18 Şubat 2014 Salı

Gerçek'in Titreşimleri - XXXI

Çıkmaz sokak gibi göbekli kavşak, dön dön dur ...
...uyanış, ama farkındalık değil

‘Büyük Farkındalık’tan değil, ‘Büyük Uyanış’tan söz ediyorum. İkisi arasında muazzam bir fark var. Eğer uyanışı, farkındalığa taşıyacak olan yola devam edilecekse bunun doğru bir şekilde değerlendirilmesi gerekir. Bir bakıma, bilince tam açılmak, benim ‘beden aklı’ dediğim mercekten bakarken de mümkün.  Bunu anlayabilmek için sadece ‘ölüme yakın deneyim’ veya ‘bedeninin dışına çıkma deneyimi’ yaşamış olan kişilerin yorumlarını okumanız yeterli. O zaman bu yaşadığımızı sandığımız ‘katı’ illüzyonsu dünyadan, titreşimsel olarak sadece bir göz kırpma mesafesinde olan realitenin ne kadar gelişmiş ve farklı olduğunu kavrayabilirsiniz. 

Milyarlarca insan  din, bilim, akademi, tıp, eğitim, cennet-cehennem, hayat-ölüm gibi sayısız realitelere boğulmuş olan sahte bir holografik dünyaya deşifre etmek üzere bize titreşimsel olarak dayatılan ve gittikçe yaklaşmakta olan  Matriks’in farlarının ışığına yakalanmış durumda. Kendilerinin isimleri, aileleri, hayat hikayeleri, ırkları, sınıfları ve gelir düzeyleri olduklarını sanırlarken, aslında  bütün  insanlar, önlerine gelen veya gelmeyen illüzyonları deneyimlemekte olan veya olmayan  birer ‘Bilinç’ veya ‘Sonsuz, Herşeyi Bilen Bilinç’ler.

‘Beden aklı’ndan daha fazla gelişebildiğimiz zaman, orada bankerler-madenciler, siyah-beyaz, çobanlar-sürüler, öğreten-öğretilen ve bütün diğer bölünme veya ayırım illüzyonlarının hiçbirisi yok. Biz insanlar ise, bu çılgın sistematik algılama manipülasyonu dünyasında  kim ve nerede olduğumuzu unutmuşuz. Bu da insanları; günlük hayat dediğimiz,  bizi holografik ‘gerçek dünya’ ya deşifre eden sahte realiteyi yapanların kucağında tam bebekler gibi uyutuyor. İnsanlar neye inanmaları gerekiyorsa ona inanıyor, neyi izlemeleri söyleniyorsa onu izliyor, neye tezahürat göstermeleri söylenirse onu tezahürat göseriyor, kimi yuhalamaları söyleniyorsa onu yuhalıyorlar. Sanırım bunun için kullanılacak  en yaygın terim ‘sürü’ zihniyeti...

Bazıları ise, kendileriyle ilgili olarak eskiden inandıkları herşeyi sorgulamaya başlamış oldukları için büyük bir hızla değişiyorlar. Bu çok iyi birşey tabii, ama çoğu için bu sadece küçük bir kutudan çıkıp daha büyük bir kutuya girmeye benziyor, sonuç olarak da hala bir ‘kutu’da oluyorlar.

Peki bu sözünü ettiğimiz ‘kutu’ da nedir? Bu kutu bir hapishane, bir algılama hapishanesi, yani ‘Var Olan Herşey’i algılama duygusunun hapsedilmiş olduğu bir hapishane. Kendini ‘uyanmış’  sanan kişiler, çevrelerinde neler olduğu konusundaki kısıtlı algılamaları nedeniyle, önce de-sonra da, hep bu kutunun içinde kalıyorlar, çünkü bu olanların olabileceğini tasavvur edemiyorlar. Böyle birşeyin olabileceğine inanmaları mümkün değil. Onlara göre deneyimlemekte olduğumuz bu fiziksel hayat sadece bir illüzyon olamaz... “Bakın, görüyor musunuz, dokunabiliyorum, o halde gerçektir!”

Bu aralar  her zamankinden daha fazla kişi, kutunun duvarındaki bir çatlaktan bakıp, inanç ve algılamalarını yeniden değerlendirebileceğini düşünüyor. Ve o kişilerin “Uyandım” dediklerini duyuyorum. Oysa bu sözleri, karşılaşmış olduğum, hala çok derin uykuda olan kişilerden de duydum. Bu ‘uyanmak’ sözcüğü oyunu bozuyor, çünkü en geniş anlamıyla hiçbirimiz ‘uyanmadık’, sadece bir uyanma sürecine girdik. 

