18 Mayıs 2013 Cumartesi

Gerçek'in Titreşimleri - XVIII

Ruhumun gücü, kalbimin de inancı var...


YouTube’da Rod Stewart’ın ‘Kalbin inancı’ diye bir şarkısına rast geldim. Şarkının sözleri, bilinen nedenlerle, kimi pek de hoş olmayan bir sürü anıyı geri getirdi, ama onu tam zamanında duydum diyebilirim, çünkü yaklaşık çeyrek asırdır bir araya getirmeye çalıştığım ‘bilgi’nin ulaşmasında artık bir dönüm noktasına gelindi. Şarkıda şöyle diyor; “Oradan buraya çok uzun bir yol katettim. Çok da zaman aldı”...

1991’de yaşamış olduğum, beş duyu normlarına göre ‘kendi kendini yok etme’ sürecim başladığından beri uzun bir yol katettim. Realite duygumdaki muazzam değişim ve dönüşümle hangi gezegende olduğumu bile anlayamayacak kadar büyük bir bocalama içersindeyken, ülke çapında kitlesel alaylara maruz kaldığım günler çok geride kalmış gibi görünüyor.

İngiliz halkının büyük bir çoğunluğunun izlediği bir ‘prime time’ sohbet programına davet edildiğim zaman, insanlar zaten gazetelerde benim ‘akıl’ sağlığım ile ilgili haberleri çoktan okumuşlardı. 

Gazete sütunlarında, geçirmekte olduğum süreci bir ‘çöküntü’ olarak değerlendiriyorlardı, oysa aslında ben tam anlamıyla bir ‘dönüm noktası’ndan geçiyordum. Realite duygumdaki kırılma beni bu alemin ‘gerçek’i sınırlı olarak algıladığı illüzyondan kurtarıp, başkalarının göremediklerini görmemi sağlamıştı. 

Böyle birşey olduğu zaman ise alay edilmekten, kınanmaktan ve ‘farklı’ kelimesinin karşılığı ‘deli’ olarak nitelendirildiği için de, delilikten daha başka bir senaryo ile karşılanmazsınız. Aynı şey benden önce de birçok kişiye olmuş, ama aralarında benim kadar kesintisiz bir şekilde, acımasızca saldırıya uğrayan var mıdır bilemiyorum. Bu arada sakın yanlış anlaşılmasın, ‘Başkalarının göremediklerini görmeye başladım’ demekten amacım, kendime bir pay çıkarmak veya böbürlenmek değildir. Her zaman belirttiğim gibi, hepimiz aynı ‘Sonsuz Bilinç’iz, dolayısyla da aynı ‘özel’liğin farklı ifadeleri oluyoruz. 

Benim, ‘suların kırılması’ olarak nitelendirdiğim bu ‘uyanış’ herkese açık... Bu illüzyon ve aldatma dünyasındaki programlanmış ve hayatımız boyunca süren algılamadan kaçmak, sadece bir seçim meselesi. Bugün dünya çapında birçok insan aynı deneyimi yaşıyor, ben de kendi yaşamış olduğum bu çok uç deneyimden edindiğim tecrübe ile onlara cesaret vermek istiyorum. 

Emin olun ‘deli’ falan değilsiniz. Bilakis ‘bilinç’leniyorsunuz. 
‘Buna değdi mi?’ diye soracak olursanız, ‘her bir saniyesi ile değdi’ derim.

Şarkıda şöyle diyor; “Yolumu bulabilmek için uzun bir gece oldu, hep karanlıkta yol aldım”. Evet, aynen bu sözleri yaşadım sanki, ama o zamanlar içinde bulunduğum karanlık ve acı verici süreci, şimdi ulaşmış olduğum noktadan geriye bakınca çok daha iyi değerlendirebiliyorum. 

