamıza gerek yok. Yapmamız gereken tek şey, sağ beynimizi
açıp gerçek ve sonsuz potansiyelimize bağlanmamız. Hepsi buna
bağlı. Doğrusu manipülatörler, bu bağlantıyı koparmak için
pek o kadar da çok uğraşmamışlar,sadece kontrol altında tutmak
için biraz unutturmuşlar o kadar... Uyanıp da o müthiş
potansiyelimize yeniden kavuşuruz diye ödleri kopuyor!
Sol
beyinleri hasar görmüş ve inanılmaz süper insan becerileri
göstermeye başlamış kişiler var. Yani bu kişilerin sağ
beyinlerindeki kilit açılıyor. Ancak onlar süper insan değiller,
sadece bastırılmış olan potansiyelleri güvenlik duvarlarını
yıkıyor. Hatta sol beyni hasar görmüş çocuklar bile matematik,
bellek ve diğer mucizevi beceriler göstermeye başlıyorlar.
Çoğu
hala gelişme problemi, zihinsel gerilik, beyin hasarı yaşamış
veya yaşayan ve ‘otistik’ denilen bu çocukların inanılmaz
becerileri var. Onlar, sürüngen manipülasyonu yüzünden, çoğu
kişinin uykuda olan ‘beyin potansiyeli’ne ulaşıyorlar, ama
tabii ki bu durumda ‘sol beyin toplumu’na uyum sağlamaları da
zor oluyor.
Bana
kalırsa problem, sağ beyin tam anlamıyla açıldığı zaman, sol
beyinin ‘gerçek’i algılama devrelerinin çöküp, algılamanın
ve enerjinin o seviyesi ile başa çıkamaz hale gelecek olmasıdır.
Stephen
Wiltshire olağanüstü becerileri olan İngiliz bir otistik
çocukmuş. 1987’de 12 yaşındayken kendisine, BBC’nin bir
belgeseli için helikopterle Londra üzerinde bir uçuş yaptırılmış.
Gerçi hiç ihtiyacı da olmamış, ama bu gezide not almasına veya
fotoğraf çekmesine izin verilmemiş olduğu da özellikle
belirtiliyor. 200’den fazla binanın havadan görünüşünü
inanılmaz bir başarıyla resmetmiş, oysa otizminden dolayı sayı
saymayı bilmezmiş! Hepsini tamamen hafızasında tutarak yapmış.
Daha sonra aynı helikopter turunu Roma üzerinde de yaptırmışlar.
Stephen’in çalışmalarını www.stephenwiltshire.co.uk.’
da
görebilirsiniz.
Daniel
Tammet de bir başka İngiliz otistik çocuk. Matematik problemlerini
bir bilgisayar hızıyla çözüyor ve son seferinde sayıldığı
üzere 7 ayrı dilde konuşabiliyor. İzlanda dilini bir haftada
öğrenince öğretmeni onu bir insan değil, bir dahi olarak
nitelendirmiş. Oysa tabii ki o bir insan, hem de sürüngenlerin ve
hibrid soyun hararetle baskılamaya çalıştıkları insanlardan
birisi... Baskılamaya çalışıyorlar, çünkü gerçekte
olduğumuzun ‘en az’ oranına bile ulaştığımız takdirde
onlar için ‘oyun’un biteceğini çok iyi biliyorlar. Eh, o gün
de artık iyice yaklaştı...