‘Uyanmak’ için aradığımız koşullara ve arka plana bir bakacak olursanız, enerji ve holografik formda  minik bir leke gibi olan ‘sanal bir realite frekansı’nı deneyimlemekte olduğumuzu görürsünüz. Bilim bile, evrende  kitle, madde ve enerji olan şeyin elektromanyetik spektrumunun sadece 0.005 olduğunu kabul ediyor. Gördüğümüzü deşifre ettiğimiz şey bir frekans menzili, görünen ışık ise o yüzdenin içindeki bir sayı. Bazı bilim adamları ise elektromanyetik yüzdenin daha yüksek olduğunu söylüyorlar, ama onların sayısı da hiç fazla değil.  
‘Daha fazlasını bilmek gerekir’ demekle neyi kastediyorsun? Uyandım işte, öyle değil mi? 

Bu koşullarda kim ‘uyanmış’ olduğunu söyleyebilir ki, çünkü bu, insanlara  ebeveynlerden, arkadaşlardan, okuldan, üniversiteden, medya ve dinlerden yüklenmiş olan algılama programlarının ve inanç sistemlerinin silinmesi işlemi...Yani henüz insanlar uyanmadılar, hala bir uyanma süreci içindeler.

Bunun aksine inananları;  neyin doğru- neyin yanlış, neyin gerçek- neyin gerçekdışı, neyin mümkü-neyin imkansız olduğunu belirlediğini iddia eden akademi ve bilimde görmek çok mümkün.  Bilim adamları ve akademisyenler de hepimiz gibi... Bakmakta olduğumuz uzayda olanlarla kıyaslandığında hiçbirşeyi deşifre edemedikleri gibi, bir eğitim ve uzmanlaşma sürecine girince daha da miyoplaşıyor, ‘biraz daha, biraz  daha’ derken de, ulaşabildikleri tek şey sadece ‘hiç’ oluyor!

Ve şimdi bize gerçeğin ne olduğunu  onlar söyleyecekler, öyle mi?...  

Ancak aynı prensip dünyada  olanların politika, medya, finans, akademi ve din versiyonunun ötesini görmek üzere zihinlerini geliştirmiş olanlar için de söz konusu. Bazıları dinden ayrılıp, biraz daha uyanmış gibi görünen Yeni Çağ görüşünü  benimsemişler. Bazıları radikal politikaya takılmışken, bazıları da bir adım daha ileriye geçip politikayı, bankaları, büyük ‘iş’leri ve medyayı kontrolü altında tutan kişilerin içinde olduğu bir çeşit komplonun farkına varmışlar. Bana göre problem, bu yeni pozisyon ve algılamaların, sonu olmayan bir yolculuğa bir adım oluşturacağı yerde, kendi içlerinde yeni sonlar oluşturmaları. ‘Sonsuz Mümkün Olan Herşey’de başlangıç ya da son, Alfa ve Omega yok. Sadece kendisini deneyimleyen ‘Sonsuz Bilinç’ var.

O halde herzaman öğrenecek daha çok şey var. Yunan filozofu Sokrat’ın dediği gibi: “Bilgelik ne kadar az bildiğini bilmektir.” Bu çok açık gerçek, Matrix filminde Neo’nun sistemin bir kölesi olduğunu kabul ettiği an kadar önemli.

Köle olduğunuzun farkına iyice varmadan kölelikten kurtulamazsınız. Daha fazla anlayış ve bilinmesi gereken daha fazla bilgi olduğunu kabul etmedikçe, anlayışınızı ve bilginizi geliştiremezsiniz.  Zihninizi, herzaman bilinecek daha fazla şey olduğuna dair gelişmiş bir farkındalığa açarsanız, bir noktada, sistemin  tam anlamıyla bir kölesi olduğunuzu farkedersiniz.