Geri dönüp bakmak, algılamanın başka bir ifadesi. O zamanlar hiçbir anlamı yokmuş gibi görünen ve tek bir deneyimi içeren o tek noktayı diğer noktalarla birleştiriyorsunuz. Hayat size ihtiyacınızın olduğunu sandığınız şeyi vermiyor. Benim olayımda ben realiteyi anlamak ve insan toplumunu yöneten güçleri anlamak istiyordum. O zaman, ‘gerçek’in gizlendiği algılama motiflerini kırıp bana içinde yaşadığım dünyanın doğasını gösterecek bir ‘karanlık’tan geçmem gerekiyordu. Yaşamış olduğum deneyimler karanlık mıydı, yoksa bir armağan mı? Bugünkü tecrübeme göre ikincisi, yani bir armağandı, ama o zaman da şimdi söylediklerimi söyleyemezdim. Yıllarca hayatımın hergünü bir kabus olmuş, midemin üzerinde hep kurşun gibi bir ağırlık hissetmiştim. 

Gittiğim her yerde benimle alay ediyorlardı, söylediğim herşey bir delinin sözleri olarak kabul ediliyordu. Çocuklarım bile okulda diğer çocukların alaylarına maruz kalıyor, sürekli olarak rahatsız ediliyorlardı. Ne yapmış olabilirdim? Bu hal daha nereye kadar sürecekti? Bana neler oluyordu? 

*Vampirler aramızda dolaşıyor
*Kraliçe, Blair ve Obama birer sürüngen
*Dünya, dünyadışı varlıklar tarafından yönetiliyor

Haydi David Icke, sen git bisikletine bin!

Şimdi bütün olanları anlıyorum ve deneyim ile farklı bir ilişkim var, ama tabii o zaman yoktu. Tıpkı şarkının sözlerinde söylenen şeyleri yaşıyordum. ‘Yolumu bulmaya çalıştığım uzun bir gece’...Ve şimdi aynı şeyleri yaşayan birçok kişinin, ne demek istediğimi çok iyi anladıklarını biliyorum.
Ama bakış açısı da çok önemli. Çok zorlu deneyimler yaşadım, ama çevreme bakınca, fiziksel ve zihinsel hastalığı olan yakınlarını kaşıkla besleyen, yıkayan, giydiren, tuvalete götürüp getiren, bütün o duygusal travmaları yaşayan kişilerin de çok büyük zorluklar yaşadıklarını görüyorum. Başka öyle büyük zorluklar da var ki...


Lütfen hayatınızın ne kadar zor olduğunu bir daha söyler misiniz?

Öğreniyoruz, ama aslında yaptığımız hatırlamak, yani hatırlıyoruz. Asıl önemli olan deneyim değil, içimizdeki deneyimi yargıladığımız veya algıladığımız bakış açısı. Ne demek istediğimi kendi başımdan geçenlerle açıklayayım: Buraya, tam olarak yapmakta olduğum işi yapmak için geldim. Hayatımdaki bağlantılı olayları gözlemlediğim zaman bu çok iyi anlaşılıyor. Bu olaylar, ana rahmini terkettiğim andan itibaren başladı ve şimdi bulunduğum yere getirdi. Hepsi, benim etkili olup olmayacağımın anlaşılması için hazırlanmıştı. Yavaş yavaş dünyanın doğasını kavramak üzere, insan benliğimin önünde oluşmuş olan ‘unutma’perdesini aralama mücadelesinin içine girdim. Hatırlamama yardımcı olacak deneyimler geçirmem gerekiyordu. Bu deneyimler çok çeşitliydi, ama sembolik olarak kulağıma hep fısıldıyorlar, hatta çoğunlukla bağırıyorlardı; “Hatırla! Kim olduğunu hatırla! Nerede olduğunu hatırla! Nereden geldiğini hatırla!” Herkesin deneyiminde aşağı yukarı aynı temalar yer alır, ama püf noktası bize ne anlatılmak istendiğini anlayıp, ‘zavallı, aciz ben, zaten herşey beni bulur’ sendromuna yakalanmamaktır. 