Neler  olduğunu ve bu konuda ne yapılabileceğini anlayacaksak, süreç orada bitmemeli, sürekli olarak gelişmelidir, aksi takdirde başka bir inanç sistemine boğuluruz. O da zaten kaçmış olduğumuzu sandığımız kutudan belki biraz daha büyük olabilir, ama sonuç olarak o da bir kutudur. Unutulmaması gereken şudur ki; ‘bilinçlilik’te kutular falan olmaz. Kutularla işi olan; 'beden aklı'dır ve 'sol beyin'dir, hatta kutulara pek bayılırlar! İnsan toplumunun peteğe benzer bölünmüş hali, ‘hayat’ dediğimiz arı kolonisinde görülebilir. İnsan toplumunu,  peteğin hücre gibi bölümleri kadar iyi sembolize edecek başka bir benzetme olamazdı herhalde.

Din hücresi, bilim hücresi, politika hücresi, ırk hücresi, kültür hücresi, gelir düzeyi hücresi, sınıf  hücresi, hatta satış hücresi. Sonuncusu insanlara birşeyler satma takıntısı olanlar için. Bir keresinde üzerinde: “Satıyorum, o halde varım” yazan bir t-şört giyiş olan birisine rastlamıştım. Bütün bu çeşitli hücreler genellikle müstakil çalışırlar, ama bir etkileşime girecek olurlarsa da bu mutlaka, kişisel bir çıkar peşinde olmalarından kaynaklanır. Dinde ve bilimde olsun, ırkçılar arasında olsun, kültürler arasında olsun, zengin-fakir arasında olsun, tuzu kuru züppeler ve işçiler arasında olsun, sağcılar-solcular arasında olsun hepsi birbirlerine açık açık düşmanlık beslerler. İşte bu, insan toplumunun arılardan çok daha yoğun bir şekilde petek kavramını benimsemiş olduğunu gösterir. Holografik realitedekine benzetecek olursak;  her petek bütün peteğin küçük bir versiyonu olduğuna göre, insan petekleri hep daha küçük peteklere bölünür, böylece de, ‘aşağıdaki de yukarıdaki gibi...’ sözü gerçekleşmiş olur. 

Din peteği de;  Hristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler, Hindular ve ‘izm’ içeren bütün dinler gibi düşmanca... Üstelik Protestan-Katolik veya Sünni-Şii gibi kendi içlerinde de bölünüyorlar.  Aynı şekilde bilim de çeşitli bilim dallarına, bilim dalları ise ‘kamp’lara bölünüyor. Kültürler de;  sınıflara, sınıflar  politik görüş ve gelir düzeylerine bölünüyor, ‘satış hücreleri’ ürün özelliklerine, ürün özellikleri ise ‘piyasa’ rekabetine bölünüyor.  Bütün  bu alt bölünmelerden söz ederken, ‘hücre’ terimi de tam yerine oturmuş oluyor.

Ne var ki,  alternatif düşünce ve kutunun dışından düşünmek de petek şeklinde yapılanmış. Hepsi değil, ama Yeni Çağ’cılar da insanlığın, şimdi gördüğümüzden çok daha kötü bir şekilde köle edileceği korkunç komployu göremiyorlar.

Dünyadaki yerli halklar da öyle. Tabii ki bu sözlerim her bir birey için değil, ama ‘bilgi’ sömürgeci güçler tarafından baskılanmış olduğu için, çoğu halk kültürel bir sıçrama yapamamış. Bu yüzden de nesilden nesile, dünya ve realite hakkında hep, bir önceki nesilin anlatmış olduğu bilgileri tekrarlamışlar. 
Sonra komplo teorisyenleri var; dinsel, bilimsel veya akademik inanç ve programlarıyla kendilerini tavşan deliğinin çok daha derinliklerine götürecek olan bilgi ve sezgiyi gözden kaçırıyorlar, çünkü bu kendi dinsel, bilimsel veya akademik inanç ve programlarına uymuyor.

Herkesin bir fiyatının olduğu söyleniyor, aslında bu doğru değil, ama herkesin betonlaşmış inançları açısından doğru. Bunun ‘fiyat’ versiyonu; bazılarının haklarını, özgür seçime, düşünceye, aksiyona ve para konusundaki tavırlarına satmaları...Öte yanda bazıları da bunu, bir inanç sistemine olan bağlılıkları ile yapıyorlar.