Bunca yıllık hayatımda rastladığım, tanıdığım sürekli olarak boomerang gibi gönderilip geri gelen, sadece kendi eylemlerinin sonuçları olan deneyimleri yaşamış birçok kişi var. Bu sonuçlar birer ceza değildir. Çok basit bir şekilde; “Hey ahbap, kendine bir bak, hayatın berbat, çünkü onu o hale getiren kendinsin!”derler. Hayatımızda sürekli olarak yer alan ve hiç hoşumuza gitmeyen şeylere baktığımız zaman, bunlardaki ortak paydanın kim olduğunu görmemiz lazım.

Öyle zamanlar olur ki, ‘herşeyi görebilme armağanı’ve ‘dönüşüm’ bizlere, hayatımızın mahvolduğunu düşündüğümüz bir formda verilir. Çoğu zaman gözlemlemiş olduğum üzere insanlar, bu benliğini yeniden bulma veya farkındalığına kavuşma fırsatını ellerinin tersiyle itip, içinde bulundukları kötü durumun suçlusu olarak, makinalı tüfeği tutan kendi elleri hariç, bütün yönleri ateşe tutarlar. 

O zaman ne olur? Hayat onlara daha da büyük bir ipucu verir, batağa gittikçe daha çok batmaya başlar; ‘bu ne kadar daha sürecek?’ diye sormaya başlarlar. Kişi, yaşamakta olduğu kötü deneyimin nedenini anladığı anda herşey değişir, hücrenin veya kobayın içinde durmadan koştuğu kafesin kapıları birdenbire açılır! İnsanlar bu kobay kafesine ‘hayat’ diyorlar. Oysa sürekli olarak döne döne aynı eylemler yer alıyor ve realite bu şekilde algılanıyor: Hep aynı şeyi yaparsanız, hep aynı şeyi elde edersiniz.

Hep hızlı, daha hızlı koşuyorum, ama hiçbirşey değişmiyor, bu nasıl oluyor? 

Benim göremediğim, sizin gördüğünüz birşey mi var?

‘Matriks’ filmindeki Merovenj karakterin söylediği gibi; ‘Sadece tek bir sabit evren var. Tek gerçek o. Nedensellik. Aksiyon, reaksiyon. Sebep, sonuç.’ Evet, aynen insanların bu realitede deneyimlenmekte oldukları gibi...

Oysa bazen armağanlar, bize kabusların ardında o kadar güzel bir şekilde saklanmış olarak sunuluyor ki. O anda kullanacağımızı bilmesek bile o işi yapacak gereçler veriliyor. Ben de şimdi yapmakta olduğumu şeyi yapıyor olacağımı bilerek doğmadım. Önce bir futbolcu, gazeteci, TV sunucusu ve Yeşiller Partisinde bir politikacı olacağımı sanmıştım, ama şimdi neden bu yapmakta olduğumu yaptığımı biliyorum. 

Yaşadığım bir dizi olayın, ‘uyanma’m için birer hazırlık olduğunu biliyorum. Yapmam gereken şeyi yapabilmem için duygusal açıdan çok güçlü olmam gerekiyordu ve bu nedenle de beni bu yola iten çok büyük zorluklar yaşadım. Onların hepsini çileli zorluklar olarak deneyimledim, ama sonra tamamı birer armağana dönüştü. 

Çok kolay bir hayatım olabilirdi, beni bütün zorluklardan ve hoş olmayan deneyimlerden koruyan, hep benim için birşeyler yapan birileri olmuş olsaydı ne olurdu? 1991’deki kitlesel alaylara ve istismara, hatta acımasız yaklaşımlara maruz kaldığım zaman perişan olur, herhalde sonunda ormana falan kaçardım. Bunun yerine durmadan acımasızca dalga geçildiğim, üniversitelerdeki konuşma turlarına başladım. Böylece hayat tecrübem beni daha güçlü hale getirdi. ‘Alay edilme turları’nın sonunda daha da güçlü, daha da mücadeleci bir hale gelmiştim. 