Yeni Çağ’cıların aşırılığı, yüzleşmek istemedikleri şeyi inkar etmek için bir bahane niteliğinde. Dünya için korkunç kötülükler planlanıyor ve bu, tütsüleri, kristalleri ve lotus pozisyonları ile yapılan toplantılarla engellenecek gibi değil.  Önce bunun ne olduğunu anlamalı, sonra da yüzleşmeliyiz. Gerçi kullandıkları söz hep ‘korkudan kurtulun’ da olsa, aslında bu zihin yapısı da korkudan kaynaklanır ve kişiler doğru olmasını istemedikleri birşeyden kaçmak için gerçeği  inkar etme yolunu seçerler. Oysa gerçek gerçektir. Bunun kanıtı da, hiç de gölgelerde veya havada  asılı kalmış değil. Televizyon haberlerinde hergün verilip duruyor.

Bu kaçıştan kurtulmanın ilk aşaması gerçek ne ise onunla yüzleşmek, ardından da zihni ‘yüksek bilinç’ seviyelerine açmaktır. Ancak bunun için tütsülere, kristallere ve lotus pozisyonuna hiç gerek yok. Yeni Çağ hareketinde kahramanların ‘bilinç’ten veya bilinçlilikten söz ettiklerini duyuyorum, ama bütün gördüğüm ‘akıl’. Üstelik akıl da hep beş duyuya odaklanıyor, süper duyulara değil... ‘Aşırı uç Yeni Çağcı’ larda da mevcut sistemdeki kadar çok sayıda ‘kutu’ zihinli insan var. Aradaki tek fark, Yeni Çağcı’ların kutularının canlı renklerle boyanmış ve kristallerinin, mumlarının, buhurdanlarının olması...Bu aşırı uçtaki Yeni Çağcı’lar, insan yapımı küresel ısınma, sahte ‘Arap baharı’ ve kendi ‘kurtarıcı tanrı’versiyonları olan bazı seçilmiş kişilerin dünya dışından gelip insanları kurtaracağı programına inanıyorlar. İddia edilen bazı senaryolara göre, dünyadan yükselip beşinci boyut varlıklarına dönüşmüş olanlar geri dönüp insanlara ‘öğretecek’ler...
Bu yaygın hikayenin, Hristiyanlık veya Yahudilikte anlatılan seçilmiş olanların ‘Kurtarıcı’ tarafından kurtarılması hikayesinden ne farkı var?

Hepsi dünyanın ‘hoş’ olmasını istiyorlar ve kendilerini kandırmaya çalışıyorlar. Yani onlara göre yeni ‘aydınlanmış’ insan kuruluşları ve kampanya grupları aracılığıyla daha hoş bir dünya olacak. Oysa böylelikle, onlara duymak istediklerini söyleyen veya inanç sistemleri ve dünyayı algılama şekillerine uyacak kampanyalar yapan kuruluşların ellerinde oyuncak  oluyorlar.              

Bu İllüminati bağlantılı organizasyonların arasında Manhattan’da yerleşik ‘Avaaz Vakfı’ var. ‘Avaz’ ses anlamına geliyor ve bu kuruluş insanların sebep olduğu iklim değişikliği yalanını da destekliyor olmalı, çünkü son zamanlarda da Suriye’ye yabancı müdahalesi için çağrıda bulunuyorlar.‘Avaaz’ kampanyası direktörü Alice Jay herhangi bir NATO sözcüsü gibi şunları söylüyor: “Yüzlerinde ölmeden önce yaşadıkları dehşetin korkusu okunan düzinelerce çocuğun masum cansız bedenleri korkunç katliamı anlatıyor. Bu çocuklar, terör ekmek amacıyla kesin emirler almış olan adamlar tarafından katledildiler. Bütün diplomatların yaptığı birkaç BM monitörü ile şiddeti gözlemlemek oldu. Şimdi dünyadaki hükümetler Suriyeli büyük elçileri sınır dışı ediyorlar, ama doğru dürüst bir tepki gösterilmediği takdirde, bu yarım yamalak diplomatik girişimlerle bir yere varılamaz. BM  doğru olanın yapılması için yollar arıyor. Suriye’de, sivilleri koruyabilecek  güçlü bir uluslararası varlık olsaydı, liderler politik girişimlerle sorunu çözerken, biz katliamları engelleyebilirdik. Binaların çatılarından haykırmadan bu konuda başka görüntüler göremiyorum, ama şiddete bir son vermek için hepimiz tek bir ses olarak bu çocuklar ve aileleri için koruma sağlamalıyız. BM’in harekete geçebilmesi için sağ taraftaki bölümü imzalayın ve bu kampanyayı herkesle paylaşın.”