Bunlar kesinlikle hoş deneyimler değildi, ama kendim ve dünya hakkında daha fazla farkındalığa doğru büyük adımlar attıran armağanlar almıştım. Eğer deneyime bu açıdan bakılacak olursa, onu tek bir nokta olarak algılamak çok daha kolaylaşır. Hoş ya da değil, bütün deneyimler birer basamaktır, yolculuğun kendisi değil. Zaten aslında bu da bir ‘yolculuk’ değil, bir varlık ‘olmak’tır.

Sakın vazgeçeyim deme!

Kalbin inacı olarak inanç genellikle din ile özdeşleştirilir, ama bence inancın kötü kaderle de ilgisi yoktur, programlanmış olduğunuz birşeye olan inançla da...Kalbin inancı, kendinize olan inancınızdır. 

Peki ‘kendi’niz nedir? Öz benlik çok katmanlıdır ve eğer algılamamıza ve bakış açımıza özbenliğin en özü değil de, bu katmanlardan biri hakim olacak olursa, o zaman gözlemlemdiğimiz şey veya deneyimimiz hatalı, algılamamız da sınırlı olur.

‘Sonsuz Olan Herşey’e en güçlü bağlantımız kalp ile sağlanır. Kalp, bu realitede herşeyin merkezindedir. Zaten sistem de bu nedenle korku, nefret, savaş, hayal kırıklığı, alınma, gücenme gibi duygularla kalbin gücünü azaltmaya çalışıyor. Kalp bir kez kenara itilirse, algılama konusunda beyin rakipsiz kalır. Kalbin sağladığı diğer boyut bilgeliği olmadığı takdirde de algılamasının sistem tarafından programlanması pek kolay olur. Beş duyuya neyi algılaması söylenirse onu algılar, o zaman anlatma işini kim yapar, sistem mi kalp mi? 

A.B.D.’ndeki Kalp Matematiği Enstitüsü, kalbin gerçek doğası ve fonksiyonunu araştırma konusunda önde giden bir kurum. İnsanların ‘realite duygusu’ konusunda, kalp girdabı veya kalp çakrasının çok büyük bir öneminin olduğunu teyit ettiler. İnsan enerji alanındaki en güçlü elektromanyetik alan kalbe ait. Kalpten beyne giden sinirler, beyinden kalbe giden sinirlerden daha fazla. Bedendeki akılın odağı beyin değil, kalptir veya en azından öyle olmalı.

Kalp de bir çeşit beyin sayılır. Kafamızdaki beyinde olduğu gibi, kalbin de farklı tiplerde 40.000 nöronu ve nöron aktarıcısı varmış. Kalp beyni hem bağımsız olarak işlev görüyor, hem de kafadaki beyin ile iletişim kuruyor. Kalifornia’daki HeartMath LLC’nin başkanı olan Deborah Rozman şöyle yazmış;

“Psikolog olarak çalışırken, bir konuda tereddüt yaşayan hastalarıma ‘Kalbiniz bunun için ne söylüyor?’ derdim. Genellikle iki ayrı sandalye kullandığım bir tekniğim vardı. Hasta kalbiyle konuşurken birinde, beyni ile konuşurken de diğerinde oturturdum. Sanki iki ayrı kişi konuşuyor gibi olurdu. Kalpten konuşan, içten doğal duygularla konuşurdu. Beyin ise görüşler, korkular ve yapılması veya yapılmaması gereken şeylerden söz ederdi. Hastalar gerçeği bulana kadar birçok kez sandalye değiştirirler, genellikle de sonunda öz benliğin; kalbin daha önsezi ve aklıselim sunan sesi olduğunu anlarlardı. 

O zaman kalp toplumu ile insanların manipüle edilmiş oldukları beden aklı çeşitlilikleri arasındaki fark ortaya çıkıyor. HeartMath Enstitüsü, kalbin enerji alanı ile, beyin ve merkezi sinir sistemi arasında uyum ve elektromanyetik uyum olduğu zaman, kişinin, çok daha yüksek seviyedeki bir farkındalığa ulaştığını saptamış. Bu üçlü bağlantı için hayati önemi olan şey; enerji uyumu ve kalbin dengesi.