Avaaz, buna benzer başka bir, ‘bizim çocuklar’ı yani askerleri gönderip bombalayın’ kampanyası da Libya için açmıştı. ‘Avaaz’, ‘ResPublica’ ve ‘MoveOn’ adlı organizasyonlar tarafından kurulmuş olup, bir Rothschild ajanı olan trilyoner George Soros tarafından finanse edilen, sözde ‘Halkın Gücü’ için çalışan başka bir organizasyon...

Avaaz’ın  2010’daki başkanına 180.000 dolar kadar para ödenmiş. 30 ülkede, 15 dilde faaliyet gösteriyor, New York, Rio de Janeiro, Delhi, Madrid ve Sydney’de büroları ve bir iddiaya göre 13 milyon üyesi var. Doğrusu, 2007’de sıfırdan başlamış bir organizasyon için bayağı büyük bir beceri.

Bu organizasyon da, kurucusu olan Kabal ajanı ResPublica ile aynı paralelde ve aynı binada yer alıyor. Yine insani yardım maskesi altında Sudan’daki Amerikan İsrail işbirliğini destekleme amacıyla oluşturulmuş olan ‘Darfur için 24 saat’ adlı bir kampanyayı daha yönetmişti. Dikkatinizi çekerim; ‘ses’ teması üzerinde ısrarla duruluyor. İnsanlara ‘ses’lerini duyurma hakkı sağlama maskesi altında asıl plan, Kabal’ın amaçlarına uygun ortamlar oluşturmak.Kabal insanların acılarını manipüle ediyor, dayatmak istediklerini de ‘acılara son vermek’ adı altında  meşru kılıyor. ResPublica’nın Sudan kampanyası da,  tıpkı Doğu Avrupa ve Orta Doğu’da kabal tarafından düzenlenmiş olan sahte ‘halkın devrimi’leri gibi, ‘George Soros Açık Toplum Enstitüsü Avaaz’ tarafından finanse ediliyor. Soros bağlantılı olan ve aynı şekilde finanse edilen aynı amaçta bir de  Demokrasi için Ulusal Bağış (NED) organizasyonu var. NED’in direktörülerinin yarıdan çoğu Rothschild-Rockefeller bağlantılı olan Dış İlişkiler Konseyi üyesi. 1920’lerden beri bu konseyin Amerikan dış politikası üzerinde çok büyük bir nüfuzu var. ResPublica’nın Sudan’daki kampanyasının bir ortağı da Amerikan Dış İşleri Bakanlığı. 

Rothschild/Soros bağlantılı bu organizasyonlardan bir sürü var. Hepsi ilgi alanlarını, ‘insan hakları’, ‘dünyanın kurtarılması’ ve ‘insani yardım için müdahale’ kisvesi altında saklıyorlar. Şimdi de bu makale ile bağlantılı olan kısmı da, benim ‘Robot Radikaller’ dediğim politik soldaki  Yeni Çağ’ın saf yaklaşımı. Hiçbirinin gerideki bu planlardan haberleri yok, çünkü kavrayamadıkları veya gerçekleşmekte olduğunu göremedikleri birşeyi asla araştımıyorlar.

Gerçekten samimi, ama saf olduğu anlaşılan bir Avaaz üyesi, websitesinde şöyle yazmış:
“Avaaz hak, barış ve demokrasi isteyen, ama sistemi değiştirmek için kendisini yalnız, endişeli ve güçsüz hisseden milyonlarca kişinin sesi... Hep birlikte değiştirebileceğimize dair güçlü bir his duyuyorum. 13 milyon Avaaz dostumla birlikte hak, eşitlik ve adalet için bu oluşuma katılmış olmaktan memnunum...”

Güler misin, ağlar mısın?

Batıdaki Yeni Çağ hareketi, Doğu’nun dinsel inançlarından kaynaklanıp, dünyanın muhtelif yerlerindeki antik kültürlerin ve yerlilerin inanç ve uygulamlarını içeriyor. Ancak son derece düzgün ve doğru olan bu bilgiler zaman sıçraması yapmış durumda. Geçmişten şimdiye aynen kalmış olup bugünün en iyi, en doğru bilgileriyle örtüşüyor.

Bir Peru yerlisi olan tur rehberim, bana en önemli müşterilerinin Amerika’dan gelen Yeni Çağ’cılar olduğunu söylemişti. Tabii ki bu çok normal, çünkü o hep kutsal yerlerden, ley hatlarından söz ediyor ve neredeyse her on dakikada bir, dünyanın ruhununa şükrediyor, onlar da alıp kabul ediyorlar. Bu güç merkezlerinin ve enerji hatlarının var olmadığını söyleyebilecek en son insan benim, bunlar tabii ki son derece doğru bilgiler, ancak tam o kadar ilerlemişken durmak yine tam bir ‘akıl’ tuzağına düşmek oluyor. Ne zaman Dünya Ana’nın karnı denilen antik bir yere gelsek, Peru’lu rehber hep girmek için izin istiyor, oysa bir zamanlar bu kayalardan  oluşan yerlere veya ‘giriş’ noktalarına girmek için kimse izin almaya gerek görmezdi. Şimdi ise, şükranlarını sunmadan, özenle bir araya getirilmiş koka yapraklarına üflemeden, ya da herhangi başka bir ritüel olmadan giremiyorlar. Bu, bir zamanlar bir grup yerlinin böyle yapılmasına karar vermiş olmasından veya inançlarına uygun bir şekilde yapılar veya kayalardan oluşan giriş noktaları yapmış olmasından kaynaklanıyor.   

Hristiyanlık için de aynı şey söz konusu. Onlar da hala M.S.325’te Nicaea Konseyi’nde güneşe tapan bir Roma İmparatoru’nun, toplanmış olanlar arasındaki kavgadan sonra resmen ilan etmiş olduğu Hristiyan inanç sistemine inanıyorlar.

Peru’daki, bu sürekli olarak yapılan ritüelleri izledikten sonra, gördüğüm şeyin diğerleriyle aynı kalıpları içeren başka bir din olduğunu farkettim. Yeni Çağ’cıların ve yerlilerin adetlerini izleyenlerin farkı, dini reddetmeleri veya bilinen dinlerden farklı türde inançlara sahip olmaları. Peru’da gördüklerim ve dünyadaki yerli halkta gördüğüm bana göre hep bilinen dinler. Hepsinde ‘kutsal yer’ ve belirli bir tanrıya tapma özellikleri var.
Hristiyanlıktaki kiliseler, İslamiyetteki camiler, Musevilikteki sinegoglar da, kutsal bir alandaki kayalarla yapılmış birer yapı gibi. Onların elçileri de Dünya Ana ve dünyanın ruhu ile paralel oluyor. Hepsinde aynı saygılı duruş, aynı ritüel, aynı huşu var.

Lütfen yanlış anlaşılmasın, ben burada dünyanın bilinci yok demiyorum. Yıllardır herşeyin bilinç olduğu söyleniyor, dolayısıyla dünya da bir 'bilinç'e sahip. Veya ‘Sonsuz Bilinç’in bir yansımasının, bir diğer yansımasına saygısızlık etmesini de hiçbir zaman onaylamam. Veya dünyanın belirli yerlerinin enerjik açıdan çok güçlü ve buralarda muazzam bağlantıların kurulabileceğini de de inkar etmem. Benim anlatmak istediğim bu değil. Vurgulamak istediğim şudur ki; hepimiz dünyanın ruhu iken bütün bu sonradan üretilmiş ritüeller ve gerekliliklere hiç gerek olmadığıdır. Aurayı temizlemek için tütsü veya kokulu bir sürü birşeyin kullanılması da, bu durumda başka bir dinin ritüeli oluyor.

Amerika’daki kızılderililerin büyücü ritüelleri hakkında okuduklarım bana kiliseye gitme veya Kraliçe ile karşılaşma protokolünden farklı gelmedi. İnsanlara, o ortama girmeden önce dengesiz enerjiler ve etkilerden adaçayı dumanı ile arınmaları söyleniyor. Kendilerini büyük bir teslimiyetle bu arınmaya veren, ama dengesiz enerji ve etkilerden kurtulmaya gelince hiç aşama kaydedememiş olan çok kişi gördüm. Ne olduğunu anlamak için bu kokulu aşamaya ben de girdim. Plastik şişelerin kimyasalları kutsal kokulara karışmış olsa da kokular gerçekten çok güzeldi, ama ‘bağlantı’ kurmak için gerekli miydi, hiç sanmıyorum. Büyücü seremonisindeki bu koku ile arınma adetinin, kiliselerdeki tütsülerden farklı olmadığı görülüyor. Ritüel şöyle sürüyor: 

Koku ile arındıktan sonra toplanmış olanlar halkaya katılıyorlar. Mevsim de göz önüne alınarak ana yönlerden birinden giriş yapılıyor. Halkaya katılmadan önce herkes durup tek elini kaldırıp “Bütün bağlantılarım”...diyor. Bu, herkesin kardeş olduğunu vurgulama amaçlı, sonra herkes halkaya katılıyor ve hayat çemberi ve herşeyin ‘Tek’ oluşuna olan saygılarını sunuyor.   