Benim şimdiye kadar olan yolculuğumun temeli bu, yani kalbin bilgelik ve biliş kaynağı olduğunun farkına vardım. Bize ne düşünmemizin söylenmesi önemli değil, nasıl hissettiğimiz önemlidir. Yani önsezi ne hissediyor, ne biliyor?

Önsezi kalpten gelir. Elimizi kalbimizin üzerine koyar ve “Kalbim öyle söylüyor, içimden öyle geliyor, biliyorum”deriz. İşte bu beden dili, önsezisel olarak ‘biliş’in kaynağıdır. Beyin düşünüp herşeyi halleder, ama kalp ‘bilir’, çünkü o, ‘bilen’ farkındalık seviyeleri ile bağlantılıdır.

Şarkıda dediği gibi; “Kalbimin götürdüğü yere gidiyorum...”

Size kalp ile beyin arasındaki algılayış farkı hakkında güzel bir örnek vereceğim. Politikacılar, medya ve halk arasında, Afganistan, Irak ve Libya’daki masumların bombalanmasının uluslarası yasaya veya Orta-Doğu ve Yakın-Doğu’daki insanların pilotsuz uçaklarla bombalanmalarının yasal olup olmadığına dair tartışmalar var.

Bu konuya çalışmak beyinin işi. Kişinin beyni, hiç tanımadığı veya hakkında hiçbirşey bilmediği diğer beyinlerin verdikleri, ‘bu koşullarda masumlar bombalanabilirler’ kararına güvence arıyor. Güvence vermişler mi? Birleşmiş Milletler'in 1987 tarihli ‘Masumları Acımasızca Bombalayın Anlaşması’nın 345689/97847/ 58968 no’lu belge, 896 no’lu madde, 47.alt madde, 20.paragrafı gereğince ne yazıyorsa vermiş oluyorlar... Oh, pekala o zaman, yasal olduğu sürece masumlar da bombalanabilirler... 

Oysa kalp yasa masa dinlemez. Bu sadece koyu renk takım elbise giymiş suçluların kendi suçlarını örtmek için kendi kendilerine lütfettikleri bir yasa. ‘Lehte oy kullananlar kazandı’ ifadesi, suçlu olmayanların karşı oy vermelerine karşın, daha fazla suçlunun, bazı suçları diğer suçlulardan daha yasal hale getirmek için oy vermeleri anlamına gelir. 

Bu, A.B.D.başkanının kendisine ve dostu olan kitle katliamcıları ve savaş suçlularına, bir kalem darbesiyle çalışan başkanlık emri ile yasal izin vermesidir. Beyin bu eylemi yasal görmekte, oysa kalp bu kendini kandırma eyleminden etkilenmemektedir. 

Kalp, kağıtlar, maddeler ve emirler görmez. Kalp, ölüler, sakatlanmış insanlar ve paramparça olmuş hayatları görür. Kalp, kağıt işlerini de onaylamaz, aldatmanın ne kadar titizlikle kelimelere dökülmüş olduğuna da bakmaz.

Kalbin temel kriteri; hak, adalet ve şefkattir.
(Duyduğuma göre, size bomba atmalarına engel olmak için bombaladığınız insanlar size bomba attıklarından, siz de onları bombalıyormuşsunuz. Sadece ‘şimdiye kadar nasıl gitti’ diye sormak istemiştim).

Bu deyiş, beynin nasıl düşündüğüne ve akıl işi olmayan eylemleri nasıl haklı çıkarmaya çalıştığına çok güzel bir örnek oluşturuyor. Kalp ise, birilerini bombalamanın ne kadar aptalca olduğunu net bir şekilde görüyor. Bizim kişisel ve kollektif deneyimizde de, her tepki her nedeni izledikçe, kalp bize gerçeği gösteriyor ve görmemiz için de bas bas bağırıyor. Bu kısır döngüyü sadece biz kırabiliriz- kalplerimizle...