Herkesin inancı kendine, ben hep “kimseye dayatmadığın sürece ne istersen yap” felsefesini benimsemişimdir, ama hala bunlardan kurtulamadık mı? Daha ne kadar Perulu İnkalar gibi antik halkların ritüellerini uygulayacağız? O, onların inanç sistemiydi, onlar öyle yapıyorlardı, tamam çok iyi, ama benimsemek zorunda değiliz ki.

Mesela Brezilya’daki Kayopo kabilesinin Reisi Raoni gibiler, alt dudağı iyice büyütmek için içine tabak gibi bir nesne yerleştiriyorlar, böyle birşey yapmak tamamen onun seçimi, gerçi öpücük verme gibi bir şansı hiç kalmıyor ama...Burası şaka tabii...Peki gerekli mi? Tabii ki, değil...Bu sadece bir adet, bir ritüel ve önceki nesillerden kalma, sürekli olarak tekrarlanan bir inanç sistemi.

Yıllar önce Londra’da Kolombiya’dan gelen yerlilerin bir gösterisine gitmiştim. Amaçları, büyük değişim sürecinde yaşadıkları dağlardan, eski bir kehaneti dünyaya anlatma görevlerini yerine getirmek üzere inmiş olduklarını  söylemişlerdi. Hepsi çok ilginçti, ama önce İngiliz Yeni Çağ’cılardan bir grup açılış seremonisinde bir ritüel yaptı. Bir adam elindeki kılıcı havaya kaldırarak kuzey, güney, doğu ve batıya doğru tutup, seyircilerin de o yönlere bakmalarını söyledi.

Gecenin geri kalan kısmında yerli Kolombiya’lılar sahnede sessizce oturup beyaz bir örtünün çevresine boncuklar taktılar. Ressam dostum Neil Hague’in izlenimine göre pizza yapar gibiydiler. Artık eski zamanlarda yaşamıyoruz ve bilgi iletişimimizi geliştirmemiz lazım.  Bunu yapamazsak, bu iletişimin gücü, netliği ve etkinliği, lüzümsuz ritüllerin, adetlerin ve eski konuşmaların arasında yitip gider.

Realite hakkındaki büyük bilgi ve farkındalık, yerli halkların süregelen nesilleri tarafından iletiliyor, buna da büyük saygı duyuyorum, bunları tarihten silmek için binlerce yıldır çok uğraşılmış. Oysa şimdi çok geçerli, örneğin Zulu Şamanı Credo Mutwa eski bilgilerle modern önseziyi çok güzel birleştiriyor. Bu çok güçlü bir kombinasyon oluyor, ama asıl güç, ritüeller, adetler ve inanç sistemlerinden değil, ‘bilgi’den geliyor. ‘Bilgi’ sadece Amerikadaki yerlilere, Maya’lara veya Zulu’lara ait değil. Herkese ait olan evrensel bir bilgi, bu nedenle de frakındalığı geliştirmek için sürekli olarak geliştirilmeldir. Bence yüzyıllardır yapılan bu gereksiz ritüeller ve sırf adet olsun diye adetlere bağımlı kalmak, bu önemli gelişimi engelliyor.

Çok sayıda açık zihinli ve açık kalpli insanın bir araya gelmesi çok hoş, ama yüzyıllardır tekrarlanan adetleri yerine getirmek yerine ‘Sonsuz Bilinç’e kitlesel olarak bağlanmak yeterli. Dünyanın ruhuna saygınızı sunabilirsiniz, ama bunun için taşları üstüste koymak veya koka yapraklarına üflemek, ateş ya da mumlar yakmak zorunda değilsiniz.  Niyetiniz, siz hiçbirşey yapmasanız bile, yüksek enerjiler tarafından aura alanınız yoluyla zaten algılanır.

Şimdi bilgisayarımın başında otururken bile, başımın çevresinde neredeyse elle tutulacak kadar yoğun bir enerjiye bağlanmış bir şekilde yazıyorum. Bu, dünyanın çeşitli yerlerindeki enerji güç noktalarında hissettiğim aynı enerji. Üstelik, bunu yapmak için kimseden izin istememe veya yarım saat auramı temizlemek için kokulara tütsülere bulanmama gerek olmadı. Eğer zihniniz ve ruhunuz açıksa, bu kendiliğinden olur. Ben bütün tantana, tören ve ritüelleri Kraliçe’ye havale ediyorum, teşekkürler...

Burada okuduklarınızın hiçbirisi, herhangi birşeye veya inanca bir saygısızlık olarak algılanmamalıdır, ben sadece birçok biçim ve ölçüde gözlemlediğim ‘kutu’ zihniyetini açıklamaya çalışıyorum o kadar. ‘Bilgi’ye sahip olan Yeni Çağ’cılar ve yerliler, bu realitedeki herşeyin titreşim olduğunu da, herşeyin birbiriyle bağlantısını ve ölüm diye birşey olmadığını da, bizim realitemizi paylaşmakta olan ve insan olmayan başka varlıklar olduğunu da biliyorlar.

Bu, sistemin kolektif şuuruna saplanmış olanların çok ötesinde olan birşey, ama insanlar önsezilerini ve farkındalıklarını geliştirmedikleri ve sürekli olarak tekrarlanan ritüel, adet ve sabit kültürel inanç tuzağından kurtulmadıkları sürece o kutunun içinden çıkamazlar.    
Aynı şey komplo araştırmacıları için de söz konusu. Aslında dünyanın (bir seviyede) ne olduğunu biliyor olmaları, insanların baskılanmalarının ve beş duyu alemindeki kontrolün ardındaki gizli amacın ne olduğunu anlamaları çok iyi birşey, ancak zihin ve inanç sistemi uyanıp da, paltosunu ve ayakkabısını giymeye niyet etmediği sürece karşımıza hep aynı kutu zihniyeti çıkar.

Yıllardan beri A.B.D.’ndeki komplo araştırmalarına Hristiyan-yurtsever zihniyeti hakim, ama ne acı bir gerçek ki; algılamayı köle eden en büyük faktör; hem Hristiyanlık, hem de Amerikalı denilen deneyimi yaşayan ‘Sonsuz Bilinç’ olmak yerine ‘Amerikalı’ olma duygusu...

Komplo araştırmasına;  herşeyi herşeyden ayrı olarak gören ve realiteyi bilim ve akademinin ‘hangisi mümkün?’ diyen bakış açısından gözlemleyen sol beyin egemen olmuş durumda. “Görebiliyor muyum, dokunabiliyor muyum, tadabiliyor muyum, işitebiliyor muyum veya koklayabiliyor muyum?  O zaman öyle birşey olamaz. Zaten demiştim, bu Icke denen herif de delinin biri!”

Eğer sizinle alay ediliyorsa, sistem sizi ciddiye almıyorsa,  o zaman ‘izlemeye değer’ bir yoldasınız demektir.

'Mümkün olan'ı düşünme yetisinin ve zihinin kısıtlanması, çok kişinin tavşanın deliğinin en dış noktasına ulaştığı halde deliğin ne kadar derin olduğunu görmesini engelliyor. İşte bu ‘bilgi’, komplonun sadece nereden kaynaklandığını açığa kavuşturmakla kalmıyor, etkisini nasıl yok edilebileceğini de gösteriyor. Nasıl yapıldığını bir kez anlarsak, yapabiliriz...

Herkesin kendisini hapsetmiş olduğu bir inanç vardır, ama inancına en çok köle olmuş olanlar kendilerini özgür sananlardır. ‘Sadece burası var, ötesi yok’ diyenler, hep algılamanın çıkmaz sokağında kalır veya  göbekli kavşağın çevresinde dolanıp durur, ‘keşfin ebedi yolculuğu için bir çıkış yolu’ aramaya hep korkarlar.

Bu üzücü tabii ki, ama hiç de böyle olması gerekmiyor. Herzaman olduğu gibi hepsi, açık bir zihnin, basit bir seçim yapması meselesi. Adamın dediği gibi... ‘Bilgelik, ne kadar az bildiğimizi bilmektir.’

Paylaşım