Kendi hayat deneyimim, hayatla farklı bir ilişki kurmamı sağladı. Uzun yıllar bu gerçeği ‘evim/yuva’m olarak değil, işim olarak görmüştüm. Algılamanın en yüksek seviyesinde, bir görevi yerine getirmek için ‘yuva’dan geldim ve görevim bitince yine ‘evim’e/yuva’ma döneceğim. ‘Sonsuz’ olduğunuz zaman her yer yuva, ama ben burada odaklanmanın ana noktasını ve farkındalığı kastediyorum. Bu algılamayı değiştirir değiştirmez herşey değişti. Olağan insan duygusu bakımından artık bir ‘hayat’a ihtiyacım kalmamıştı. İş ve aile dışında, insanların ‘sosyal hayat’ dedikleri şeye hiç gereksinimim yoktu. 

Yalnız yaşıyorum ve yalnız yaşayacağım, çünkü çalışıyorum. İnsanlar bana ailemin dışında ne ile ilgilendiğimi soruyorlar, cevap; hiçbirşey... Bu ofiste çalışan adama, neden ofiste çalışmaktan başka birşey yapmadığını sormaya benziyor. Ama adam çalışıyor, nasıl başka birşey yapabilir ki? Belki çalışmanın dışında eğlenmek veya vakit geçirmek için ne yaptığını söyleyebilir, ama benim olayımda bu aşama ancak burayı terkettiğim zaman gerçekleşecek. O zaman gelene kadar benim çalışma alanım bu alem olacak. 

Hoşçakalın – ‘evime/yuvama’ dönüyorum.

Şarkıda dediği gibi; “Ruhumun gücü var ve hiç kimse beni eğip bükemeyecek.”

Ruhun bu gücü, bir kez daha tekrarlayalım, kalpten gelir. Kalp karşılıklara veya eylemlere karar verecekse kendisi için sonuçları düşünmez. Neyin doğru, haklı ve doğru olduğunu bilir ve yapar. Sonuçları düşünmek; doğru, haklı veya adil olanı yapamama olasılığını göz önüne almak olur. Kalp bunu hiç yapmaz, onun hiç sonuçları göz önüne almakla ilgisi yoktur. 

Benim göz önüne aldığım tek şey, birşeyin en iyi şekilde nasıl yapılacağıdır, birşeyi yapmak veya yapmamak değil. Tiranlığı ortaya çıkarmak için mücadele etmek gerekiyorsa edilir. Baskıya boyun eğmeyi reddeden, asla eğilip bükülemez. Tehditler ve aşağılamalar ne olursa olsun, sonunda baskı kırılır. 

Eğer hep bir ayağınızı diğerinin önüne koyup ilerler ve durdurulmayı reddederseniz mutlaka bir yerlere varırsınız, bu kadar basit. Korkar, alaylara maruz kalmaktan tırsar, sonuçları göz önüne almaya kalkarsanız sorunlar başlar ve gücünüz sisteme teslim olur. 

Tiranlık korkuya, aşağılamaya dayalıdır ve ikisine de boyun eğmezseniz sistemin gücü olmaz, çünkü onun gücü illüzyondur. Bu tıpkı çocukken, çocuk bahçesinde size kabadayılık eden çocuğun gözünün içine, gözünüzü hiç kırpmadan baktığınızda, onun ‘anneeee!’ diye eve kaçmasına benzer. Bunu yaparsanız ve tiranlığın arkasında duranlara dair gerçeği bilirseniz, o zaman size hesap vermesi gereken onlar olur, siz değil. 

Wembley’deki sunumumdan beri muazzam enerji değişiklikleri yaşıyorum. Öyle bir noktaya ulaştım ki, kalbimin inancı ile ‘herşeyi’ yapabilirim, ‘istediğim’ yıldıza ulaşabilirim. O kadar ki, o zaman o kadar uzak değil, şarkıdaki sözler gibi; “Sonunda benim de günüm gelecek”.

David Icke, Mart 2013


Paylaşım